Tercümanın hissesi

Sadık Yalsızuçanlar

SİKKE-Yİ TASDİK-İ Gaybî’nin ‘Birinci Şua’sının İkinci Sual’i şöyledir:

“Şiddetle ve âmirâne denildi ki: ‘Sen Risale-i Nur’un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zâtların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki asıl söz sahibi Kur’ân’dır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri ve hakikatının bir tercümanı ve mes’elelerinin bir bürhanıdır. Kur’ân ise, sair kelamlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz’î değildir. Belki Kur’ân, umum işaratiyle ve eczasiyle ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur, görelim o ne diyor?”

Üstad’ın cevabına geçmeden önce, sualdeki hususlara biraz yakından bakalım.

İlk cümlenin girişinden de anlaşılacağı üzre, sahabi, alim ve ariflerin birçoğu, eserlerinde Risale-i Nur’u ve Üstad’ı müjdelemişlerdir. Sikke-yi Tasdik-i Gaybî’de Üstad Hazretleri, özellikle Hazret-i Ali’nin (r.a.) bu husustaki işaretlerini ayrıntılarıyla ortaya koyar. Burada adı geçen Gavs-ı Âzam (r.a.)’dan da Risale-i Nur’un birçok yerinde söz eder. Abdülkadir-i Geylânî için, ‘kudsî mürşidim ve üstadım’ der. İbn Arabî hazretleri, Gavs-ı Âzam’ın halifesinin halifesidir ve onun hırkasını giymiştir. Oniki büyük tarikin en gürbüz damarı, Hazret-i Gavs üzerinden gelir. Kendisi seyyiddir. Onun Fütuhu’l-Gayb’ının Yeni Said’e geçiş sürecinde önemli bir tesiri sözkonusudur. Bir gün Fütûhu’l-Gayb’ı açar ve kendisine hitap eden bir cümleyi okur. Burada Üstad’ın okuduğu metin, Gavs-ı Âzam’ın (r.a.) Fethü’r-Rabbânî adlı kıymetli eseriyle birlikte neşredilmiş olan Fütûhu’l-Gayb’dır. Kitapta, Üstad’ın sözünü ettiği bahis dışında çok sayıda işaret ve ima vardır.

Risale-i Nur’u sadece Hz. Ali ve Gavs-ı Âzam müjdelememektedir. Başta İbn Arabî Hazretleri olmak üzere (Füsus’ta Risale-i Nur’la ve Üstad’la ilgili çok sayıda ihbar yer alır) İmam-ı Rabbânî, Şâh-ı Nakşibend (r.a.) hazeratı gibi pek çok imamın, ârif ve âlimin eserlerinde bu türden ihbarata rastlamak mümkündür ve bu son derece olağandır. İmamlar, Efendimiz’in (s.a.v.) kâmil varisleridir ve kendi zamanlarının ‘veted’idirler (=sütun; çoğulu evtâd.).

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen veted tabiri, göklerin direksiz çatılmış olmasıyla ilgili haberde olduğu gibi, Allah Resûlü’nün kâmil vârisleri için de kullanılır. Onlar Cenab-ı Hakk’ın yarattığı arzda manevî nizamı yüklenmiş, onu tutan manevî sütunlardır. Ki onlara insan-ı kâmil ve insan-ı kadîm de denir. İnsan-ı kâmilden kasıt, yeryüzünün halifesidir ve nümune-i imtisali Efendimiz’dir (a.s.m.). O, dünyanın kozmik aklıdır. Kâinatın minyatür halidir. Âlemde ne varsa onda bulunur. O, âlemi temsil eder ve âlemin tesbihat ve ibadatını kendi ubudiyetinde toplar. Onun sürekli makamı ‘ubûdet’tir. Ubûdet, kulda kulluğun, yani ubudiyetin süreklilik kazanmasıdır. Kesintisiz ubudiyet haline, yani kulda ubudiyet halinin sürekli galebesine ubudet denilir. Ubûdet makamına erişmiş bir kul, Allah’ın Müdebbir sıfatıyla sıfatlanmıştır; mülkü korur, mülkle melekûtu şahsında birleştirir. Bundan kinâye, Efendimiz ve kâmil varisleri için, ‘berzah’ tabiri de kullanılır—yani, gayb ile şehadet arasında bir geçit. İnsan-ı kadîm’den maksat ise, insanın annesinden doğduğu andaki gibi saf kalmasıdır. Buna ârifler ‘ebedî çocukluk’ hali de derler. O saflığı, yani insanın aslî doğasındaki, fıtratındaki saffeti koruyarak yaşaması... İnsan-ı kâmil ve kadîm niteliğine sahip imamlar, aynı nuranî meclisin insanlarıdır. Aralarındaki zaman ve mekân farkı görüşmelerine mani olmaz. Birbirleriyle ilgili ifadeleri ve kullandıkları dil, aynı mecliste olmanın gerektirdiği gibidir. Üstad Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u, kendisi gibi Efendimiz’in (a.s.m.)—dolayısıyla diğer ulu’l-azm peygamberlerin—kâmil varisi olan bütün imamlar müjdelemişlerdir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Âyetü’l-Kübra risalesine adını Hz. Ali’nin verdiğini söyler. Âyetü’l-Kübra’nın İkinci Makamı’nda geçen bu husus son derece önemlidir.

Sualde geçen ve üzerinde durulması gereken bir başka kelime ise, ‘şahit’tir. Şahit, şuhuda mazhar olan demektir. Müşahede ve meşhed kelimesi de aynı köktendir. Müşahede, İlâhî Hakikat’in bir boyutunu bizatihî idrak anlamındadır. Meşhed, şuhud yeri demektir. İlâhî Meşhed, Cenab-ı Hakk’ın bir ismiyle veya sıfatıyla tecelli ettiği yer/varlık mânâsına gelir. Müşahede bu anlamda, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tedbiri altındayken o ismin hakikatlerinden bir hakikati idrak etmektir. Bu şuhuda mazhar olana, ‘şahit’ veya ‘müşahit’ denilir.

Yine sualde geçen bir başka önemli ıstılah, ‘tercüman’dır.

Üstad, kendisini Risale-i Nur’un tercümanı olarak niteler. Bunu Külliyat’ta sık sık görürüz. Kimi zaman ‘Kur’ân’ın tercümanı’ der. Tercüman da irfanî bir ıstılahtır ve inisyasyon (seyr-i sülûk) sözlüğünde sıkça geçer.

İrfani ıstılahı çokça kullananlardan biri, İbn Arabî Hazretleridir. Terâcim adlı bir eseri de olan ve mânâ dünyası bu ıstılah üzerine oturan Şeyh-i Ekber’in yine burada geçen bir kavramla ilgili başka bir eseri de vardır: Kitâbu’ş-Şâhid. Michel Chodkiewicz’in değerli çalışması Sahilsiz Bir Umman’ın bir bölümü bu hususa ayrılmıştır. Chodkiewicz, “Ufuklarda ve Kendi Nefislerinde” başlıklı bölümde, İbn Arabî’nin ‘şahit’ ıstılahını gerek Fütuhat’ta, gerekse Kitâbu’ş-Şâhid’de aynı mânâda kullandığını belirtir. Şahit, buna göre, “müşahede edilenin suretinin müşahede edendeki kalıcılığı veya müşahede makamından ayrılmasından sonra kulun kalbinde kalan”dır Tercüme ise, geniş mânâsıyla, Allah’ın kelamını ihtiva eden iki kitap hükmündeki Kur’ân ve âlemin te’viline vâkıf olan insan-ı kâmilin işlevidir.

Üstad da, tıpkı İbn Arabî gibi, kendi ifa ettiği vazifeyi bu kelimeyle (tercüme-tercüman) tanımlar. İbn Arabî Hazretlerinin Kitâbu’t-Terâcim’indeki hususî kullanım itibarıyla, kelime, her türlü nazariyattan arınarak tasaffi etmiş bir aklın muhtelif derecelerde muttali olduğu İlâhî İsimlerden aldığı sırların tercümesini ifade etmektedir. Zaten Kitâbu’t-Teracim ile “Faslu’l-Münâzelât” arasında yakın bir ilişki bulunduğu, risalenin hemen başında ima edilmektedir: “Ey kardeşlerim, yüksek bir himmete sahip olanlar arasında, yüce derecelere çıkanlar arasında bulunan sizler (zira ancak size sesleniyor ve öğretmek değil ama hatırlatmak namına konuşuyorum) bilmelisiniz ki, İlâhî İsimlerin hakikatleriyle insan-ı kâmilin şahsındaki insanî hakikatler arasında gerçekleşen yarı yol karşılaşmaları (münâzelât), tıpkı (kalpten Allah’a doğru) yönelimler ve İlâhî İsimler gibi, sayısızdır.” Biraz aşağıda ise şu cümleyi okuruz: “Münâzelât, ancak ve ancak şeriata en mükemmel surette riayetle elde edilebilir.”

İbn Arabî yine bir başka kitabında, Kitâbu’l-İsrâ’sında, metnin başından sonuna kadar, farklı ‘Abdullah’ların ağzından konuşur ve kendisini ‘velâyetin sayısız şekillerinin mütercimi’ olarak niteler. Burada mütercimden kasıt, velâyetin tüm dillerini bilendir. Terâcim dışında, örneğin Tercümânü’l-Eşvâk’ta da kendisini ilâhî hakikatlerin bir tercümanı olarak takdim etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri de kendisinin vazifesinin mütercimlik olduğunu beyan eder eserlerinde. Demek ki, o da velâyet dillerinin tümünü bilmekte ve tercümanlık yapmaktadır. Sualin sondan bir önceki cümlesinde ise, Kur’ân, ‘âlem-i gaybın tercümanı’ olarak nitelenir. Bu yönüyle Kur’ân da berzahtır. Mülk ile melekûtu birleştirendir. İnsan-ı kâmil için de bazı ârifler tarafından Kur’ân’ın kardeşi veya bizatihî Kur’ân ifadesi de kullanılmıştır. İbn Arabî bunu izah ederken Hz. Âişe (r.a.) validemizin Efendimiz’e ilişkin bir soruya verdiği cevabı hatırlatır: “Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” Bu mânâda Efendimiz, Kur’ân’ın kardeşidir, hatta yaşayan Kur’ân’dır. Zira Kur’ân’ın hakikatleri nefsinde tahakkuk etmiştir. Kur’ân’la getirdiği ilâhî hakikatler onun hayatının bütününe sirayet etmiş ve mütecelli olmuştur. Kur’ân nasıl ki gayb âleminin tercümanıdır, Efendimiz de (a.s.m.) onun mütercimidir. Efendimiz’in (a.s.m.) kâmil varisleri olan âlimler ve ârifler de Kur’ân’ın tercümanıdırlar. Üstadın burada kullandığı tercüman kelimesinin ıstılahî bir mânâsı vardır.

Şimdi cevaba bakalım:

“Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-yı i’caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-yi maneviyyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği Hak iktiza eder ve Hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür.”

Cevabın devamında Bediüzzaman iki ihtarda bulunur ve Kur’ân’da Risale-i Nur’a ve müellifine ilişkin çeşitli işaretleri ortaya koyar.

Risale-i Nur bürhandır, ama Kur’ân’dan te’yid edilmiş, ‘gücü’nü Kur’ân’dan alan bir bürhandır, Kur’ân’a güç veren bir bürhan değildir. Şerefi, Kur’ân’dan söz etmesindendir. Kur’ân’a tercümanlığındandır. Bu anlamda bâhir bir bürhandır.

Risale-i Nur, bir tefsirdir. Hem bir ilim olarak tefsir ilmine dahil bir tefsirdir; hem de ‘te’vil’ düzeyine ulaşmış, yani zâtiiyyûn olan bir İmam’ın te’vilidir. Kur’ân’ın bilgilerle ve zihnî bir çabayla ‘tefsir’i yapılabilir, aklî veya naklî tefsiri sözkonusu olabilir, ama Kur’ân’ın sonsuz olan anlam hazinelerinin en tesirli, en derinlikli ve irşad edici biçimde tefsirinin yapılabilmesi için te’vil düzeyine erişmiş olmak gerekir. Bu, müfessirin manevî mertebe ve makamına göre değişir.

Risale-i Nur, Kur’ân’ın manevî i’cazının parıltısıdır. Allah’ın en-Nur isminin tecelli ve feyzine mazhar bir Kur’ân tefsiridir.

Üstad burada ‘güneş’ ıstılahını da kullanır. Güneş, İlâhî Hakikatin sembolüdür. Kur’ân için de kullanılır. Risale-i Nur, Kur’ân güneşinin, İlâhî Hakikatin bir nurudur. Ondan yansıyan bir nurdur. Bu mânâda, Allah’ın en-Nur ismine mazhardır. Hakikat ilminin kaynağından ilhamdır. Ve yine tercüme ıstılahı karşımıza çıkar: ‘...ve feyzinden gelen bir tercüme-yi maneviyyesi...’ Tercüme kelimesi burada da ıstılahî mânâsıyla kullanılmaktadır.

Bu kullanımı doğrulayan sonraki cümle: “Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür.”

Nitekim Üstad Hazretleri, kendisini Risale-i Nur’un birinci talebesi olarak niteler birçok yerde. Talebelerinin hatıralarından da öğreniyoruz ki, Risale dersi okunduğunda, dinlerken mübarek yanaklarından yaşlar süzülürmüş...

  26.10.2005

© 2021 karakalem.net, Sadık Yalsızuçanlar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut