MUAREFE

ŞU DÜNYAYA gözlerimiz açtığımızda, eşitsiz doğarız hepimiz. Erkek ve kız olarak geliriz dünyaya. Farklılık, tabiatımıza işlenmiştir. Farklılık, eşitsizlik olarak görünür gözümüze.

Eşitsizliği kendisi başlı başına bir değer değildir. Önemli olan bu eşitsizlik içinde bir adaletsizliğin bulunup bulunmadığıdır. Eşitlik için de aynı durum geçerlidir. Herkese aynı şeylerin verilmesi de adalet olmayabilir. Susayan üç kişiyi düşünelim. İlk bakışta beş kişinin tamamına da su verilmesi eşitliğin bir gereğidir. Ama içinde ameliyatlı biri vardır ki hiç su içmemelidir. Hasta biri vardır ki az su verilmelidir. Orucunu açan sağlıklı biri vardır ki iftar vakti girer girmez hemen su verilmelidir. Bunun gibi sosyal hayatta da buna benzer bir çok eşitsiz durumla karşılaşırız. Erkek ve kadının da farklı yaratılması, yani eşitsiz bir şekilde yaratılması bu kabildendir.

Önemli olan adalet midir yoksa eşitlik ilkesi midir? Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi eğer şartları farklı olanlara eşit davranılırsa bu doğru olmaz ve adil olmaz. Öyle ise, farklılığın olduğu durumlarda, eşitlikten değil adaletten söz etmemiz doğru olur.

Neden farklı yaratılmışız o zaman? Bu soruya Hucurat suresinin 13. ayeti cevap vermektedir. ‘Ey insan, biz seni bir erkek ve bir dişiden yarattık ….ta ki, birbirinizle tanışasınız diye…’ Farklılığın amacı ‘muarefe’dir. Yani, tanışmak, yardımlaşmak ve sosyal ilişkilerde insanların bir biriyle karşılıklı köprüler kurmasıdır.

İnsanın birbirinin özelliklerini yok sayması, görmezden gelinmesi, tanışmaya değil, kavgaya tartışmaya sebeptir. Bu yok sayma hali, özelde iki insan(erkek-kadın) arasında, genelde de gruplar, toplumlar ve milletler arasında değerlendirildiğinde çatışmanın boyutu daha iyi anlaşılacaktır.

Muarefenin gerçekleşmesi gereken en önemli yerlerden biri aile yuvasıdır. Aile yuvası da bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır. Ve aile, yuvası ilk insanın yaratılışından beri vardır. Öyle ki insan, varlığını ve anlamını aile hayatında bulmuştur.

Aile içi muarefe, nasıl olmalıdır? İki farklı insanın, eşitlik uğruna bir savaş arenası mı, yoksa bir birini tanıma ve tanışma mahalli mi olmalıdır?

Söz gelimi duygusal olarak daha güçlü olan kadın, bu gücünü erkeğine karşı bir silah olarak mı kullanmalı? Yoksa duygusal paylaşımı sağlayıp, aile hayatını daha dalgasız sahillerde mi yaşamalı? Fiziksel olarak daha güçlü olan erkek, bu gücünü kadınına karşı bir baskı aracı olarak mı kullanmalı, yoksa onu himaye etmede mi kullanmalı?

Sorulması gereken ve cevaplanması gereken sorular bunlardır. Yoksa, hiçbir zaman gerçekleşmeyen ve gerçekleşemeyecek olan eşitlik kavramını mı tartışmalıyız.?

Bize verili olanlar üzerinden hak ve özgürlük kavramlarını üretebilirsek, hem kendimizle daha barışık, hem de tabiata meydan okumamış oluruz.

Bize verili olan hayatımızın en önemli kavramı farklılıktır. Farklılık, doğuşumuzdan ölümüze kadar hayatımızın her safhasında önümüzde duran, özümüzde var olan hayatımızın bir gerçeğidir.

Daha çocuk yaştaki insanlara, hayatın müşterek olduğunu değil, neredeyse erkek ve kadın arasında bir mücadele ortamı olduğunu öğretiyoruz. Bunun kime ne faydası var?

Çocukken bize öğretilenleri şöyle bir hatırlayalım. Erkek ve kız çocuklarını nasıl yetiştiriyoruz? İleride düzenli bir aile hayatı kurmaya dönük bir eğitim mi veriyoruz? Yoksa her kes kendi yoluna, erkeğin de kızın da kendi başına bir hayat kurmakta özgür olduğunu, ve isteyen istediği şekilde bir hayat kurma özgürlüğüne sahip olduğunu mu? Özellikle de kız çocuklarına, ilerde iyi bir eş, iyi bir anne, çocuklarını nasıl yetiştireceğini, nasıl terbiye edeceğini iyi bilecek bir insan olmalarını mı, yoksa erkek çocukları ile okulda sınavlarda nasıl rekabet etmesi gerektiğini, mi öğretiyoruz?

Üniversitelere gönderdiğimiz kızlarımızı, mutlu bir aile hayatı kurmaları için neler öneriyoruz? Kızlarımız üniversitelerden mezun olunca, nasıl iyi bir anne olunuru mu düşünüyor, yoksa bir an önce nerede çalışmaya başlayıp, ekonomik özgürlüğünü kazanmaya mı çalışıyor?

Hiç kimse çocuğunu kandırmasın, özellikle de kız çocuklarını. Hayata atıldıktan sonra, hayatın dengesi kendini bulduğunda, hayat, erkekler ile kadınlar arasında doğal bir denge haliyle kıvamını bulur. Eşitlik uğruna bir sürü okul vs. okuyan kız, evlendiğinde ve bir aile ortamına girdiğinde, hayatın hiç te önceden lanse edildiği gibi olmadığını, öğrendiğinde, önceki hayatında bir sürü lüzumsuz işlerle meşgul olduğunu anlar. Çocuk yetiştirmekten tutun, eşine karşı nasıl davranması gerektiğine kadar, bir çok konuda önceden anlatılanlarla hiç alakası olmayan bir hayat tarzıyla karşı karşıya kalır ve tabii ki temel imani bilgilerden yoksun ise bunalıma düşer.

Erkekler ve kızlar ‘hayat mücadelesine’ atıldıktan sonra, erkekler bir çok konuda bir adım öne geçer, kızlar tabiatlarından kaynaklanan sebeplerle bir adım geride kalır. Ama feminist bakış, kızların aslında erkekler tarafından bir adım geride bırakıldığını ileri sürer ve ‘pozitif ayırımcılık’ adı altında, kızlara şans verildiğinde aslında kızların, erkeklerden daha fazla verimli olduğunu ispatlamaya çalışır. Ve bu uğurda, asla kadına uymayan meslekler zorla kadına yaptırılmaya çalışılır. Kadının öğretmenlik, hemşirelik vs. gibi mesleklerinin yanında, amelelik gibi işler de yaptırılmaya çalışılır. Kadın ve erkek eşitliği fikri o kadar ileri gider ki, Rusya gibi bazı ülkelerde kadınlar, erkek tuvaletlerini de(hem de erkekler tuvaleti kullanıldığı sırada) temizlemek zorunda bırakılır. Kadının gücünün yetemediği bir çok işte, eşitlik uğruna kadın ter döker ve tabiatını zorlar. Tabii ki sonunda başarır bütün bunları. Ama ne uğruna ve niçin?

Ve hayat mücadelesinin sonunda erkek de ölür, kadın da. Birine ‘er kişi niyetine!’, diğeri ‘hatun kişi niyetine!’ cenazeler kaldırılır ve toprağa gömülür. Bir süre sonra da her ikisi de toprak olur gider. Bütün eşitlik uğruna mücadeleler, fikirler de beraberce toprağa gömülür.

Peki bu iktidar mücadelesi niye?

  17.10.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut