Yazar, güvenilir dağ mıdır?

TOPLUMSAL AURADAKİ 'yazar algısı' hastalıklıdır. Eğer 'yazar', 'insan'a ait olan bir gerçekliği aşan biri değilse, herkes gibi o da 'insan'a mahkumsa, Kafdağı'nın ardında yaşamıyordur. 'Umulan yazar' ile 'bulunan yazar' arasındaki farktan doğan hayal kırıklığı içinse, söylenecek çok fazla bir şey yok.

Evet 'yazar'; somut hayatı okuyan, ona bir anlam kuran soyutun ara sokaklarında yaşıyor. Bir ömürlük düşünsel yolculuk, 'yazar'ı somutun uzağına itmiş, 'kıyı'da yaşamayı boynuna bir tasma gibi geçirmiştir. Varlık algısı, hayatı okuyuş ve yaşayış biçimi, onu ortalama insandan ayırır. Çünkü o hayata, evlenmek ve doğan çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak telaşesinde gelip geçen şeyin ötesinde bir anlam yüklüyor.

Deniliyor ki, ‘Yazar, hayatı iki kere yaşamak ister; hem insanın hem de yazarın payını diler.’ 'Hayatı iki kere yaşama' durumu, doğrusu çok komik... Bu anlamda yazarın, sokağımızın başındaki, 'kanaatkâr bakkaliyesi'nin sahibi, hırslı Mevlüt abiden ne farkı var? Doymak bilmeyen bir şöhret arzusu, imajı başka şeylere tahvil etmenin düşleri bayağı kaçıyor.

Yazarın da kirlendiği söyleniyor.

Ne kirlenmedi ki!?

'Yazar' kendini koruyamadı bundan; o da modern zamanların hastalıklarından popüler olana gönlünü kaptırdı. Yani 'değerliliğini' hayatına taşımaktan çok, tüketimdeki metadan 'değerlilik' edinmek telaşesine düştü.

Bir şey söyleyim mi!?

Modern bireye dair bir müze oluşturmak mümkün olmayacaktır. Modern bireyin değerli kıldığı bir şeyi var mı ki, yarın öbür gün bir müzenin havasında onu hatırlatsın.

Yok!

Yok çünkü, o bir şeyi değerli kılmaktan çok, bir şeyden değer dileniyor.

Evet, 'hayatı iki kere yaşama isteği' bir doymazlıktır. Ancak bu, hayatın derine yolculuk yapmamakla da ilgilidir. Yunus Emre'nin, Mevlana'nın, Nietzsche'nin imaj kaygıları yoktu, dertleri vardı; kendileriyle ve hayatla ilgili... Kendilerini değerli kılmak suretiyle, hayatlarını anlamlı hale getirme telaşesi içindeydiler; 'artist yazar/düşünür' durumunu düşünemiyorlardı bile. Daha çok insandılar... Ve daha çok insan oldukları için, bugün yine Mevlana, Homeros diyoruz. Burunları havada, kıçları arkadan gelen tiplerden hiçbiri, bir Mesnevi, bir İlyada yazamıyor.

Şuna inanıyorum. Bilmek acıdır! Neredeyse dinlerin tümünün ortak çağrısı olan, ama daha çok Sokrat ile şöhrete kavuşan 'kendini tanı!' uyarısı içinde kendine ve hayata eğilen her zihin, bol bol 'susmak' toplayacaktır. Çünkü sahih olanı farkettiğinde, hayreti ve şaşkınlığı artar. Sahihlik karşısında insan bir şey yapabilir: susmak!... Hani sözün tükendiği yer var ya, orası işte susmak...

Susabilmiş adamın (sahici yazar) yaslandığı bir 'anlam'ı vardır. Bu anlamın içinde kalmak gibi bir kaygı taşır; kızılderili'nin, 'iyiliğini koru!' uyarısını unutmaz. Belki de 'yazar'ı en iyi tanımlayan şey, 'kaygı'dır. Hayatta bulunuşundan ve sahip olduğu anlamı yitirmekten duyduğu kaygı... Bu kaygı onu tutar; insanlar için anlamlı ne kadar şey varsa hayata dair, bunların hiçbirine dört elle sarılma becerisini göstermez. İçinde bir imparatorluk gibi yayılan kaygı her seferinde parmaklarını yumuşatır, hayata dört elle sarılmaz. Hayatın acemisi olur. Düşer kalkar devamlı; dizleri yara bere içinde kalır.

İki şey, 'yazar'ın yakasını bırakmaz.

1- Düşünsel yolculuğun birikimi olarak var olan 'anlam'ın, onu somut/gerçek hayatın acemisi yapmasından doğan arıza.

2- Doğa(sın)daki 'iyi' ve 'kötü'nün çatışmasından, herkes gibi etkilenmesi.

Bu iki şey, 'yazar'ı problemli kılar; 'yazıları' ile 'yaşadıkları' arasında çatlaklar oluşturur. Yazarın problemli oluşu da, anlayışla karşılanmaz. Karşılanmaz çünkü, o insanların 'güvenilen dağ'ıdır.

'Güvenilen dağ'da oturan 'yazar'ın, bu ülkenin sosyolojisinin diktiği bir elbisesi de var: ‘yazar herşeyin en doğrusunu bilir.’ durumu... 'Doğrunun hakimi yazar', insanları adam etme hakkını elinde bulundurur. En doğruyu o bildiğine göre, 'yanlış' yapma ihtimali de düşüktür. Ve onun yanlışlığa düşmesi, öyle sıradan bir şeymiş gibi karşılanamaz. Hem yazılarında 'doğru' adına kükreyip duracaksın, duyarlılık dökülecek mürekkebinizden, sonra ortalama insan gibi 'kötü'nün içinde poz vereceksiniz! Hayır, yazar düşemez!...

Bu ülkede, 'yazar'a böyle bir elbise giydirilmiştir. Karşımızdaki, neredeyse 'tanrı yazar'dır; ona dokunmak, Nirvana'ya ulaşmak gibidir. Hayır! Bu elbisenin kumaşı, kesim şekli, dikim biçimi sahih değildir. Bir kurmaca olarak hayatlara müdahale eden böylesi bir yazar aslında yoktur.

‘Ortalama’ insanı kuşatan hayat, 'yazar' karşısında pes etmiş değildir, hatta ortalama insan, hayat karşısında 'yazar'dan daha dayanıklıdır. Çünkü o; hayatın boşluk olarak gördüğü taraflarını doldurarak onu tedavi etmeye kalkmaz, sadece yaşar. 'Yazar' böyle değildir; üzerine üzerine gelen hayatın ‘ne’liğine dair zihninde beliren soruların gösterdiği boşluğa gözlerini dikmiş, bir çaresini bulup o boşluğu doldurmak istemektedir. Gölgesinde kaldığı hayatın boşluğunu doldurmaya uğraşırken, onu yaşamaya fırsat bulmaz. Hayatı yaşamadığı için de, hayatı bilmez; bilmediği bir hayatın sokaklarında düşer kalkar.

'Yazar belki de, hayat ile kendi arasındaki derin uçuruma dayanabilmek için yazıyor.' tespiti çok yerindedir. Çünkü 'çukur' ağzını açmış, onu çağırıp durur. Düşmemek için, kalbinden çıkardığı her bir 'yazı'yı çukurun ağzından aşağıya bırakır, çukuru 'yazı'yla doldurur.

  15.10.2005

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut