RİSALE-İ NUR’da yer almamakla birlikte, hatıralar yoluyla Bediüzzaman’a atfedilen sözlerde ‘peşinen kabul’e yatkın biri değilim. Peşinen redde de öyle. Bu iki uç tutum yerine, yüzyüze geldiğimiz rivayete ‘eleştirel’ bir bakış geliştirmekten; ölçüp biçtikten, özelde Bediüzzaman’ın yazılı mirası olarak Risale-i Nur terazisinde tartıp sınadıktan sonra bu sözlerin red veya kabul olunmasından yanayım.
Yanlış anlaşılmasın, bu, Bediüzzaman Said Nursî’den Risale-i Nur’da yer almayan bir söz nakleden kişilere ‘yalan söz’ filan izafe ediyor olmamdan kaynaklanmıyor. Ancak, “Hâfıza-i beşer nisyan ile mâluldür” gibi darb-ı mesel hükmüne geçmiş bir söz, hâfızaya fazla güvenmeme lüzumunu her hal ve şartta hatırlatıyor.
Öte yandan, ‘algının seçiciliği’ denilen bir psikolojik gerçeklik ile de yüzyüzeyiz. Bir söz bütününden bizim aldığımız, tastamam bütün olmuyor bu yüzden. Onun içinden bizim ilgi ve ihtiyacımıza veya halet-i ruhiyemize uygun kısmını seçip alıyoruz.
Ve bir de, formülasyonunu Marshall McLuhan’a borçlu olduğumuz “Medium is message” durumu var. “Mesajı aracı belirler” yani. ‘Algının seçiciliği’ hususuyla da ilgili bu durum, bir sözün ve bir mesajın, sözü ve mesajı alan aracılar elinde ‘dönüştürülme’si gibi bir akıbete de zihnimizi açık tutmamız gerektiğini fısıldıyor.
Başımıza çokça gelen ve kimi zamanlarda kimilerinin özellikle ve bilinçli şekilde gerçekleştirdiği zannını da taşıdığımız ‘yanlış anlaşılma’lara mani olmak için bu kayıtları düştükten sonra, sözü Risale-i Nur’da yer almamakla birlikte Bediüzzaman’a atfedilen bir söze getirelim: “Ben Mevlânâ zamanında olsam, Mesnevî’yi yazardım. Mevlânâ bu zamanda olsa Risale-i Nur’u yazardı.”
İyi niyetlerle aktarıldığından hiç kuşku duymadığım bu sözü, yukarıda zikrettiğim ‘eleştirel bakış’ süzgecinden geçirdiğimde, en azından sunulduğu ve algılandığı şekliyle, Bediüzzaman’ın sözü olarak düşünemiyorum. Zira, en başta belirttiğim üzere, Bediüzzaman’ın yazılı mirası olarak Risale-i Nur terazisiyle bu sözleri tarttığımızda, bizatihî Risale-i Nur, ‘Mevlânâ bakışı’ ile ‘Bediüzzaman bakışı’ arasındaki bir farka dikkat çekiyor.
Bu söz, görebildiğim kadarıyla, ancak Bediüzzaman’ın “Efkâr-ı âmme bir tefsir-i Kur’ân istiyor” tesbitinden hareket eden ‘usul’ arayışlarını ifşa eden Muhakemat’taki bir ifadesi dahilinde ‘doğrulanabilir’ bir mahiyet arzediyor. Bu eserin ‘birinci makale’sinin ‘onuncu mukaddeme’sinde, mesel ve temsilin hakikati akla yaklaştırması gerçeğinden hareketle, “Mesnevî sahibi ve Sâdi-i Şirâzî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakim, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmeleri’nden söz ederek, kendisi için de şu usul ve üslupta karar kılıyor: “Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssât ve hikâyetin köşelerine git.”
Bu anlamda, Bediüzzaman, kendi zamanlarında Mevlânâ ve Sâdî-i Şirâzî’nin yaptığı şekilde, ‘mesel ve temsil’ ile hakikate bir yol açma, bir köprü kurma lüzumundan söz ediyor; ve Risale-i Nur’da da bu tesbitin hayata geçirildiğini görüyoruz.
Buna karşılık, yine Risale-i Nur’u okurken, meselâ Mesnevî’nin muhtevası ile karşılaştırıldığında, bir yaklaşım farkı da kendini açıkça belli ediyor.
Mevlânâ’nın marifet-i ilâhîde ‘aşk mesleği’nin alemdarı olmasına karşılık, Bediüzzaman’ın ‘şefkat mesleği’nin bayraktarı olması; Mevlânâ’nın ‘vahdet-i vücud’ çizgisindeki duruşu ile Bediüzzaman’ın ‘vahdet-i vücud’u kategorik olarak dışlamamakla birlikte marifet-i ilâhî bakımından ‘daha geride’ ve ‘daha hususî’ bir yol olarak tarif etmesi, akla gelen ilk farklar.
Akla gelen ilk farklar; ama hayli büyük farklar...
Dolayısıyla, insana, ‘mesel’ ve ‘temsil’i hakikatin yolunda istihdam bakımından ‘özdeş’ duran bu iki büyük simanın, muhteva bakımından da ‘özdeş’liğinin mümkün olmadığını ihsas ediyor. Yani, başka farklar bir yana, sadece bu iki farka bakılsa bile, ne bu zamanda Mevlânâ’nın Risale muhtevasında bir eser yazabilmesi mümkün gözüküyor; ne de Bediüzzaman’ın o zamanda Mesnevî muhtevasında bir eseri tercih etmesi. Mevlânâ’nın Risale üslubunda, Bediüzzaman’ın Mesnevî üslubunda eser yazmasına tamam; ama iş muhtevaya gelince, aynı şeyi söylemek mümkün gözükmüyor.
Kaldı ki, bizatihî Bediüzzaman’a ait bir ‘Mevlânâ-Bediüzzaman’ karşılaştırması, Bediüzzaman’ dan hatırat yoluyla aktarılan sözü mutlak anlamda kabullenmemizi büsbütün imkânsız kılıyor.
Bu söz, ilginçtir, Mevlânâ’nın Mesnevî’si gibi Farsça olarak ve ‘şiire benzer’ bir surette yazılmış olan “Onyedinci Söz”de geçiyor ve doğrudan Mesnevî’deki bir ‘temsil’i hedef alıyor.
Mâlûm, Mesnevî, ‘ney’den söz ederek başlar. Türkçe çevirisiyle, “Dinle neyden çün şikâyet etmede / Ayrılıklardan hikâyet etmede” der Mevlânâ. Ney, genel olarak tasavvufta, özelde Mevlânâ’da önemli bir semboldür; ve kulun Rabbinden ayrılık ve uzaklığını, bu ‘yeryüzü gurbeti’nin kalbe verdiği hüznü ve Sevgili olarak Allah’a kavuşma özlemini temsil etmektedir.
Oysa Bediüzzaman, “Onyedinci Söz”de, Mevlânâ’nın ‘ney’ sembolizmini neredeyse tersine çeviriyor: “Güya şu ağaçların müekkel melâikeleri, içlerine girip her bir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir reşm-i küşadda onlara onları giydirmiş ki; o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne manidar vaziyetleri gösteriyorlar.”
Mesnevî’deki gurbet, hüzün ve firkat yüklü ‘ney’ sembolizminin yerini varoluş neşesi ve haykırışı yüklü, tecelliyât-ı esmâyı haykıran bir ‘ney’ anlatımıdır bu! Ve, ‘varoluşu anlamlandırma’ noktasında Bediüzzaman’ın ‘bediiyeti’nin de tescilidir.
Bediüzzaman, sözü burada bırakmayıp, bir bir sonraki mısrada şunu da diyecektir: “İşte o neyler, semavî, ulvî bir musikiden geliyor gibi, safi ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyat-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmâniyeyi ve tahmidat-ı Rabbâniyyeyi işitiyor.”
Varolmanın kendisinin Bediüzzaman’ın tefekküründeki merkezî yerini; ve varolma dolayısıyla Var Edene yönelik teşekkürü hiçbir hüzün ve musibetin gölgeleyemediğini gösteren bir bahistir bu.
Sözü uzattım, bitiremedim. Şimdilik, iki şeyi daha hatırlatarak durmanın tam zamanı.
Dilerseniz, “Onyedinci Söz”de ‘ney’e yüklenen bu ‘teşekkürât-ı rahmâniye’ ve ‘tahmidat-ı rabbâniye’ misyonu eşliğinde “Dördüncü Şua”yı bir kez daha okuyun; ve ‘beş çeşit gurbet’ içinde yazılmış o risaledeki “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Kayyûma göre hayata bak. (...) O cihet, uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter” cümlesi üzerinde özellikle durun.
Ve yedeğinizde, sevgili dostum, arkadaşım Mustafa Ulusoy’un Aynalar Koridorundaki Aşk romanında gerçekleştirdiği müthiş çözümleme içinde yer alan bir diyalogda geçen şu cümleleri hatırda tutun:
“. . . Kırmızı bir imkânsızdı. Yoktu. Ama Onun için hiçbir şeyin imkânsız olmadığı bir Yaratıcı vardı. Mutlak Yaratıcı ona varoluş fırsatı vermeyi irade etti. Kırmızı için bu çok önemli bir fırsattı. Varoluşu hissedebilme fırsatıydı. Mutlak bir Yaratıcıyı tanıma, bilme, O’nun istediği gibi bir hayatı yaşama, O’nunla ilişki ve bağ kurma fırsatı... Hele hele Mutlak bir Varlıkla bir bağıntı, ilişki halinde yaşama fırsatı, Kırmızı için sonsuz bir fırsattı. Fırsatlar yeni fırsatları açar. Bir kere varolduktan sonra bir daha hiç olmama, yok olmama, sonsuzlaşma, hep varolma fırsatı da bu varolma fırsatına eklendi.”
Sevgili Mustafa tam da bu bağlamda “İnsana verilen en önemli şey, kendisidir” derken ne kadar yerinde ve ne kadar da Risale’nin içinden konuşuyor!
Var kılınmakla, insan, var kalmayı garantilemiştir ve bu durumda dünya gurbetinin yasını tutmak değil, varolmanın şükrünü yapmak düşer.
Mevlânâ’nın ‘şekva’ duyduğu neyden ‘teşekkürat’ ve ‘tahmidat’ işiten Bediüzzaman’ın ‘beş çeşit gurbet içinde’ iken dahi yaptığı gibi...