İlk Günler

DEMİNDEN BERİ hemşirenin bebeğimi getirmesini bekliyordum. Doğar doğmaz, lütfen götürmeyin onu yanımda kalsın demiştim ama “bakımı yapılacak hanımefendi” cevabını almıştım.

Yahu ne bakımı yapıyorlar bir saattir diye söylene söylene vakti geçirmeye çalışıyorduk.

Birkaç aydır yüreğimin içine sıkıştırılan adeta pres yapılan duygular da sabırsızdı. Kimisi anlaşılır kimisi anlaşılmaz, kimisi serada kimisi süreyyada ama hepsi şefkat duygusuna bağlı bu alt duyguların da rahatlama anı gelmişti. Hepsi bir bir muhatabını bulacaktı. Depolanmış mahiyetten kurtulup, sarfedilmesi gereken yere sarfedileceklerdi. Kaldıramadığı için çatlama kıvamına gelen kalbim de bir “Oh!” çekecekti. Bunları düşünerek bekliyordum.

Ve geldi. Bebeğimi getirdiler, kucağıma verdiler. Deminden beri neler hissedeceğini farz ede ede heyecandan ölen bir annenin kucağına bebeğini sonunda vermişlerdi. Ona baktım, bir daha baktım. Bir daha, bir daha…

Hiç bir şey hissetmiyordum. Onu görünce ah benim canım yavrum, tatlım, bebeğim gibi şeyler söyleyeceğimi, hamileyken içimde bulduğum şefkat duygusunun tezahürlerini yaşayacağımı düşünüyordum. Onu sararken sevinçten öleceğimi, ona bakarken mutluluktan uçacağımı tahayyül ediyordum. Ama şimdi bu da neydi böyle?

O sahip çıkma, koruma, kollama, gözetme, minik yavrum için kendimi siper etme duyguları nereye gitmişti? Bebek kucağımda duruyordu ama adeta öylesine bir şeydi. Öyle geliyordu. Allahım ne acaip bir şeydi… Bu da anneliğin cilvelerinden mi acaba diye düşündüm.

Gerçi mutsuz sayılmazdım. Anne olmuştum, elbette mutluydum… Ama o an, kalbimi çatlatacak kadar yoğun hissettiğim duyguların tam da dorukta yaşanması gereken özel bir vakit değil miydi? Neden ah yavruuuuum diyerek, kana kana koklamak istememiştim onu. Neden yumuşak buseler kondurmak gelmemişti içimden? Buna benzer bir sürü soru sordum ama baktım ki aklıma hiçbir cevap gelmiyor, ben de etrafımdaki diğer insanlar gibi normal bir sevinç haletiyle gülümseyerek bebeğimi izlemeye koyuldum.

Aradan biraz geçti. Altını değiştirirken ağlamaya başladı bizimki. Öyle bir ağladı ki ağlamaktan dudakları kurudu, katılacak nerdeyse. Sanırım korkudan ağlıyordu, altını değiştirirken vücudunda bir değişiklik hissediyordu, birileri dokunuyor bir şeyler yapıyordu. Ne yapıldığını bilmiyordu ve o rahatsızlığı yaşamak istemiyordu. Yaşadığı korkuyu da tanımadığı için kendisini korkutacak her hareketim korkusunu bir kat daha arttırıyordu. Ağlamaktan sesi kalmayacak kadar ağladı.

O ağladıkça kaybettiğim o şefkat duygusunun bir çiçek gibi açıldığını hissettim tekrar. Onun korkusunu gidermek, yok etmek adeta korkuyu öldürmek istiyordum. Duyduğu rahatsızlığı def etmek, kovmak, savuşturmak istiyordum. Ona ufak da olsa acı veren her şeye düşman olmuştum birden. Galiba şefkatin “tık tık” ları başlamıştı. Hangi zamanlarda açığa çıkacağını da kestirmeye başladım. Karnı acıktığında acaba ağzına girebilecek bir şey var mı diye kafasını sağa sola çevirip emmek için bir şeyler aradığında da, kalbimdeki aynı şefkat kafasını uzatıveriyordu. Onun karnını doyurmak en önemli mesele oluyordu.

Şefkatimin gıdası onun acizliğiydi. Ne zamanki o acizdi, ne altını değiştirebiliyor, ne karnını doyurabiliyordu; o zaman şefkat daha bir uyanıyordu. Gerçi acizliği sadece altının değişmesi ve karnın doyması noktasında değildi ama ilk aşamada en zahir olanlar bunlardı.

Hiçbir şeyi tanımayan günahsız gözleri, baktığı şeylerin ne olduğundan habersizdi. Belki bir iki maddeye dokunmuş minicik elleri, dokunduğu şeylerin ne olduğunu bilmekten, algılamaktan acizdi. Duyduğu seslere tepki veriyordu ama neyin sesi olduğunu, neyi ifade ettiğini bilmiyordu. Ses olduğunu da bilmiyordu. Onun aleminde her şey değişik bir şeydi sadece. Fosforlu bir renk de aynı ölçüde dikkatini çekiyor, aynı şekilde onu şaşırtıyor; bir müzik sesi de aynı ölçüde dikkatini çekiyordu. Duyu organları henüz sadece değişikliği algılıyordu, onun için ses de renk de değişikti. Ama sesin renkten çok başka bir şey olduğunu bilmiyordu.

Ben bunları düşünürken bana bakıp gülüyordu ve bütün bunları bilmediğini de bilmiyordu. Bilebileceğinden habersizdi. En manidarı buydu, bilmenin ne oluğunu bilmediği için bilmediğini de bilmiyordu. Allahım, ne enteresan bir şeydi. Acizlik içinden acizlik çıkıyordu, sanki mücessem aczdi.

Bütün bu acizlikleri, gün gün, an an, her bakışımda her gözlemimde ona olan şefkatimi açtırdı, büyüttü. Anladım ki, onun her bir ihtiyacı, her bir acizliği ile daha bir gelişen, boy veren şefkat, onu ilk kucağıma aldığımda söyleyebileceğim aşkvari bir “ah benim canım yavrum” hissiyatı gibi o anda kalmaya mahkum değildi...

  29.09.2005

© 2021 karakalem.net, Mevlude Meriç



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut