Hasretsiz

MODERN ZAMANLARIN başat kültürü içinde savrulup duruyoruz. ‘Şey’lerle olan münasebetimiz kopmuş gibidir. Modern insan, biraz da ‘göçebe’dir; ‘yer’ler arası gidip gelen... Adresi yoktur onun, ‘ev’sizdir. Yersiz, yurtsuz, evsiz, adressiz olduğundan, hiçbir şeyle sahici bir ‘aidiyet’i de yoktur. Bu sebeple; memleket, ayrılık, gurbet, hasret, gariplik gibi kavramlar, neredeyse hayattan düşmek üzeredir.

Bizi aileye, arkadaşa, dosta bağlayan; etrafımızdaki nesne ve insanları ‘anlamlı’ hâle getiren imânî bakışın uzağına düşüp, her bir şeyi birbirinden bağımsız telâkki eden ‘modern algı’ya yakalandığımız nispette ‘yabancı’laşıyoruz. Aile, memleket, dost halesi, ‘bizi tutan’ şeyler olmaktan çıkıp ‘sıradan’laşıyorlar. Ve öyle olmaya başladıkları için de, onlara hasret duymuyoruz. Hasret duymuyoruz çünkü kendimizi onlara ‘ait’ hissetmiyoruz.

Kendimizi büyük ailenin (yaratılan her şeyin sahibinin ‘bir’ olmasıyla doğan aile mesela) ferdi olarak hissetmediğimizden; ben, sen, o ‘atomik’ cüzler olduğumuzdan, bir şeyle birlikteliğimiz o şeyle olan ‘iş’imiz kadar oluyor. Bizi anne-babamıza götüren şey mecburiyettir; ‘burada’ yaşatan ve ‘iş’ arkadaşlarıyla bir arada tutan... Bu mecburiyet kalktığında dağılıveriyoruz. Dağılıp kendi başımıza kaldığımızda, üzülmek bir yana, hafiften rahatlıyoruz. ‘Mecburiyet’in can sıkıcılığından başımıza kalmışlığın rahatlığına geçtiğimizi, dolayısıyla ‘özgür’leştiğimizi düşünüyoruz.

Şunu demek istiyoruz:

Modern (dini, kadim tasavvurları arkaya alan) algıya maruz kaldıkça ‘aidiyet’lerimizi yitiriyor, dolayısıyla ‘ayrılık’ denen o yakıcı durumları yaşamıyoruz. Ayrılamadığımız için de, ‘hasret’ duymuyoruz. ‘Hasret’siz kaldığımızdan, bir yere veya birilerine kavuşmanın sevincini yaşamıyoruz.

Netice şu oluyor:

‘Hasret’siz ve ‘sevinç’siz somurtkan bir hayat…

Bu durum, yaşanılası değildir. Ve bunu en çok ‘iç dili’ olan insanlar fark eder. Kalbine yaslanarak yaşayan, insanı ve hayatı anlamlı kılan ‘değer’lerden beslenerek büyüyen her zihin, bu sebeple büyük acılar yaşar. Ortalığı kasıp kavuran bu ‘yabancılaşma’ rüzgârının direncini kıracak ‘değer’leri yeniden hayata çağırmanın gereğini derinden hisseder. İç atölyesinde büyüttüğü güzellikleri hayata taşımak adına konuşur, bunları ‘yazı’ya döker. ‘Erguvan’ kıştan sonra gelen ‘bahar’ çiçeğiyse, ‘gönül eri’ olan sanatçılar, ‘kış’ta ‘bahar’a çalışır ve hep bir ‘erguvan hasreti’ duyarlar. Roman, hikâye, şiir ve denemeleri, kışı bahara yaklaştıran soluklar olur

  01.10.2005

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut