Şefkatli küçük azaplar

Abdurreşid Şahin

RESÛLULLAH (S.A.V.) sahabileriyle sohbet ettiği bir vakitte dışarıda tanımadık biri huzura kabulünü talep eder. Resûlullah gelenin şeytan olduğunu söyleyerek onu yanına getirmelerini ister ve karşılıklı konuşmaya başlarlar. Resûlullah sorar, şeytan cevap verir. Şeytan ve hilelerini tanımam açısından bir hayli istifade ettiğim bu uzun hadisi aktarmayıp, sadece konuyla alâkalı kısmını nakledeceğim ve Resûlullah’ın o hadiste sunulan bir tavrından bahsedeceğim.

Mü’minlere şeytanın mahiyetini bildirmek maksadıyla onu konuşturan Allah, aynı zamanda Resûlünün şeytana karşı hadiste geçen tavrıyla da Kendi rahmetinin nihayetsizliğini ders veriyor. Şeytanın uzun itirafından sonra Resûlullah (s.a.v.) şeytana kendisinden şefaat talep ettiği takdirde Allah’ın izniyle ona şefaat edebileceğini söyler, fakat şeytan bu teklifi reddeder.

Milyarlarca insanın kanına girip onları cehenneme sürükleyen, bütün âlemi fesada verip rahmeti nihayetsiz bir surette Allah’a düşmanlık sergileyen birine karşı Resûlullah’ın bu tavrı beni bir hayli etkiledi. Elbette hevasından konuşmayan o kudsî resul bu davranışını da Allah’ın ilhamıyla sergilemişti. Hali, kavli ve etvârıyla ümmete imam olup, vahy-i ilâhî olan Kur’ân’a elçiliği ve ayinedarlığıyla ‘yaşayan Kur’ân’ olarak anılmaya liyakat kesbeden Habibullah (s.a.v.), bu tavrıyla rahmeti gazabını aşan Rahman-ı Rahîm’in hadsiz rahmetine ayinedarlık ediyordu.

Habibinin dilinden rahmetinin nihayetsizliğini ders veren Rabbim, bu hadis vesilesiyle ezberimde olup da mânâsına nüfuz edemediğim bir âyetin ardında yatan bir sırrın kalbime açılması için bir anahtar verdi.

Âyet mealen şöyle:

“Biz onlara, olur ki dönerler diye, azabın en büyüğünü tattırmadan evvel küçük azap(lar) tattırırız.” (bkz. Secde sûresi, âyet: 21)

Bu âyetin yorumuna geçmeden evvel âyetin mânâsının açılmasıyla birlikte dünyamda anlamca yepyeni bir boyut kazanan bir hadisten bahsedeceğim. Hatırladığım kadarıyla devesinin üzerinde bir grup sahabeyle birlikte seyahat eden Allah’ın Resûlü çölde bir kadına rastgelir. Ateşin önünde duran bu kadın, çocuğunu göstererek, Resûlullah’a “Bir anne çocuğunu hiç ateşe atabilir mi?” diye sorar. Cevap çok açıktır: “Elbette ki hayır.” Kadın tekrar sorar: “Peki, o halde Allah kendi kullarını nasıl cehenneme atar?”

Bu soru karşısında Resûlullah (s.a.v.) devesinden iner ve secdeye kapanır.

Şimdi bir anne düşünelim: Çocuğu sehpanın üzerinde duran çaydanlıkla oynamak istiyor olsun. Annenin ikazına rağman çocuk hâlâ ısrar ederse anne ne yapar? Aklıma gelen en uygun çözüm, çocuğun elinden tutup çaydanlığın yakmayacak fakat sıcağı da hissedebileceği bir yerine elini değdirmesine müsaade etmektir. Çoçuk sıcağı hisseder, çaydanlıkla oynamanın tehlikeli oduğunu farkeder ve ondan vazgeçer. Çocuk tekrar ısrar ederse anne sıcaklığı daha fazla hissetmesini sağlar; tâ ki vazgeçsin. Burada anne daha şiddetli bir azaptan korumak için çocuğunun küçük azapları çekmesine müsaade etmiştir. Yoksa niyeti ona ızdırap vermek değildir. Şefkati buna müsaade etmez.

Bu âyetin muhatabı olan insan elbette küçük bir çocuk değildir. Heva ve hevesine uyup yanlışta ısrar eden insana, sonsuz şefkat sahibi olan Allah tarafından hatasından geri dönsün, kendini daha büyük azabın içine atmasın diye küçük azaplar verilir.

Bu âyetle, Rabbimiz çekilen ızdırapların genelde Allah’ın bir gazabı değil, çok daha büyük azaptan alıkoyan bir rahmet tecellisi olabileceğini müjdeliyor. Bir mânâda kendi çektiğimiz azaplara bu nazarla bakabileceğimiz gibi, başkasının, hatta kâfirlerin yaşadıklarına aynı nazarla bakabiliriz.

Bu şu demeye gelir: İkaz ettiğimiz halde yanlışta ısrar edip azaba duçar olan birine karşı tavrımız, “Oh iyi oldu. Beni dinlemedin, şimdi cezanı çek!” demek yerine, şefkatli bir ifade olan “Niyetim seni bundan korumaktı. Keşke dinleseydin de bu hale düşmeseydin” tarzında olmalı. Etrafımızda yaptığı yanlıştan dolayı azap çeken birini gördüğümüzde, Alllah’ın merhametiyle ebedî azaptan korumak istediği biri nazarıyla bakmak daha mü’minâne bir tavır gibi geliyor bana. Bu tavır nefreti öldürüp şefkati ikame eder kanaatindeyim. Resûlullah’ın (s.a.v.) şeytana karşı tavrında da bu sır saklı gibi...

Cehenneme gelince; inşallah başka bir yazıda genişçe çalışmak niyetiyle burada kısaca değinecek olursak: İnsan kendini sever. Rabbine ait muhabbeti kendi nefsine sarfetmekte o derece ileri gider ki, Rabbe meydan okuyan bir firavun olur. Bu tavır bir yönüyle insanın var olmaya karşı duyduğu şedit aşkın bir tezahürüdür. Enesi uğruna cehenneme girmeye bile razı olur. Kendince yokluğu cehenneme tercih ettiğinin bir tezahürüdür bu. Varlığa âşıktır insan ve varolmak istemiyorum tavrı günahını Allah’a karşı meşrulaştırmak için şeytanın öne sürdüğü bir desisedir.

Bu kısa izahla şunu demek istiyorum: Yokluğun azabı ebedî cehennemden daha da şedittir. Yokluk zaten yoktur. Öyleyse bu bağlamda cehennemi ademe gore küçük bir azap olarak görebiliriz. Cehennem bile Allah’ın bir nevi rahmetidir diyebiliriz.

Duygularımıza bakalım; yok sayılıp adam yerine konmamaktansa, ceza çekip dayak yemeyi bile yeğleriz. Özellikle eşler ve sevgililer arasında yokmuş gibi davranılmak en büyük ızdırap vesilesidir. Şekvaları dinlersek bunun doğru olduğuna ikna oluruz.

Rabbim yokluğun ızdırabını tattırmasın ve de gerçek azabı çekmeden yanlışı anlayıp ondan korunan kullarından eylesin.

Son sözüm: “Rabbimiz, bize dünyada ve âhirette hasene ver ve bizi cehennem azabından koru.” Amin.

  27.09.2005

© 2021 karakalem.net, Abdurreşid Şahin



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut