Koruma ve Şefkat

RAHMETLİ VE şefkatli bir el, bizi dünyaya getirdikten sonra, bizi bizden daha güçlü bir anne ve babanın kucağına emanet etmektedir. Henüz ne bir iktidarımız var, ne de bir ihtiyarımız(tercih etme kabiliyeti). Ağzımıza tutuşturulan bir süt haznesinden sadece emebilmekteyiz. Ağlamalarımız, acizliğimizdendir. Sadece ağlayabiliyoruz. İsteklerimiz, ağlamalarımızdır. Sadece bize verilenle yetinmekteyiz; acizliğimiz, gücümüzdür. En güçlü kimseleri bile bize hizmet ettiren bir güç vardır ve bu bize ait değildir.

Hiçbir narin bir bebek dile gelip, ‘hepiniz bana hizmet etmek zorundasınız!, ben, kendi gücümle sizi kendime hizmet ettiriyorum!’ diyemez. Belki, şöyle diyebilir: ‘Ben acizim, kendi isteklerimi yerine getiremiyorum, siz de bir çok isteklerinizi kendi başınıza yapamıyorsunuz. Beni ve sizi aciz bir şekilde yaratan Kudret, sizi benim emrime vermiş. Siz, O’nun izni ve rızası doğrultusunda bana hizmet ediyorsunuz; O’nun emri olmazsa siz de benim gibi bir adım bile atamazsınız. Öyle ise bani sahiplenmek yerine, beni, O’nun bir emaneti olarak bilmelisiniz.’

Aslında bu acizlik halimiz, ömrümüz boyunca sürüp gitmektedir. Bir iki yaşına kadar ancak yürümeye, üç dört yaşına kadar ancak konuşmaya, altı yedi yaşına kadar ancak anlamaya, on dört on beş yaşına kadar ancak iyiyi kötüden ayırt etmeye başlarız. Ve bu iyiyi kötüden ayırt etme hali bir ömür boyu sürüp gider. Doğruyu, kimimiz on beş yaşında, kimimiz ileriki yaşlarda, kimimiz de ömrümüzün sonunda buluruz. Bazen de ömrümüz bitmesine rağmen bulamayız hayatın doğrularını.

Her bir sonraki halimizin, bir öncekine göre ilerde olması, bize, ihtiyacımıza göre bir gücün ve iktidarın verilmiş olduğunu ve verilmeye devam ettiğini göstermektedir. Bu hal, ömür boyu devam etmekte ve insan oğlu güç ve iktidar kazanmaya devam etmektedir.

Bu güç ve iktidarın kendisine, sonradan verilen bir şey oluğunu unutan insan, güç ve iktidar kendisininmiş gibi davranmakta ve onu hoyratça kullanmaktadır. Hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen, her şeyin sahibiymiş gibi davranıp, kendisine verilen duyguları, emanetleri kendi istek ve arzuları doğrultusunda ve başkalarına zarar verecek tarzda kullanmaya başlar.

Yaratıcısının kendisine emanet olarak verdiği gücü, kendisininmiş gibi davranan insan, kendisine verilen koruma duygusunu da kendi emelleri uğruna harcar. Kendisini kendi bedeninin gerçek sahibi zanneder. Kendi evladını, eşini, akrabasını, malını kendisinin zanneder. Bu yanlış zanla, hiçbir şeyinin olmadığı zamanları(mesela bebeklik dönemini) unutur.

Kendisine verilen bu koruma duygusunu, Yaratıcıdan koparan insan, kendisinin gerçek bir koruyucu olduğu yanılgısına kapılır. Böyle bir insan, himayesi altındakilere, yaratıcısıymış gibi davranır. Sözgelimi, çocuğunu sanki kendisi yaratmış gibi sahiplenir, eşinin gerçek sahibiymiş gibi davranır.

‘Koruma ve Korunma’ başlıklı bir önceki yazıda belirttiğim gibi, kendi içinde esasen var olan bu duyguları yaşayamayan insan, sahipsiz hale gelmekte ve modern açmazların tuzağına düşmektedir. Bu en çok, erkek ve kadının, bir birini sahiplenerek, yekdiğerini baskı altına almasıyla ortaya çıkmaktadır.

Doğal olarak güçlü yaratılan erkeğin, ‘dışarı’dan gelecek saldırılara karşı koruma görevi olması, onun fıtratı gereğidir. Erkeğe göre daha az güçlü olarak yaratılan kadının ise, ‘içeride’ korunuyor olması ve bir erkek tarafından koruma görmesi de onun fıtratı gereğidir. Gücün erkeğe verilmesi, erkeğin her zaman güçlü olduğu anlamına gelmez. Kadın da güçlü olabilir. Ancak, güç dengesinin erkek aleyhine bozulması, erkeğin de kadının da doğasını bozar.

Kadının da güçlü olduğu konularda, bu gücünü erkek lehine kaybetmesi, yine erkeğin ve kadının doğasını bozar. Sözgelimi kadının çok güçlü bir şefkatle bezendiğini biliyoruz. Bu şefkat onu, kendisini, eşini, çocuklarını ve diğer insanları korumaya sevk etmesi onun doğal halidir. Burada da kadın, koruma duygusuna sahip olur. Kadın bu koruma duygusunu, şefkatle, merhametle, letafetle, çocuğuna ve kocasına karşı kullanırsa, tabiatına uygun davranmış olur. Koruma duygusunun ille de erkekte olması söz konusu değildir. Kadında da olabilir. Ancak önemli olan neyin korunduğudur.

Bediüzzaman’ın, ‘Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli’ ifadesinde yer alan yuva, aile yuvasıdır. Kadının bu yuvada korunmasıyla, erkek de korumuş olur. Kadının şefkatle erkeğini koruması da böyle mümkün olabilir. Yoksa, kadının güç mücadelesine girerek erkeğini koruması, şefkatten değil, güç ve iktidar savaşıdır. Erkeğin, kadını koruması da aslında kendi kendisini korumasıdır.

Kamusal alana çıkarak, erkekle omuz omuza hayat mücadelesine atılan kadın, neyin mücadelesini vermektedir? Bir erkeğin himayesini istemeyen bir kadın da koruma duygusuna sahip olduğunu iddia edebilir. Ancak böyle bir kadın, neyi koruyacaktır?

Korunacak olan ekonomik özgürlük mü? Yoksa aile bağları, şefkat duygusu, çocuk yetiştirme gibi değerler mi? Bu soruları arttırmaya ne dersiniz?

  26.09.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut