İçerideki out! Dışarıdaki in!

YABANCI TURİSTE, ‘kırmızı halı’, yerliye, ‘ne işin var burada?’

Bu ifade, çok satan bir gazetemizde geçen bir haberin başlığı. Bu başlık, sadece bir turizm anlayışını yansıtmıyor. Bizim gibi toplumlarda, ‘dışarı’ ve ‘içeri’ gibi kavramların genel bir karakteristiğini de yansıtıyor aynı zamanda. Bir yabancı turiste gösterdiğimiz ilgiyi kendi insanımıza göstermememizden tutun, mensup olduğumuz camianın dışındaki birine gösterdiğimiz ilgiyi, mensup olduğumuz camiadaki birine göstermememize kadar, gözümüzün çarptığı alımlı ve fakat fikriyatımıza aykırı bile olsa bir hatuna gösterdiğimiz ilgiyi ve alakayı kendi hanımımıza göstermememize kadar, pek çok örnek barındırıyor bu topraklar.

Yukarıdaki ifadeler, ifrat ve tefritin birer uç örnekleri olabilir. Ama hayatımız, bu ifrat ve tefrit sarkacında sürekli salınmakta; bir ifrat burcunda, bir tefrit burcunda sürekli bir sarkaç hareketi serdetmektedir. Sokaktaki vatandaşın hayatında bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Ancak, bu örnekleri çoğaltmak yerine, bunların beslenme kaynaklarını bulup, çözümü ona göre yapmamız daha doğru bir tavır olur.

Bu tavrın bir tarafında, ‘dışarıya’ karşı aşırı bir hoşgörü, kendi insanına karşı ise derin ve düşmanca bir tavır bulunmaktadır. Türkiye toprakları dışındaki bir dili, özellikle bir Avrupa lisanına ya da bir Amerika lisanına karşı saygı besleriz. Hatta derin bir hayranlık duyarız o ülkelerin insanlarına. Halbuki Türkiye toprakları dahilindeki bir dili, düşman sayarız. Hatta yok sayarız. Hatta komşu ülkelerden birinde bu dil konuşulduğu için, neredeyse o ülke ile savaşmaktan çekinmeyiz. İçerideki komşularımıza ve yakın komşularımıza karşı düşmanca tavır; bizden uzak ve hiçbir komşuluk ilişkisi içinde bulunmadığımız insanlara karşı dostluk gösterisi; garip bir çelişki. Tavırlarımız, ‘içerideki’ne ‘dışarı çık! Defol!’; dışarıdakine ise ‘nerede olursan ol, gel!; buyrun!, başımız üstünde yerin var!’ ifadelerini haklı kılmaktadır.

Diyelim ki bir siyasi parti kurdunuz. İyi bir hitabetle ve çevrenizdeki insanların gayretiyle ciddi ve güçlü bir parti oluşturdunuz ve bir yerlere geldiniz. Gücünüz artık ‘içeri’den eleştiriye tahammül edemeyecek durumdadır. ‘Dışarı’daki biri ise size gelmek istediğinde, daha önce istediği kadar sizin fikirlerinizin aleyhinde bulunsun, sırf size geldiği için makbulünüzdür. Baş üstünde tutarsınız. ‘Eski’ler, istediği kadar birikimli olsun; ‘dışarı’dan gelen, sizin baş tacınızdır. En iyi ‘köşe’leri ona verirsiniz. Zaten o da, sizin partiye geldiği için ve sizin partide bulunduğu sürece, artık sizin fikirlerinize sahip olacaktır.

Aynı tavrı sözümona siyasi bir hüviyeti olmayan cemaatlerde de görebilirsiniz. ‘Dışarı’dan gelen, ‘içeri’deki ‘eski’lerden daha el üstünde tutulur ve ‘dışarı’ya karşı bir tür gövde gösterisine dönüştürecek kadar yüceltilir. Hatta öyle ki, ‘dışarı’dan gelen, daha önceki israiliyatını da beraberinde getirir ve ‘içeri’dekilerin fikir babası haline bile dönüşebilir. İçeridekinin ise vay haline! ‘Asla bizi eleştirmeyeceksin!’ ‘birlik ve beraberliğimizi bozucu hareketlerde bulunmayacaksın!’ ‘fitne çıkarmayacaksın!’ Bu emirler böyle devam edip gider. Ne zaman ki eleştirilerin, bu ‘on emir’ niteliğindeki kurallara aykırı hale geldi. O zaman tasını torbanı alıp ‘dışarı’ gideceksin. Ve sen artık ‘dışarı’dakilerden daha ‘dışarı’sın. ‘Dışarı’dan gelene alabildiğince demokratsın, liberalsin; ‘içeri’dekine ise alabildiğince despot. Özellikle içerideki eleştirilere tahammül edemeyen ehl-i dinin ceridelerinin kulakları çınlasın! Ve ‘içeri’de alabildiğince özgür olarak kalem sallayan ‘dışarı’nın kalem ehlinin, bu özgürlüğü devam ederken, ‘içeri’de durup ‘içeri’den bir istibdada maruz kalan kalem ehline selam olsun!

Evet yukarıda anlatılanlar ifrat ve tefritin bir ucuydu. Diğer ucunda ise, ‘içeri’nin ve ‘dışarı’nın tamamen bir birinden koparılacak kadar bir birinden uzakta tutulmasıdır. Bu ‘dışarı’yı, bir tür ‘öteki’leştirmedir. ‘İçeri’yi ise, soyutlamadır. ‘Dışarı’sı tu kaka!’dır. ‘İçeri’si ise, güllük gülistanlık. ‘İçeri’deki, can ciğer yoldaşımızdır, tarafgirimizdir, doğru da olsa yanlış da olsa bizi alkışlayandır. Gerektiğinde bizim için parmak kaldırandır, kendisini bize feda edendir. ‘Dışarı’daki ise, düşmanımızdır. İçimizdeki bile olsa, tarafgirimiz olmadığı sürece, o da ‘iç düşmanımız’dır. Onun aramızda yeri yoktur. O artık düşmanlarımızın, içerideki ‘işbirlikçi’sidir.

Gerek ‘içeri’nin, gerekse ‘dışarı’nın bu paradoksal yapısı, ifrat ve tefritin sarkacında sürekli yer değiştirmektedir. Aslında her iki tavrın da kaynağı, tarafgirlik psikolojisidir. Bu psikoloji dem ve damarlarımıza o denli işlemiş ki, bunun için siyasi bir görevde olmamız gerekmiyor. Veya siyaset yapmamız gerekmiyor. Basit bir futbol maçını bile seyrederken bile, hemen birine meyledip birinden yana tavır koymamız bunun en masumudur. Bu psikolojik saik ile, iki ülke arasındaki savaşta, hemen birinin yanında yer alırız. Dünya savaşlarında tarafgirimiz, mutlaka bizim için hatasızdır, en iyisidir. Dindaşımız bile olsa, madem ki bizim bulunduğumuz tarafta yer almıyor, o halde düşmanımızdır.

Bu tarafgirliğin bize neler yaptığını burada ayrıntılı olarak anlatmayacağım. Bunun yerine, tarafgirlik ile siyasi duruşun irtibatına kısaca değineceğim.

Said Nursi’nin geçen yüzyılın başlarında, şeytandan kaçarcasına siyasetten uzak durmasının sebebi, siyasetin kendisinden çok, siyasetin bu zalim tarafgirlik ruhundan dolayıydı. Zira, bu tarafgirlik ruhundan dolayı, melek gibi bir insan, aynı kulvarda yer almadığın için, sana düşmandı. Şeytan gibi bir insan ise, sırf tarafgirin olduğu için rahmet okuduğun bir melek gibiydi. Bu da bir çok melek gibi insanın, şeytan gibi görülmesine yol açacak kadar içinde zulüm barındıran bir davranıştı. Öte yandan şeytan ya da şeytanlaşmış insanların barınmasına sebebiyet verecek kadar zalim bir tavırdı.

Takım tutar gibi siyaset yapmak, takım tutar gibi gazete okuma, takım tutar gibi cemaat anlayışına sahip olma vs. vs. bunları çoğaltabiliriz. Ancak ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım, bunların ortak özellikleri değişmez. Hepsinin ortak özelliği haline gelmiş bulunan bir tarafgirlik hastalığıyla karşı karşıyayız. Bu, yine geçen yüzyılın başında bir siyasi hareket için prensipler ortaya koyan bir Bediüzzaman’ın eleştirdiği bir tutumdur. Ki Bediüzzaman’nın tavsiyeleri bir siyasi partiye yönelikti. Bu günkü yapılanmaların ise, sözüm ona siyasi parti olmamalarına rağmen, tarafgirliği bir siyasi parti anlayışı kadar özümsemiş olmaları ise, ‘cemaat’in ‘cemiyet’e dönüşmesinin açık bir delilidir.

Bu tarafgirlik hastalığı, kendi cemaatdaşını savunan ama gerektiğinde onu meşrebi uğruna dışlayan ve ‘öteki’leştiren bir tutumdur. Burada bir paradoksla karşı karşıyayız. Önce ölümüne kendi tarafgirini savunan kişi, kendi zihninde oluşturduğu resmi ideolojisi uğruna gerektiğinde kendi tarafgirini de satar duruma gelmektedir.

‘Gaye-i hayal olmazsa ezhan, enelere dönerler, etrafında gezerler.’ Diyen Bediüzzaman, herhalde, ulvi ideallerin ya da ulvi konuların idealleştirilmediği zamanlarda, zihinlerin kendilerini idealleştirdiğini anlatmaya çalışmaktadır.

Siyasi tarafgiri olan şeytana rahmet okutan ve tarafgiri olmayan meleğe lanet okutan yaklaşım. ‘Benim siyasi partimdeki şeytan da olsa, senin partindeki melekten iyidir.’ Bu taassubane yaklaşım, bir süre sonra kendi partidaşını da o zalim düstura feda etmektedir. Zira, ‘birlik beraberliğimiz bozuluyor; tek ses, tek yumruk olmamız lazım vs.’ gibi gerekçelerle farklı fikirlere tahammülsüzlük, kendi içinde bir oligarşi oluşturmakadır. İşte sorunun varacağı yer burasıdır: Zümre oligarşisi.

Burada tek kişinin istibdadından değil, grup halinde istibdattan söz ediyoruz. Gayet demokratik ortamlarda ortaya çıkan bu durum, demokrasiyi içerden kemiren bir kurt gibi, demokratik teoriyi de sarsmaktadır.

Tarafgirlik hastalığının ve bunun yol açtığı istibdad ve özgürlüksüz bir ortamı, ‘adalet’ esasının dışında tedavi edecek bir yol yoktur. ‘İçeri’dekine de ‘dışarı’dakine de adil davranıp, doğruya doğru, eğriye eğri demek zorundayız. İçerideki yanlış yapabilir, yanlış yaptığında ona şefkat edip, ‘öteki’leştirmeden, ‘boynundaki akreb’i gösterebiliyorsak; ‘dışarı’dakinin de yanlışlarını gösterip, doğrularını sahiplenebiliyorsak; bunları yaparken ‘içeri’yi de ‘dışarı’yı da sıdk, doğruluk ve adalet esaslarına göre tefriş edebiliyorsak ne mutlu bize!

  05.09.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut