ASR–I SAADETİN olaylarını kronolojik bir sırayla okurken, o ‘saadet asrı’nda bir ‘hüzün yılı’ çıkar insanın karşısına: nübüvvetin onuncu yılı. Bu yıl, bizatihî Resûl–i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın ifadesiyle ‘senetü’l–hüzün’dür. Yani, o seneye bu adı veren, bizatihî Hz. Peygamberdir.
Nübüvvetin onuncu yılı, gerçekten hüzün yılıdır. Zira, bu yıl içinde onu kavmine ve kabilesine karşı koruyan amcası Ebu Talib öldüğü gibi, o dışarıda her ne sıkıntı ve eziyete uğrarsa uğrasın evine döndüğünde huzur ve sükûn bulmasını sağlayan ‘anneler annesi’ eşi Hz. Hatice de vefat etmiştir. Ve, bu iki ölüm dolayısıyla Hz. Peygamber’in evde ve ev dışında ‘sığınaksız’ kaldığında, gemi azıya alan Mekkeli müşrikler onu öldürme planları yapmaya başlamışlardır. Bu yüzden Taif’e iltica etme teşebbüsünde bulunan Nebiyy–i Zîşan (a.s.m.), bir büyük darbeyi de oradan yemiş; iltica talebiyle gittiği bu şehri taşlanarak terketmiştir.
Resûl–i Ekrem’in (a.s.m.) iki vefatın akabinde en ziyade zulme maruz kaldığı ve kendisini en ziyade savunmasız bulduğu bu yıl, diğer taraftan, onun ubudiyetin en kemal çizgisine ulaştığı yıldır. Esbab dairesinde herşeyin aleyhine dönmüş gözüktüğü o ortamda, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, ‘aczini dergâh–ı ilahîde mühim bir şefaatçi yapma’nın eşsiz bir örneğini yaşama imkânını da sağlamıştır. Hz. Peygamber’in taşlanarak Taif’ten kovulduğu, ancak bir bağa sığınması sayesinde taşların vücudunu daha fazla yaralamasından kurtulduğu bir hengâmda yaptığı ilk iş, namazdır. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sığındığı o bağda biraz dinlenip sükûn bulduktan sonra, yarasını temizleyip abdest almış, ardından da iki rekat namaz kılmıştır. Namazın sonunda Rabbine sunduğu münacat ise, Rububiyet-ubudiyet ilişkisinin tarifsiz bir örneğidir. Meali dahi insanı huşû ve huzûa getiren bu münâcatta, Nebiyy–i Zîşan (a.s.m.), bir ‘abd-i aciz’ olarak Kadîr-i Rahîm’e şöyle seslenmiştir:
“Yâ Allah! Gücümün zayıflığını, tedbirimin azlığını, halk nazarında hakîr görülüşümü sana arz ve şikâyet ediyorum.
Yâ erhamu’r–râhimîn! Sensin zayıf düşenlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim!
Sen beni kime bırakıyorsun? Senden uzak olan ve beni gördükçe suratını asan kimselere mi? İşimi eline verdiğim düşmana mı?
Eğer Senden bana karşı bir azap yoksa, hiç gam çekmem.
Senin af ve mağfiretin, benim için, gazabından daha geniştir.
Senin üzerime gazab indirmenden, yahut gazabının üzerimde yerleşmesinden, Senin karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini düzene koyan Vechinin Nuruna sığınırım!
Herşey Senin rızan içindir ve bütün güç, kuvvet de Sendedir, Senin Elindedir!”
Müthiş bir teslimiyet yüklü bir münacattır bu. Hz. Peygamber, kendi durumu, uğradığı eziyeti dergâh-ı ilâhîye şikayet ettikten sonra, “Eğer Senden bana karşı bir azap yoksa, hiç gam çekmem” diyerek, bu yaşadıkları Rabbi tarafından bir gazap ve bir itab olarak gelmedikten sonra bütün bunlara razı olduğunu bildirmekte; ve doğduğu yerin ölümüne susadığı, sığındığı yerin ise taşlamayı seçtiği o şartlarda nihaî sığınağın o olduğunu ve buradaki herşeyin O’nun için olduğunu teyid etmektedir.
Bu münâcatın hemen ardından vuku bulan ilk olay, son derece manidardır. Mekke’de barınamayan, Taif’ten de taşlanarak kovulan Hz. Peygamber’in yanına sığındığı bağın Hıristiyan kölesi Addas gelecek ve bağın sahibi iki Mekkeli müşrikin yolladığı birkaç salkım üzümü getirecektir. Efendimizin o esnada Addas’la yaptığı üç-beş dakikalık sohbet, Addas’ın nereli olduğu, Addas’ın memleketi Ninova’nın Hz. Yunus’un memleketi olduğu, Peygamberlerin ‘kardeşliği’ üzerinedir. Sohbet-i nebevîden bu kadarlık bir hissedarlık, Hıristiyan köle Addas’ın kalbini İslâm’a açmasına yetmiştir. Mekke ve Taif örneğinde görüldüğü üzere, kendi kavim ve kabilesinin ona yüz çevirdiği hengâmda umulmadık bir anda umulmadık bir yerde umulmadık bir kişiden gelen bu hidayet, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) az önce ettiği münacata karşı dergah–ı ilâhîden taze bir kabul mesajı niteliğindedir.
Yine bu münâcatın ardından, Cebrail aleyhisselam Resûl–i Ekrem’e gelerek Rabbinin onu kendisini taşlayan Taifli zalimler güruhuna karşı Allah’ın gazabını ve azabını isteyip istememe hususunda muhayyer bıraktığını söyler. O şanlı nebî, “Ben rahmet peygamberiyim” sözünü, işte öylesi bir vasatta söyler. ‘Ben onların helâk olmalarını istemem. Bilakis, Allah’ın onların sulblerinden yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.”
Mekke’ye dönüş yolunda, yine bu münâcatın ardından gelen bir diğer ilâhî ikram ise, kavmi ve kabilesi onun sözlerine kulak tıkamışken, Nahle’de namaz kılarken okuduğu Kur’ân’ı duyan cinlerin imana gelmesidir.
Sonrasında, Hz. Peygamber, Mut’im b. Adiyy’in sağladığı himaye ile hiç kimse ona ilişemeden yeniden Mekke’ye girebilecektir. Bu, Hz. Peygamber’e bu eşsiz münâcatın ardından gelen dördüncü bir hediyedir.
Hediyelerin en büyüğü ise, biraz daha sonra gelir.
Kudsî nebi, o hüzün yılında iki büyük ölümün ardından önce Mekke’de, sonra Taif’te uğradığı haksız ve çirkin muameleyi öfke nöbetlerinin, hikmetsiz feveranların yahut Rabbine karşı isyanın sebebi yapmadığı; bilakis, böylesi bir durumda ‘aczini dergâh-ı ilâhîde en mühim bir şefaatçi’ kılan muazzam bir sükûnet ve teslimiyet hali sergilediği için, o hüzün yılının ertesinde yeryüzünde başka hiçbir insanın erişemediği bir nimete mazhar kılınır: Mirac.
Mirac ki, ‘beş vakit namaz’ gibi bitimsiz bir hediyeyi de getirecektir.
Mirac’ın da yaşandığı bu ‘ertesi yıl’da gelen bir diğer ilahî hediye ise, Medine’nin sinesini İslâm’a ve Peygambere açmasıdır.
Hüzün Yılında hüznün en yoğun günlerinin hemen ardından gelenlerin ve Hüzün Yılının ertesinde gelenlerin, yılını ‘hüzün’le yaşayan mü’minler için söylediği çok şey vardır.
Demek ki, musibetlerin üstüste yığılmış gözüktüğü ve sebepler âleminde hiçbir ümit ışığının gözükmediği bir durumu yaşıyorsak, bize düşen, asla isyan değil, asla yeis de değil, dua ve münacattır. Aczini dergâh-ı ilâhîde en mühim bir şefaatçi kılan halis bir yönelişle Rabbinin rahmet kapısını çaldığında, karşılık muhakkak gelecektir.
Kısacası, hüzün yılları ve de hüzün günleri, asla ve asla, öfke, isyan ve galeyan günleri değildir. Mü’mine düşen, böylesi yılları ve günleri Peygamber mirası bir teslimiyetle karşılayıp, Zât-ı Zülcelâl’in ‘karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini düzene koyan Vechinin Nuruna sığınmak’tır.
Bu başarıldığı takdirde, Rabb-i Rahîm bize âcil ikramlarda bulunduğu gibi, Mirac-misal inkişaflar ve Hicret–misal fütuhatlar da ardısıra gelecektir.
Ne mutlu hüznünden mirac meyvesi devşirenlere!
Ne mutlu aczini isyan sebebi değil, rahmeti celb vesilesi kılanlara!