Vahdetî’den ileride miyiz?

BEDİÜZZAMAN’IN DİKKATLİ okuyucuları, Yeni Said’in yazdığı risaleler kadar, lâhika mektuplarını ve Eski Said’in yazılarını da yakînen bilirler. Bu meyanda, Eski Said’in eserlerinden biri olarak Divan-ı Harb–i Örfî’yi gözden kaçırmış olmaları imkânsızdır. Ana gövdesini Bediüzzaman’ın 31 Mart Vak’ası üzerine idam talebiyle çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesinde yaptığı savunmanın oluşturduğu bu eser, gerek bir bütün olarak, gerek parçaları itibarıyla, müthiş dersler barındırır.

Divan-ı Harb-i Örfî’deki parçaların verdiği dersler arasında belki en ziyade akılda kalanı ise, benim gibi çoklarının da ezbere tekrar edebilir durumda olduğu, “Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin...” diye başlayıp devam eden kısımdır.

Bu kısmın özellikle akıllarda kalışının sebebi tam olarak nedir bilmiyorum. Ancak, ‘edipler’den, özellikle de gazete yazar ve muhabirlerinden sittin senedir ‘çok çekmiş olmamız’ın bunda ciddi bir hissesi olduğunu düşünüyorum. Sittin senedir, edibler zümresi içinden kendisini kurtarıcı ilan eden, dini ise esaret sebebi bilen etkili bir zümrenin din ve dindar sözkonusu olduğunda ‘5N1K’yı bir tarafa bırakarak yazdıklarından, hatta yeri geldiğinde ‘zinde kuvvetler’i galeyana getirmeyişlerinden ‘çok çekmiş’ insanların, Divan-ı Harb–i Örfî’nin bunca paragrafı arasında bunu özellikle hâfızalarına yerleştirmeleri normal olsa gerektir. Keza, İblis misali, “Ben düştüm, onlar da ayakta duramasın” halet-i ruhiyesiyle, insanları ‘kendine benzetmeye’ çalışan, yeri geldiğinde işlediği ahlâksızlığı dahi ballandıra ballandıra anlatmaktan çekinmeyen ‘edebsiz edipler’in de algının bu seçiciliğinde kesinkes rolü vardır.

Fakat, bilir misiniz ki, Bediüzzaman’ın “Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar” diye başlayan sözleri, 1909’un şartlarında din-karşıtlığı veya açık bir ahlâksızlık sergileyen edipleri hedef alarak söylenmemiştir. Onların da, böylesi bir sözden elbette hisseleri vardır; ama sıkı durun, bu söz, esasen, dindarlığıyla maruf bir yazarı en birinci muhatap seçerek söylenmiştir.

Ki işin bu tarafı, Eski Said hayatı gibi, Yeni Said hayatı da, en başta ‘insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet’ olan (bkz. Âl-i İmran, 3:110) mü’minler topluluğunun ‘hakikat-ı imaniye ve ahlâk-ı islâmiye ile mutavassıf’ olması yönündeki şaşmaz gayretinin bir tezahürüdür.

Sözün kısası, bu sözün birinci muhatabı, Hüseyin Cahid ve benzeri isimler değildir. Bilakis, böylesi isimlerin ortaya koyduğu düşünce ve tavırlar yüzünden galeyana gelip, ‘edeb-i İslâmiye’nin gerektirdiği ölçünün dışına çıkan sözler ve fiiller sergileyen mütedeyyin ‘edibler’dir. Özelde, Volkan gazetesinin sahibi ve başyazarı Derviş Vahdetî’dir. Zira, Volkan gazetesinin bir büyük kültür hizmeti olarak M. Ertuğrul Düzdağ tarafından hazırlanıp İz Yayıncılık tarafından basılan tam ve aynen metin neşrinden anlaşılacağı gibi, Kıbrıslı Derviş Vahdetî, gayretli, hamiyetli bir dindar olmakla birlikte, hissiyatı fikriyatına galip gelebilen biridir ve o günün şartlarında gerek içine girdiği siyasî angajmanlar, gerek bazı fikir erbabınca dine karşı sergilenen saldırılar dolayısıyla, yazarken ‘kantarın topuzu’nu kaçırabilmektedir.

Bediüzzaman, işte böyle bir ortamda, bir mü’minin her hal ve şartta itidalini muhafaza etmesi, üslubunu adaletli bir çizgide tutması, ‘söylenti’yi gerçekmiş gibi dile getirmemesi.. gereği gibi bir dizi ‘edeb-i İslâmiye’ ölçüsü dahilinde Vahdetî’yi—ve Vahdetî’nin şahsında bütün ‘edibler’i—uyarmaktadır.

Ancak, burada, nedense hiç de gözönüne alınmayan bir veçhe daha vardır: Bediüzzaman, bu uyarıyı nerede yapmıştır? Bu uyarı, Ahmed Râmiz Divan-ı Harb-i Örfî’yi 1911’de kitap halinde bastırırken mi esere konmuştur?

Ki, böyle olsa, iki yıl önce 31 Mart’ın ‘günah keçisi’ ilan edilerek idam edilmiş Vahdetî’ye ‘ölümünden sonra’ laf söylemek anlamına gelir; Bediüzzaman gibi bir mü’min ise böyle nâmertliklerden elbette münezzehtir.

Bilakis, bu uyarı, bizatihî Volkan gazetesinde yapılmıştır ve tarihi Rûmî 2 Nisan 1325’tir (Milâdî 15 Nisan 1909). Yani, 31 Mart’ın iki gün sonrası...

Dahası, bu uyarı, Volkan’da “Biraderim Derviş Vahdetî Bey’e” başlığı altında yayınlanmıştır. Yani, Bediüzzaman, doğrudan ve öncelikle Derviş Vahdetî’yi hedef alarak konuştuğunu, onu itidal-i deme davet etmekte; saldırgan ve dışlayıcı üslubunun ‘edeb-i İslâmiye’ye uygun düşmediğini bildirmektedir.

Durum bu olunca da, yeni ve farklı bir gerçek daha çıkmaktadır insanın karşısına: Derviş Vahdetî gibi ehl-i din nezdinde de yüz yıldır ‘vurun abalıya!’ konumuna itilmiş biri, bütün o hamiyetli ama müteheyyic ve fevrî kişiliğine rağmen, bir mü’min kardeşinden gelen ve doğrudan kendisine yönelen bir eleştiriyi sahibi ve editörü olduğu gazeteye koyabilmiştir!

Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın ilgili sözlerinin muhtevası kadar, onun söylendiği zemin ve ifade edildiği mekân da dikkat çekicidir.

Bediüzzaman, ‘arkadan’ konuşmak yerine, Derviş Vahdetî’nin ‘yüzüne konuşmuş’tur. Ki bu, Bediüzzaman’ın mertliğinin ve gıybet gibi pest ahlâklardan uzaklığının göstergesidir.

Bediüzzaman, Derviş Vahdetî’nin sergilediği üslup ve usul hatası matbuat lisanıyla gerçekleştiği için, yine matbuat lisanıyla konuşmuştur. Bu da, ‘matbuat yoluyla sergilenen bir yanlışa matbuat yoluyla cevap’ şeklinde bir ölçüyü bize vermektedir.

Bediüzzaman, matbuat içinde Volkan gazetesinde sergilenen bir yanlışın sahibini yine Volkan gazetesinn sayfalarında uyarmıştır. Ki bu kişi, bir kez daha tekrar edelim, Volkan gazetesinin sahibi, editörü ve başyazarıdır. Ve o kişi, üstelik müteheyyic ve duygusal bir kişi olduğu halde, Bediüzzaman’ın bu uyarısına “Burası bana ait. Ben istediğim gibi yazar, istediğim yazıyı da koymam. Senin uyarını da kendi gazeteme koyup kendime lâf söyletmem” dememiştir. Hazm-ı nefs edip, “Biraderim Derviş Vahdetî Bey’e” başlığıyla doğrudan kendisini hedef alan ve “Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar...” ifadeleriyle başlayan keskin bir eleştiriyi sahibi, editörü, başyazarı olduğu gazeteye koyabilmiştir.

Kendi namıma, bugünün ‘dinî ceride’lerinin doğrudan veya dolaylı şekilde muttali olduğumuz hallerine; hemen her birinde gördüğümüz ‘savunmacı’ ve ‘korunmacı’ tavır daha bir damarıma dokunuyor. Ortada aşikâr bir yanlışın olduğu durumlarda dahi kendi grubuna, önderine, partisine, fikrine, hatta sayfaları arasına aldığı falan veya filan reklamına asla laf söyletmeme, toz kondurtmama ve eleştiri yaptırtmama tavrı karşısında, sormadan edemiyorum:

Bu noktada, dünün ve bugünün ‘vurun abalıya’sı Volkan başyazarından gerçekten ileride miyiz?

  30.08.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut