Saylanları Kurtarmak!

1924 YILI “yıkım yılı”ydı. Kazmayı küreği kapan eski rejimin kurumlarını yıkma işine girişti. Önlerinde çağdaşlaşmak gibi ulvi bir dava vardı. Medeni Avrupa ülkelerinin gözü üzerimizdeydi. Tekke ve zaviyeler kapatılarak, insanların dini anlama biçimleri disiplin altına alınmış, “devlete hörmet”in gereği olarak bu işi devlet üstlenmişti. Artık şeyhlere, müritlere gerek yoktu. Aydınlanmanın ışığını devlet topluma taşıyacak, herkes uygarlık tarikatının neşvesiyle mest olacaktı. Vicdanlar aydın, fikirler hür olacaktı; çünkü bunların sahibi artık devletti. Elbette Alevilik bunun istisnası olacaktı. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, batıni bir mistik hareket olduğu açık olan Aleviliğin, Cemevi altında diriltilen tekkeleri resmi himayeye mazhar kılınacaktı. Varsın tekke yasağı, sadece “Sünni” tarikatlar için geçerli olsundu!

Medreseler de yıkıldı. Bu hurafe ocaklarının yerine, medeniyet nurlarıyla bezenmiş mektepler bizi çağdaş uygarlığa taşıyacaktı. Devlet artık halifeymiş, şeyhülislammış, şuymuş, buymuşla uğraşmayacaktı. Kur’an’ı uygarlık tarikatının gereklerine göre yorumlayarak, onu vicdanda tecrübe edilmesi gereken bir müsekkin olarak tanımlayan Rıfat Börekçi gibi, Rasih Kaplan gibi “eski” sarıklılar sayesinde, din bu dünyanın malı haline getirilecekti, semavi köklerinden koparılacaktı. Artık, dini ibadetler zinhar sesli yapılmayacak, gösteriş gibi büyük günahlardan uzak durulacaktı. Farzda riya olmazdı, ama farzı ya da mübahı bilen mi vardı? “Besmele” çekiyorsanız, bunu güzelce içinizden çekecektiniz. Allah’la kurduğunuz ilişki, böylece başkası üzerinde bir baskı unsuruna dönüşmeyecekti. Açığa vurulan her kimlik işareti, ötekiler üzerinde kurulmak istenen bir istibdad niyetinin habercisiydi. Kimlik işaretlerini kamusal hayata taşıyıp da bunu başkaları üzerinde tahakküm amacı taşımaksızın yapanlar ise, sadece cumhuriyetin aydınlık çeşmesinden kana kana içenlerdi! Onlar gerekirse haç bile taşır, her yere sevdiklerinin heykelini koyar, dağı-taşı sloganlarla doldurabilirlerdi. Her gün “Andımız”ı boğazınızı yırtarcasına söylemek zorunda olmanız, asla fikirler ve vicdanlar üzerinde bir baskı unsuru oluşturmazdı. Hem bunu çocukken yapmanız da önemli değildir. Ağaç yaşken eğilir ve eğme hakkı de elbette sadece devlete aittir!

Bu yüzden çocukların körpe zihinleri korunmalı, Kur’an ezberciliğinin yerine Kemalist inanç sisteminin esasları belletilmeliydi. Çocuk yaşta dini telkine muhatap olmak, sizin yakası rozetli bir Cumhuriyet vatandaşı olma potansiyelinizi olumsuz etkileyebilirdi. Hem buna ebeveynler asla karar veremezdi. Zaten, “gençlerimize… ailelerinin siyasal görüş ve beklentileri nedeniyle dayatılmış din eğitimi okulları” yani imam-hatipler yüzünden irticayla boğuşmuyor muyduk? Ha dindarlık, ha irtica ne fark ederdi?

Dahası, din eğitimi ya “gerçek bir bilenden” ya da bir TV kanalı yoluyla kontrollü bir şekilde yapılabilirdi. Ama her hal ve şartta sakınılması gereken bir şey vardı: o da dinin ancak insani etkileşim yoluyla hasıl olan deruni etkisine hiçbir şekilde geçit vermemek, bunun için de dini matematik öğretimi gibi mekanik bir işlem zinciri içinde düşünmek lüzumu.

Camilerin mabed olma, eğitim-öğretim ve kültür merkezi olarak kullanılma gibi fonksiyonlarından soyutlanarak, sadece namaz vakti açık tutulan kısıtlı süreli ibadet mahalleri haline dönüştürülmesi gerekiyordu. Yıkım yılında kendilerini devletin sahibi olarak gören Cumhuriyet eliti, camilere el koydu. Vakıflar Genel Müdürlüğü yoluyla camilere temellük ederken, vakıf esprisini mezara gömdü. 25 Aralık 1932 tarihli Cami ve Mescitlerin Tasnifi Hakkındaki Yönetmelikle, camilerdeki cüzhanlık, devirhanlık ve surehanlık gibi hizmetler imam, hatip ve müezzinlik hizmetlerine inhisar ettirilmişti. Devletin uzun eli, cami görevlilerini devlet memuru haline getirmişti! Laikliğin her inanca devletin eşit mesafede olması anlamına geldiğini söyleyen sevimli Cumhuriyetçiler, camilerin devlet mülkiyetinde olmasını ve oradaki görevlilerin devlet memuru haline getirilmesini, elbette laikliğin gereği olarak görüyorlardı. Devlet mutlaka her inanca eşit mesafede olmalıydı: kendi inancı olan Kemalist inanç sistemi hariç. Onunla özdeşlik ilişkisi kurması yüce aydınlanma değerlerinin zorunlu bir lazımıydı. İslamiyet ise sadece ve yalnızca eski rejimin mümessiliydi. Bu yüzden sürekli bir muhasara ve yıkımla hayatın dışına taşınması gerekiyordu. Dünyevileşme adı verilen bu ameliyenin gereği olarak 15 Kasım 1935 tarih ve 2845 sayılı kanunla “ihtiyaç dışı” olarak görülen camiler ya yıkılmış, ya satılmış ya da kapatılmıştır. Kapatılanların çoğu da ordu tarafından depo olarak kullanılmıştır. Cami görevlileri memurlaştırılırken en düşük ücreti alan memurlar sınıfını meydana getirmiştir. Diyanetin bütçesinde cami yapımıyla ilgili hiçbir kalem yer almaz; çünkü Türkiye’de camileri müminler yapar, devlet mülkiyetine alır!Diyanetin bütçesi sadece personel bütçesidir; ama Müslüman cemaatin camilerini sahiplenmesi karşısında, cami görevlilerinin memurlaştırılması gibi bir talebi hiçbir zaman olmadı ki?Dahası, çoğu yerde cami görevlilerinin ebe, hemşire, sağlık memuru gibi yaptıkları işi sadece bir meslek olarak icra eden küçük memurlardan oluştuğunu, mümkün olsa namazları bile uzaktan kumanda ile kıldırmak isteyenlerin bulunabileceğini biliyoruz.

Kendisini devletin sahibi olarak gören Cumhuriyetçi elit, Türkiye’de dini faaliyetlerin finansmanına hiçbir zaman katkıda bulunmadı. Bırakın camileri, imam hatip liseleri ve Kur’an Kurslarını bile vatandaşlar kendi paralarıyla inşa etti. Ama devlet onların yaptırdığı camilerde, kendi ideolojisini onlara telkin etti. Namaz gibi, Arapça olması gereken Hutbe dilini Türkçeleştirirken, vaazlara yasak koydu. Din eğitim ve öğretiminin özel kuruluşlar eliyle verilmesini kendisi için tehdit değerlendirmesi içine alıp kesinlikle yasaklarken, hep kaçak güreşti. Devlet okullarında din eğitimi bir tarafa, uyduruk din kültürü dersleriyle göz boyamaya çalıştı. Yetmedi, dini kendisi tanımlamaya kalktı. Tesettürü yasakladı, alkol kullanımını dolaylı yoldan teşvik etti. Aileyi toplumun temeli olarak tanımladı ama zinayı suç kategorisine bile koymadı. Buna rağmen ortaya çıkan dindar nesil karşısında mütehakkim ve seçkinci tavrıyla, “çocuklarımızı kurtarmaktan” söz edebildi. İnsana en küçük bir saygı duymadan, kendisini üst insan konumuna oturtup, ötekileri kurtarmayı yani kendisine özümsemeyi şiar edindi.

Saylanlar yitik bir nesildir. Hiç kimse onları kurtarma ihtiyacı içinde değil. Onların dini kendilerine, müminlerin dini de kendilerine. Müminler sadece O’ndan yardım isterler. Hiç kimsenin cehenneme gitme özgürlüğüne karışmazlar. Çünkü “cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz” değildir.

  26.08.2005

© 2021 karakalem.net, Refik Yıldızer



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut