Arşiv

 Olmak cesareti

YAŞAMAK YORULMAKTIR. İnanmak cesaret ister: olmak cesareti. Yola çıkmak, Kierkegaard’ın dediği gibi, kaygıyı çoğaltmaktır, yola çıkmamaksa kişinin kendi benliğini yitirmesi. Yola çıkmak kendisinin farkına varmaktır, kendisini bilme çabasıdır. Kişi kendisiyle yüzleşmekten mutlu olmaz, farkındalık kaygıyı çoğaltır. Ama kaygıların başı anlamsızlık kaygısıdır. Bütün anlamları anlamlandıran bir anlam isteriz; bu dünyadaki varoluşumuzu açıklamak, deryalar içre bir katre olmanın dayanılmaz uçuculuğunu gidermek isteriz. Kolay mıdır milyarlarca canlı içinde bir tanesi olmak ve yine de biricikliğimize inanmak? Üstelik, bu hayatın bir sonu olduğunu ve bir gün herkes gibi toğrağın altındaki o serinliğe uzanacağımızı biliriz. Her geçen gün, ölüme bir gün daha yakınızdır. Kolay mıdır bu gerçekle baş etmek? Kolay değildir elbet ve bu yüzden yiğitlerin mesleğidir ‘ölmeden evvel ölmek.’

Olmak, cesaret ister. Kaygıyla yüzleşmek cesareti. Kimileri nevrozun koruyucu gölgesine sığınırlar. Oysa nevroz, Paul Tillich’in harikulâde ifadesiyle, ‘yokluktan (nonbeing) kaçmak için varlığı (being) inkâr etmektir.’ Kimileri kollektif nevrozlarda arar saadeti; futbol maçları bir karnavala dönüşür, siyaset bir gölge oyununa. O gölge oyununda, bir bakarız, biz de birer Hacivat ya da Karagöz oluvermişiz. Olmak, cesaret ister: içimizdeki boşluktan aşağıya bakabilme cesareti. Muhakkak ki başımız dönecektir. Sendelersek uçurum aşağı gideceğiz. Ama bakmazsak hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz orada ne olduğunu; bizi bekleyen, bizi biz yapan şeyi asla öğrenemeyeceğiz.

Kaygı, insanoğlunun kendi varlığına yahut varlığıyla özdeşleştirdiği değerlere yönelik bir tehlikeye verdiği cevaptır. İnsan ona zarar vermesi muhtemel birşeyle boğuşurken korkar, ancak bu şey onun tüm varlığını tehdit eder hale geldiğinde, kaygıya kapılır. Kaygı bizi kalbimizden vurur: Bizi biz yapan değerler, benliklerimizin kendisi veya bu dünyadaki varlığımız tehdit edildiğinde kaygı zuhur eder. İnsanın bu dünyadaki varoluşunu anlamlandıran değerler önemlidir ve onların tahrip edilmesi, bizim de insan olarak tahrip edilebileceğimiz anlamına gelir. Dünyanın pek çok yerinde ve tarihin her döneminde, hürriyet yahut inandıkları başka değerler için canlarını feda eden insanların varlığı, buna delalet eder.

Kaygıyla başetmek için kişi farkındalığı çoğaltmalıdır. Kendisinin farkına varmalıdır, kendi iç güçlerinden, kendi imkânlarından hız alabileceğini ve bu şekilde kaygıyla başa çıkabileceğini farketmelidir. Ne kadar kendimizin bilincinde olursak, kaygıyla o kadar başa çıkma gücümüz olur. Kaygı bir panik halini aldığında insanın etrafındaki gerçekliği algılamasını zorlaştırır, onu kim olduğu ve nereye gittiği soruları karşısında cevapsız bırakır. Oysa o bir sinyaldir: Mikroplu bir hastalığa yakalanmış bedenin nasıl ateşi yükselirse, kaygı da ruhsal aygıtımızda birşeylerin yolunda gitmediğini bize gösterir. Onu gidermek için öncelikle ayırd etmek gerekir.

Bütün bunları Türkiye’ye tercüme etmek, psikolojinin naif lisanından gündelik siyasetin kaba gerçekliğine atlamak mümkün olabilir. Bir kaygı döneminden geçiyoruz. Varlıklarımızın ve bizi biz yapan değerlerin tehdit altında olduğu hissine kapılıyoruz. Şükür ki, bu kaygının bir panik düzeyine tırmanmasını engelleyecek, tarihten intikal eden toplumsal düzeneklerimiz var. Bugün düşünme ve dilediğimiz gibi yaşama özgürlüğüne kastedenlerin yarın bizi topyekün imha etmek isteyebileceklerini (‘topyekün savaş’ çağrılarını hatırlayınız) düşünüyoruz. Dünyayı anlamlandırma biçimimiz iptal edilmek isteniyor. İşin tuhaf tarafı, bunu yapanlar, onların hürriyetine ve kutsallarına kastettiğimizi söylüyorlar. “Gel” diyorlar, “ben Karagöz oldum, sen de Hacivat ol. Bu gölge oyunu tek başına çekilmiyor.” Oysa biz Hacivat’ın zaman zaman dayak yediğini bilmeyecek kadar saf değiliz.

‘Biz ve onlar’ demek hoşuma gitmiyor. Kategorize etmek kolaylık sağlıyor, ama aynı gemide seyreylediğimiz gerçeğini de örtüyor. Bunu hatırda tutarak devam edelim: Saf değiliz demek, birşeylerin farkındayız demektir. Bir kaygı döneminden geçiyoruz, ama etrafımızda olan bitenleri, kendi içimizde olan bitenleri dikkatle izliyoruz. Böylesi dönemlerde kendi içimizdeki boşluktan aşağı bakabilmek nasıl da önem kazanıyor!

Milletçe, olmak cesaretini göstermemiz gerekiyor. Korkak davranmaya hakkımız yok: Avrupa’da totalitarizmi tırmandıran şey Hitler ya da Mussolini’nin iktidarı ele geçirmesi değildi, boşluk içinde çırpınan toplumların bu kaygıyla başetmek yerine kollektif nevroza sığınmaları, teslim olmalarıydı.

Başa dönmüş oluyoruz: Farkındalık kaygıyı çoğaltır. Bir millet kendi eksikleriyle yüzleşmekten hoşlanmayabilir, ama farkına vardıkça, kendi eksikliklerini ve bu arada elbette kuvvetlerini tanıdıkça, o boşluğu onaracaktır. Evet, yaşamak yorulmaktır; ama bunun için güzeldir. Varolmak ve var kalmak, cesaret ister.

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut