Arşiv

 Ben ve sen

DOĞMAK BİR ÖRSELENMEYE UĞRAMAKTIR. Ana rahmine gömülmüş, emniyet içindeki varlık birdenbire hayatla karşılaşır. Doğum bu yüzden o huzur ve emniyetten bir kopuşu simgeler. Büyüdükçe yalnızlaşırız. Büyümek, kişinin kendi ayakları üzerinde durması demektir; kendisine güvenmek, ayrılığa ve bir başınalığa katlanmak demektir. Büyüdükçe, insanlar arasındaki sınırları ayrımsamaya başlarız: Ben nerede bitiyorum ve o nerede başlıyor? Çocuk büyüdükçe yalnızlığının farkına varır, anne babasının bir uzantısı değil de apayrı bir varlık olduğunu acıyla farkeder. Bireysel eylemin imkân ve sorumluluklarıyla yüzleşmek, korkuyla yüzleşmek demektir. Dünya karşısında çaresiz ve güçsüz kalma ihtimali her zaman mevcuttur. Bir sabah, dilini anlamadığınız ve simgelerini çözemediğiniz insanların yaşadığı bir şehirde uyanmak gibidir bu: Başınız sıkıştığında, bir belaya uğradığınızda kimden ve nasıl yardım isteyeceksiniz? İşte evde olmak o yüzden çok güzeldir. Eve aşinasınız, orada sizi şaşırtan, kaygılandıran birşey yok. İnsan büyüdükçe yalnızlaşır. Diğer insanlarla olan münasebetlerimiz, birleşme ve ayrılma tahterevallisinde bir denge, bir kıvam bulmak zorundadır.

“Başlangıçta ilişki vardı” diyor Martin Buber. Hemcinsleriyle ilişki kurma arzusu, insanın içsel ve ‘verili’ bir özlemidir. “Ana rahminde herkes bilir ki, kâinatın bir parçasıdır o; oysa doğumla bunu unutur.” Çocuk temasa muhtaçtır; önce dokunsal, sonra sözel temasa. ‘Ben’i bilmez çocuk, dünyayı bir ilişki olmaksızın anlamlandıramaz.

İki tür ilişki kurar insan Buber’e göre: ben-sen ve ben-o. Ben-o bir kişi ve bir âlet arasındaki ilişkidir, işlevseldir, özne ve nesne arasında, karşılıklılık göstermeyen ilişkidir. Oysa ben-sen ilişkisi tarafların birbirini tam olarak yaşantıladıkları karşılıklı bir ilişkidir. Burada ‘öteki’yle ilişki kuran ben yoktur, ben göze çarpmaz; yalnızca ben ve sen vardır. ‘Ben’i biçimlendiren, ilişkinin ta kendisidir. Her bir senle ve ilişkinin her bir anında yeni bir ben oluşur. O sözkonusu olduğunda (bu bir âlet ya da âlet derekesine düşürülen bir kişidir) uzaktan bakabilir ben; onu inceleyebilir, kategorize edebilir, yargılayabilir, şeylerin düzeninde onu bir yere oturtabilir. Oysa ben-sen ilişkisi benim varlığı tam olarak tattığım bir ilişkidir. Bir hesapla, önyargıyla kurmam bu ilişkiyi. Seni dinlerim, sana kalbimi açarım ve böylece varlığımı, benliğimi anlamlandırırım.

Bir cemaate, bir dünya görüşüne, bir dine, bir aileye, bir ülkeye ait olmayı hepimiz isteriz. Modernite tecrübesi bireysel özgürlüğü, yani kişinin kendi hayatını ve kimliğini özgürce yaşayabilmesini temel düsturlarından birisi olarak vazetse de ait olma duygusunun önüne geçemez. Aidiyetin bize sağladığı emniyetin yerine ikame edebileceğimiz ne vardır ki şunun şurasında? Aidiyet sadece belirli bir topluluğa üye olma duygusu değildir; o, kendine mahsus bir anlama ve anlaşılma duygusudur. Aynı lisanı konuştuğum insanların arasında rahat ve huzur içinde olmamdan daha tabiî ne olabilir? Ait olduğum topluluk dünyayı benim anlayabileceğim şekilde anlamlandırır ve benim sözlerimi, ve onun ötesinde, o sözlerle neyi kastettiğimi anlar. Bu beni rahatlatır. Çünkü, dünyayı anlamlandırma biçimim ait olduğum topluluk tarafından onaylanmaktadır. Yalnız ve biçare değilim, benim gibi düşünenler olduğuna göre, yanılma ihtimalim de az. Üstelik bu dünyada en çok ihtiyaç duyduğum şeyi gerçekleştiriyorum, diğer insanlarla ilişki kuruyorum, yaşadığımı, var olduğumu onaylatıyorum.

Hepimiz içinde yaşadığımız dünyada ben-sen ilişkisi kurmak, sahici ve sağlam insan ilişkileri geliştirmek isteriz. Yani, ait olduğumuz, kendimizi ait hissettiğimiz yeri sevmek ihtiyacı duyarız.

Türkiye’de görünür siyaset, aidiyet sorununa verilen cevaplar etrafında cereyan ediyor. Bu toplumun yüzyıllar boyunca emniyet duygusunu devşirdiği, gerçek bir ben-sen ilişkisi üretmiş bir gelenek mi aidiyet ihtiyacımıza cevap verecek, yoksa toplumda estirilen kutuplaşmalardan anlaşıldığı kadarıyla ben-o ilişkisini benimseyen modernist temayüller mi? Hangi aidiyet etrafında toplanırsak sahici insan ilişkileri geliştirebiliriz?

Diyalog, karşımızdakine kendimizi bütün kalbimizle açmaktır. Tekemmül etmiş sevgi iki insanı birleştirir, ama onlar yine de iki ayrı insan olarak kalmaya devam ederler. Bugün yaşadığımız ülkenin kimi insanları birbirine sağır gibi duruyor, her toplumsal kesim kendisine göre bir ‘öteki’ tanımlıyorsa, müsamahanın toprağına yabancılaşmışız demektir.

Buber’in kastettiği anlamda bir ben-sen ilişkisini toplumumuzu kamplara ayırarak, bir toplumsal kesimi kendimize düşman ilan ederek yakalayamayacağımız açıktır. Bu toplumu yüzyıllardır birarada tutan değerleri aidiyet sorusuna verilen cevap şıklarından kazımak mümkün değildir ve böylesi bir teşebbüs ma’şerî vicdanı yaralar.

Evimizde kendimizi mutlu hissetmeye mecburuz. Basın-yayın organlarından üzerimize sıçratılan sahte aidiyetler (bir futbol takımı taraftarlığı vb.) içimizdeki derin yarayı iyileştirmiyor: Birbirimize hoşça bakabileceğimiz daha güçlü ve sahih bir aidiyete ihtiyacımız var.

Benim sende dirileceğim, senin bende dirileceğin bir aidiyete...

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut