RİSALE-İ NUR, Bediüzzaman’ın manevî tecrübesinin ürünüdür. Biz, bu metinlerin ardındaki tecrübelerden habersiziz. Ne ki, elimizdeki metinlerin gramerinden, sözlüğünden ve anlattıklarından, o deneyimleri kısmen okuyabiliriz. Bu anlamda, Bediüzzaman’ın manevî bir geziyi tevhidin nihaî noktasına değin gerçekleştirdiğini okumamız mümkün görünüyor.
Onun nihaî bir yakîne ulaşmış olduğunu, özellikle Âyetü’l-Kübra ve El-Hüccetü’z-Zehra metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor; mirac tamamlanınca da, menzillere uğranılarak iniliyor. Buradaki anlatımlar, İbn Arabî’nin vâkıalarında ve bu vâkıaların meyvesi olan metinlerde görüldüğü üzere, saf bir ilhamla edinilen marifetin gerektirdiği bir gramerle yapılıyor. Istılahlar ise, çoğunlukla Kur’ân ve hadislerde geçen ve ulaşılan manevî makamları, ona ulaşma süreçlerini konu edinen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor.
Biz, bu mânâda, Bediüzzaman’ın tümüyle irfanî gelenek içerisinde yer aldığını iddia ediyoruz. Risale-i Nur Külliyatı, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor. Bu bağlamda, ilk olarak, “Yedinci Şua” olarak Risale-i Nur yerini alan ve Bediüzzaman’ın magnum opus’u, bir şaheseri sayılan Âyetü’l-Kübra’yı gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.
İlgili risale, “kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır” altbaşlığıyla açılıyor. Bir seyyahın Hâlıkına doğru yaptığı gezide ulaştığı ‘müşahede’leri okuyacağız demek ki... Buradaki seyyahın, Bediüzzaman’ın kendisi olduğu söylenebilir. Bu, dile dönüşürken, Cüneyd-i Bağdadî’de gördüğümüz üzere, ‘nesnel’ bir niteliğe bürünüyor. Oysa, Bediüzzaman, burada tümüyle kendi vizyonlarını anlatmaktadır. Müşahede kelimesiyle aynı kökten gelen ‘meşhed’ kelimesi, ‘müşahede yeri’ anlamına gelir. Şuhud da müşahede ile kökteştir ve ‘manen görmek’ demektir. Burada bizzat gözle değil, ‘gönül gözü’yle gerçekleşen bir görüş sözkonusudur. Müşahedenin dilimizdeki tam karşılığı ise, ‘görünme’dir. Bu durumda, müşahedeye mazhar olan kimse, Allah’ın meşhedlerinde (esma ve sıfatıyla tecelli ettiği yerlerde) ‘hayalen’ bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Âyetü’l-Kübra, Allah’ın Kendisini açığa vurduğu (mazhar), göründüğü (manzar), açtığı (mütecella fîh) yerlerde yapılan gezideki müşahedeler toplamıdır.
Zaten, ilgili risale, İsrâ sûresindeki şu âyetlerle başlar: “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin.” Allah’ı tesbih eden varlıklarda yapılacak olan geziyi yapmak üzere ‘dünya misafirhanesi’ne gelen yolcu, gözünü (basar) açıp baktıkça görür ki (basiret): “Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarâne ve hikmetperverâne bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken...”
Metne daha yakından bakalım: Kâinat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde, ‘kerem’ tecelli etmektedir. Kitabın kelimeleri olan sanatlı varlıklar, teşhir edilmekte, ‘hayret’li bakışlara sunulmaktadır; ve bu, ‘temaşa’yı yapanlara ‘şevk’ vermektedir. Kâinat mânâlı ve hikmetli bir okuma yeridir vs.
Istılahlara baktığımızda, Bediüzzaman’ı, gezisine başlarken, ‘hayret’i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, ‘şevk’ makamına ulaşmış ve varlığı temaşa disiplinini kazanmış olarak görürüz. Yolcu, ilkin yüzü nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamına işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin ‘tesbih’inde, ‘birinci makamın birinci mertebesinde’ denmektedir. Adımını ilk basamağa atarken yolcu ‘Hâlıkın varlığının, göğün varlığından daha zahir’ olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır. Birinci adımda yolcu, Allah’ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş olduğunu fark edecektir.
İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar ve göğün, “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgârın, ardından yağmurun hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalaasını, “...ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda...” (Bakara, 2:164) âyetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları sayısınca ‘rahmet’ ve ‘hikmet’ müşahede eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır. “Hayatı sudan yarattık” âyetinin sırrına erer. Bu, sûfîlere göre, yüz makamdan onyedincisine tekabül eder. Bu manevî aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler, üzerinde yürüyebilirler.
Yolcu, bulutun, rüzgârın ve yağmurun Allah’a ilişkin ‘yüksek şehadetini’ müşahede ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği ve rüzgârın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, “Gel” der, “ben, sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku.” Yolcu, bu kez, kâinat kitabının arz sayfasını mütalaaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer.
Okumaları ilerledikçe, yolcunun ‘manevî terakkiyatının miftahı olan marifeti’ artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri ve nehirleri okur. Onların Allah’a dair şahitliğini mütalaa ettikten sonra, birinci ‘makam’ın dördüncü ‘mertebe’sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan sayfalarını mütalaaya başlar. “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78:7) ve “Yeryüzünde dağları sabit kıldık” (Hicr, 15:19) âyetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci mertebe, bitkiler (nebatat) âlemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar âlemine çağırır.
Yedinci mertebede, varlıkların mütalaası bitmiş, kâinat kitabının sayfaları kapanmıştır. Bu düzeyde, yolcu, kâinattaki varlıkların Allah’a dair ‘âşikâr şehadeti’ni tümüyle okumuş; tekvinî şeriattan tenzilî olana geçerek, bütün Allah elçilerinin getirdiği vahiylere yönelmiştir. Yolcu, kâinatı ve Hâlıkını bize tarif eden peygamberlerin getirdiği vahyi okur. ‘Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli’ olan Allah Elçileri çağırır yolcuyu meclise. Burada, yeni bir müşahedeye mazhar olan Yolcu, o ‘nuranî meclis’e girer ve önce, ‘geçmiş zamanın menziline’ bakar. Burada ‘menzil’ kelimesi, iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekân belirtir ve geçmiş peygamberlerin vahye mazhar oldukları mekânlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, ‘zuhurun mertebeleri’, ‘cennetin dereceleri’ ve/veya, ‘Allah’ın sana doğru indiği ve senin Allah’a doğru indiğin yer’ anlamındadır. Yolcu, o ‘nuranî medrese’de diz çöküp, nebîlerin şahitliklerini dinler.
Sekizinci mertebede, nebîlerin meclisinden ayrılarak âlimlerinkine girer. Âlim, nebînin varisidir. Allah, Alîm’dir; ve ilim, vahdet bilgisinde vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Âlimlerin tevhid konusundaki ‘ittifak’ını ‘müşahede’ eden yolcu, bu kez, melekler âlemine girer. ‘Nur-u imanı parlar’ ve ‘zeminden göklere çıkar.’ Bu yükselişten sonra, seyrini sürdürerek, ‘münevver akılların, selîm ve nuranî kalplerin’ sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Hâlıka olan ‘müncezibâne keşfiyat ve müşahedatlarını’ mütalaa ettikten sonra, birinci makamın onüçüncü mertebesinde, bu defa, ‘âlem-i gayb’a bakar. Vahiylerin hakikatinin gayb âlemlerinin her tarafında hükmettiğini müşahede eder.
Ve nihayet, ‘kâinatı bize tarif eden üç küllî muarrif’ten biri olan Hz. Peygamber’e (a.s.m.) doğru yükselir. “Yirmisekizinci Lem’a”da da belirttiği üzere, burada, ‘menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye’yi (a.s.m.) müşahede eder.’ Onun Allah’a olan şehadetini de okur, böylece, birinci makamın onaltıncı mertebesine ulaşmış olur.
Yolcu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (a.s.m.) şahitliğini dinledikten sonra, onun getirdiği vahye yönelir. Kâinat kitabını okuyan ve ‘üç küllî muarrif’ten bir diğeri olan Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan’a kulak verir. Onun sırlarına muttali olur.
Kur’ân’dan yapılan bu soluk kesici gezinin ardından, yolcu birinci makamın onyedinci mertebesine yücelmiştir. Bu durakta, kendi nefsine şöyle der: “İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey’et-i mecmuasına müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz, erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” Kâinatın çeşitli varlıklarını, cüzlerini ve parçalarını ayrı ayrı mütalaa eden yolcu, bu itkanını güçlendirmek üzere, bu kez, parçadan bütüne geçecek ve tüm kozmosu bir küll halinde idrak edecektir. Burada, ara basamaklara işaret eden ‘hakikat’ler sıralanır.
Onsekizinci mertebede Bediüzzaman, yolcunun büründüğü hali ve makamı şöyle niteler: “Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratıcısını arayan ve onsekiz mertebeden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen, bir mirac-ı imanî ile gaibâne marifetten, hâzırâne ve muhatabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu...”
Bediüzzaman, bu ifadeleriyle, yolcunun imanî miracını tamamladığını, hakikatin en yüksek göğüne yüceldiğini, tevhid mertebelerini tümüyle geçmiş olduğunu, yakînde nihaî düzeye ulaştığını ve ‘muhataba makamı’na eriştiğini belirtiyor. Âyetü’l-Kübra’ya konu olan yolcu, böylece, Ef’âl, Esmâ, Sıfat, Ehadiyet ve Samediyet gibi sınırlardan geçerek, Allah’ın Zâtına ulaşmış oluyor. Bu, miracda, ‘sidretü’l-münteha’ olarak adlandırılır. Buradan ötesi, Zât âlemidir ve insanın idrak sınırlarının ötesindedir. Allah, Kendisini Allah olarak vaz’ettiği düzeyin de ötesindedir çünkü. Muhataba makamında doğrudan Allah’a seslenen yolcu, ulaştığı idrak düzeyinden, kâinatın, peygamberlerin, meleklerin, âlimlerin, velîlerin, Hz. Peygamber’in ve Kur’ân’ın O’na olan şahitliğini Zât-ı Akdes’e arzeder. Böylece, birinci makam, fark-ı evvel ile birlikte, ondokuzuncu mertebede son bulur.
Yolcu imanî miracını bitirmiştir, ama gezi tümüyle sona ermemiştir. Bu kez, oradan yeniden mahlukata iniş ve ulaşılan tevhid nurlarının tebliği sözkonusu olacaktır. Buna sûfî sözlüğünde ‘fark-ı sânî’ denilir.
Gezinin nihayetinde, Bediüzzaman bir ‘ihtar’da bulunur: “Geçen ikinci makamın birinci babının ondokuz adet mertebelerinin şehadet ettikleri hakikatlerin herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-u vücuda delalet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. Fakat, başta, sarihan vücudu isbat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış. İkinci makamın ikinci bâbı ise, başta ve sarahatle vahdet—ve içinde vücudu—isbat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini isbat eder. Farklarına işaret için, birinci bâbda, ‘...hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle;’ ikinci bâbda, ‘...hakikatinin azamet-i ihatasının müşahadesiyle’ fıkraları tekrar ediliyor.”
Bu ayrıntı bize, yücelişten sonraki inişte, ilâhî azametin katlarını müşahede etmiş olan yolcunun, bunun meyvelerini aktaracağını göstermektedir. İkinci bâbda, bu anlamda, dünya misafiri, aklını da alarak yola çıkar. Ve ilk ‘menzil’de, ‘kâinatı kuşatan dört hakikat-ı kudsiyeyi’ görür: uluhiyet-i mutlaka, rububiyet-i mutlaka, kemâlât ve hâkimiyet. Bu iniş gezisinde, ikinci aşamada, fettahiyet, rahmâniyet, müdebbiriyet, rahîmiyet ve rezzâkiyet hakikatleri anlatılacaktır.
El-Hüccetü’z-Zehra risalesinde de ‘tevhid bürhanları’ benzer bir gezi ve benzer ıstılahlarla anlatılmaktadır. Bediüzzaman’ın manevî hayatının üçüncü ve son evresinin bir meyvesi olan bu risale de ‘iki makam’dan oluşur. Birinci makamda ‘kelam-ı tevhid’in onbir müjdesi ve onbir hücceti aktarılır. Hüccetlerin her biri, ‘kelime’ altbaşlığıyla anlatılır. Kelime ile, bir varlığa ve onun hakikatine işaret edilmektedir. Risalenin üçüncü kısmının girişinde ilginç bir ifade göze çarpar: “Namazdaki Fâtiha’nın manevî emriyle, ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ın feyziyle ikinci kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehhüdde dahi, ‘ve eşhedü enne muhammeden resûlullah’ cümlesinin diliyle, manevî ihtarıyla ve Fetih sûresinin âhirinde ‘Bütün dinlere üstün kılmak üzere, Resûlünü hidayet ve hak din için gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah’ın resûlüdür. Onunla beraber olanlar da, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise, pek merhametlidirler’ [mealindeki] beş mucize-yi gaybiyyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum.’
Bediüzzaman, risalenin ikinci kısmını, ‘Fâtiha’nın manevî emriyle’ yazdığını söyler. Bu, bize, İbn Arabî’nin ‘her sûrenin bir ruhu olduğu’na ilişkin yorumunu hatırlatıyor. Şeyh-i Ekber, ilk kadın mürşidelerinden el-Müsennâ’nın emrine Fâtiha sûresinin verildiğini söylemektedir.
Fetih sûresinin 28. ve 29. âyetlerinde ise, Bediüzzaman, ‘beş gaybî mucize’ gördüğünü belirtiyor. Bu, risalenin birinci makamının ilk iki kısmında ulaştığı mertebeden sonra kendisine açılan bir sır olsa gerektir. İkinci kısım da, ‘Fâtiha’nın manevî emri’nin yanısıra, kelime-i şehadetin ikinci bölümünün ‘dili’yle ve ‘ihtar’ıyla yazılmıştır. ‘Birinci İşaret’te, ‘bu kâinat sahibinin rububiyetinin tezahürüne, sermedî uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanlarına’ ‘küllî bir ubudiyet’le mukabele eden Hz. Muhammed (a.s.m)’ın varlığının, ‘güneşin lüzumu’ gibi zorunlu olduğu belirtilir. Bu girişten anlaşılacağı üzere, bir ‘abd-i küllî’ (insan-ı kâmil) olarak Hz. Peygamber’den (a.s.m.) bahisle, insanın, Allah’ın rububiyetine karşı nasıl ubudiyetle mukabele edeceği anlatılacaktır.
İkinci İşaretin başında ise, ‘vird’inden söz eder. Bu hususa daha önce birkaç kez temas etmiştik. Bediüzzaman’ın, sûfîler gibi—‘gibi’ diyorum, çünkü onu sufi olarak nitelemekten çok, muhakkik olarak tarif etmek daha doğru olacaktır; muhakkik, Allah’ı tahkik düzeyinde idrak eden kişidir, bu mertebeye ise imanî miracını tamamlamış kâmil velîler ulaşabilir—sürekli okuduğu virdleri mevcuttur. Şöyle diyor: “Benim, virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden [şu virddir ki, mealen:] ‘ümmîliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslamiyet ve şeriatla ve en kavi bir iman ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir davet ve münacat ve dua ile ve en eamm bir tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle def’aten zuhurunun şehadetiyle, Muhammed, Allah’ın resûlüdür ve Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn’dir.”
İkinci İşaret, bu virdin bir tür tercümesi ve anlamıyla açılır ve onbeş ‘şehadet’ten oluşur. Allah Resûlü, kâinat kitab-ı kebîrinin âyât-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir eden yüksek bir dellal’dır. O halde, bu manevî dersin açılımı olacaktır risale. Zaten, her işaret ve şehadet, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) risaletinin delil ve hikmetlerini beyanla doludur. El-Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı, imani miracını tamamladıktan ve vahyin işaretlerine vakıf olduktan sonra, imanda tahkik düzeyine ulaşmanın arayışını anlatır. Bir bakıma, bu, ulaşılan makamların içindeki yüksek tabakalara erişmenin de meyvesidir: “Dünyaya, sırf Hâlıkını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: ‘Biz, herşeyden Hâlıkımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, ‘Güneşi, güneşten sormak lâzım’ darb-ı meseli gibi, biz dahi Hâlıkımızı, ilim, irade ve kudret gibi kudsî sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız.”
Bu ifadeler, ‘muhatabâne makam’a ulaşan yolcunun, makamın gerektirdiği dille konuştuğunu da bize gösteriyor. ‘Güneşi güneşten’ dinleyen ve O’ndan aldığı marifetle O’na bir ‘abd-i küllî’ olarak O’nun azamet ve kibriyasını yücelten yolcu, ‘nun’un ‘manevî mucizesinin beyanı’na mazhar olmuştur. Seyyah, arzdan arşa doğru yaptığı bu gezide, ‘yerlerin ve göklerin Rabbi’nin (Ra’d, 13:16) marifetine ulaşmıştır.
Bu risale, marifetin meyvesidir. Yolcunun gezisi sürerken, ‘ikinci kudsî kelime-i miraciyye’de yine bir mirac olan namazdan söz eder. Bediüzzaman’a göre, namaz, ‘mirac-ı ekberin nümunesi’dir. Ve mü’minin ‘hususî miracı’dır. Yolcu, her âlemde, ilim sıfatıyla, ‘Allâmu’l-Guyûb’ olan Hâlıkını bulmuştur. Bu, miracının sonucudur.
‘Üçüncü kelime-i kudsiyye’de, Fâtiha ve teşehhüdün hikmetlerinden söz edilir. ‘Nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedînin aynası’ olan kâinatın kokusu, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mirac-ı ekberinde aldığı ‘tayyibat’ta bulunmaktadır. Her teşehhüdde ona (a.s.m.) salât ve selam edenler de bu güzelliğin iklimine girerler.
Ardından, varlıkları tahkik düzeyinden tekrar okur yolcu. Ve müşahede ettiği onbeş ‘parlak’ delili nakleder. Delillerin sonunda, Bediüzzaman, ‘cem’-i ezdâd’dan söz eder ve ‘Kudret’ sıfatının tezahürlerini temaşa etmek üzere, tekrar basamaklarla yükselmeye başlar. Bediüzzaman’ın ‘dehşetli mesele’ dediği Kudret tecellileri ‘şuhudî bir yakînle’ anlatılırken, geleneksel irfanî sözlüğün hemen hemen bütün ıstılahları kullanılır: “Vâcibu’l-Vücud’un hadsiz kudret-i ezeliyesi, bir tek mümkine vücut vermesi kolaylığında bütün mümkinatın vücudu, ademin muvazenesini bozar, herşeye lâyık bir vücut giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zahirî vücut libasını çıkarıyor, sûretâ ademe, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir. Demek, eşya, Kadîr-i Mutlak’a verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları bir nefis kadar kolay olur.”
Risalenin ilerleyen bölümlerinde, âyân-ı sabite, ehadiyet ve samediyet hakikatleri konu edilir. Bediüzzaman, dokuzuncu ve son basamağı ‘uzun bir beyanla’ söylemek istemesine rağmen, Afyon tutukevindeki ‘keyfî tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elîm hastalıklar’ın mani olduğunu belirterek şöyle der: “Ehl-i hidayet, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, selîm kalplerine ve müstakim akıllarına gayet kat’î kanaat ve kuvvetli iman ve aynelyakîn bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itmi’nan-ı kalble itikad ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i ilâhîye nisbeten farkları yoktur.”
Her iki risale de, görüldüğü üzere, Bediüzzaman’ın ‘imanî miracının’ meyveleridir. Kullanılan ıstılahlar, Kur’ânî ve sûfî sözlüğe aittir. Mertebe, basamak, makam, menzil, müşahede, mazhar, meşhud, şuhud ve benzeri kavramlar, bu sözlükten alınmadır.
Şunu ayrıca belirtmeliyiz ki, Bediüzzaman’ın, Üçüncü Said döneminden itibaren yazdığı tüm metinler, manevî miracında ulaştığı nihaî yakîn mertebesinden, Zât meşrebiyle yazılmıştır. Diğer Risale metinlerinde benzer temaları konu edinmesine ve esasları bakımından son dönem metinleriyle arada bir fark bulunmamasına rağmen, arada bir ‘dil’ farkı göze çarpmaktadır. Dilin anlam olduğunu gözönüne alacak olursak, son dönem metinlerinin ‘muhatabâne makam’ın meyvesi olarak, daha üst düzeyde bir ‘dil’e sahip olduklarını söylememiz mümkündür. Bu ‘dil,’ İbn Arabî’nin de ‘metafiziksel muhayyile’yi oluştururken kullandığı dile yakındır.
SPOTLAR
Said Nursî’nin nihaî bir yakîne ulaşmış olduğunu, özellikle Âyetü’l-Kübra ve El-Hüccetü’z-Zehra metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor; mirac tamamlanınca da, menzillere uğranılarak iniliyor.
Her iki risale de, görüldüğü üzere, Bediüzzaman’ın ‘imanî miracının’ meyveleridir. Kullanılan ıstılahlar, Kur’ânî ve sûfî sözlüğe aittir. Mertebe, basamak, makam, menzil, müşahede, mazhar, meşhud, şuhud ve benzeri kavramlar, bu sözlükten alınmadır.
Bediüzzaman’ın tümüyle irfanî gelenek içerisinde yer aldığı iddiasındayız. Risale-i Nur, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor.
Bediüzzaman’ın, Üçüncü Said döneminden itibaren yazdığı tüm metinler, manevî miracında ulaştığı nihaî yakîn mertebesinden, Zât meşrebiyle yazılmıştır. Bu son dönem metinlerinin, ‘muhatabâne makam’ın meyvesi olarak, önceki risalelere nazaran daha üst bir ‘dil’e sahip olduklarını söylememiz mümkündür.