Arşiv

 Mevsimlerin değişmesiyle...

Şeriatın bir kısım hükümleri zamanın geçmesiyle değişir ve zamanın rengini alır. Bir kısım temel hükümleri ise hiç değişmez. Ancak değişen hükümler, değişmeyen hükümlere dayanak olur. Yani değişen hükümler, değişmeyen hükümlere uygun olmak zorundadır. Öyle ki, değişken hüküm ne kadar değişirse değişsin, bir ayağı daima değişmeyen hükme istinad etmek durumundadır. Aksi halde, mesnedsiz kalır.


MEVSİMLERİN DEĞİŞMESİYLE, her şey değişir, her şey kabuk değiştirir. Kış mevsiminin elbisesini baharda üstümüzden atar, yaz sıcağında incecik elbiselerimizi kuşanırız. Ancak bu değişkenlik, yüzeyseldir. Değişen elbiselerimizdir; vücudumuz baki kalır. Mevsimlerin geçmesiyle, vücudumuzun asli organlarını değiştiremeyiz. Hatta bu yüzeysel değişiklikleri, vücudumuzun şekline uydurmaya çalışırız. Zamanın geçmesiyle, elbiselerin boyu kısaltılıp uzatılır, inceltilip kalınlaştırılır. Yapılan her değişiklik, ana gövdeye uygun olmak şartıyla mümkündür ve kolaylıkla uygulanabilir. Vücudumuza uygun olmayan elbiseler, ya dar gelerek sırıtır, ya da çuvala sığmayan mızrak misali, vücudumuza bol gelir.

Aynen bunun gibi, şeriatın bir kısım hükümleri de zamanın geçmesiyle, değişir ve zamanın rengini alır. Bir kısım temel hükümleri ise hiç değişmez. Ancak değişen hükümler, değişmeyen hükümlere dayanak olur. Yani değişen hükümler, değişmeyen hükümlere uygun olmak zorundadır. Öyle ki, değişken hüküm ne kadar değişirse değişsin, bir ayağı daima değişmeyen hükme istinad etmek durumundadır. Aksi halde, mesnedsiz kalır.

Beşeri hukuktaki piramit örneğini burada da uygulayabiliriz. Piramidin tepesinde anayasa yer alır. Aşağıya doğru, önce diğer kanunlar yer alır. Daha sonra da tüzük ve yönetmelikler yer alır. Tüzükler ve yönetmelikler, kanunlara; kanunlar da anayasaya uygun olmak zorundadır. Aksi halde, anayasaya uygun olmayan hükümler, geçersiz kılınır.

Şeriatın değişen hükümleri de, zamanın geçmesiyle ve yeni ihtiyaçların belirmesiyle, ihtiyaçlara ve maslahata uygun olarak değiştirilir. Ancak bu değişmeyen hükümler, piramidin tepesini oluşturur. Piramidin tepesinde, nass yer alır. Nass, Kur’an ve hadislerdir. Tepeden aşağıya doğru inildikçe, icma ve kıyas gibi diğer içtihadi metodlar ortaya çıkar. Gerek kıyas, gerekse icma, içtihadın farklı iki türüdür. Kıyas, ferdi bir içtihad; icma ise, toplu bir içtihaddır. Her iki içtihad da (kıyas ve icma), nassa (Kur’an ve sünnete) uygun olmak zorundadır. Kur’ana ve hadise uygun olmayan içtihadlar, kim tarafından yapılırsa yapılsın, bağlayıcı değildir.

Öyle ise, şeriatın hükümlerini içtihadi olan ve içtihadi olmayan hükümler diye iki ana kategoriye ayırabiliriz:

1. İçtihadi olmayan hükümleri, Kur’an ve sünneti ifade eden nass olarak kabul edebiliriz.

2. İçtihadi olan hükümleri, Kur’an ve sünnete uygun olmak kaydıyla verilen hükümler şeklinde kabul edebiliriz.

Birinci durumda, yani ortaya çıkan bir problem hakkında açık bir nass bulunuyorsa, pek tartışma bulunmamaktadır. Asıl tartışılan alan, içtihadi olan alandır. Zira, bu alanda içtihadın sınırının ne olduğu; kimlerin içtihad edebileceği; içtihad edenlerin içtihadının bağlayıcılığı gibi çözülmesi gereken konular ortaya çıkmaktadır.

Öyle ise, zamanın değişmesiyle nassın değişmesi sözkonusu değildir. Bilakis, zamanın değişmesiyle, içtihadın değişmesinden söz edilebilir. Öyle ise, bir sorunla karşı karşıya kalındığında, önce nassa bakılıp sorun çözülmeye çalışılır. Sorunun çözümünde, nassın uygulanabildiği açık hükümler varsa, bu hükümler uygulanır ve bu konuda içtihad edilmez. Hakkında nasslarda bir hüküm bulunmayacak derecede belirsiz olan bir problem için, içtihadi bir hüküm verilir. Bu da ya bir ferdin kendi içtihadıyla yapacağı ve kıyas metoduyla çözüm bulacağı bir hüküm olur. Ya da birden fazla kişilerin ya da çoğunluğun yine kıyas yoluyla vereceği bir hüküm olur ki, böyle bir çoğunluğun vereceği bir hüküm bağlayıcıdır.

Ferdi içtihatta, yapılan içtihad, kişiyi bağlar; diğer insanları bağlamaz. Bu içtihadın bağlayıcı olabilmesi, çoğunlukça kabul edilmesine bağlıdır. Bu görüş, ‘Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir’ şeklinde de özetlenebilir.

Gerek Osmanlı’da gerekse önceki İslam devletlerinde, ulema tarafından yapılan içtihadlar da yukarıdaki ölçülere tabidir. Bu ölçülere uyulmayan durumlarda, içtihadın yanlış kullanımından söz edilebileceği gibi, yapılan uygulama içtihad sınıfına da girmeyebilir.

Osmanlı Devlet geleneğinde yer alan, ‘siyaset-i şer’iye’ kavramı, genellikle, işte bu içtihadın aşıldığı durumlar için sözkonusudur. Şeriatın kuralları, hayatın her alanını tek tek kurala bağlamadığından, genel kurallar te’sis etmiş, özel durumların bu genel kurallara uygun olması istenmiştir. Ayrıntıların şeriatça düzenlenmemiş olması, bir boşluk olarak değil, şeriatın kişilere göre şekillenebilecek esaslarla dolu olduğunu gösterir. Kişilere göre şekillenecek olan bazı hükümler, kişisel imtihanın bir gereğidir. Burada önemli olan, kişinin bu hükümleri, neye istinad ederek veriyor olduğudur. Yani, bir hüküm tesisinde, hükmün siyaseten mi şer’an mı tesis edilmiş olduğu, o hükmün meşruluğunu belirleyen en önemli kıstastır.

Siyaset ve şer’iye kavramlarının biraraya getirilmesiyle vucud bulan bu yeni ibare, sonradan üretilen bir kavram olduğundan, yapılacak içtihadda bu kavrama referans verilerek hüküm tesisi, ancak bu hükmün şeriatın genel çerçevesine uygun olmak kaydıyla meşrudur. Bu vurguyu yapmamın nedeni, siyaset-i şer’iye’nin zaman içinde tartışmasız bir referans kavram haline dönüşmesinden dolayıdır.

Halbuki biliyoruz ki, bir meselenin çözümü için başvurulan yollar, Kur’an, hadis, kıyas, icma’dır. Siyaset-i şer’iye, bu yollardan hiçbirinde yer almıyor. Bir kısım fakihler, bunu ‘maslahat-ı mürsele’nin içinde değerlendirmektedirler. Ancak bilinmelidir ki, maslahat, hakkında belli bir hüküm bulunmayan bir konuda şeriatın tayin ettiği faydaya uygun olarak yeni bir hükmün tesisidir. Dolayısıyla bir hüküm ‘maslahata uygundur’ dendiği zaman, şeriatın temel delilleriyle (nass, icma, kıyas) ters düşmeyen ve konulmasında fayda mülahaza edilmekte bulunan hüküm akla gelmelidir. Yoksa, temel hükümlere ters olan bir hüküm, ne kadar fayda sağlarsa sağlasın, meşru olmaz.

Siyaset-i şer’iye kavramının maslahatın içinde değerlendirilmesinin yanlışlığının en önemli sebebi, maslahat kavramının kamu yararı şeklinde anlaşılmasıdır. Maslahat kamu yararı şeklinde anlaşılınca, Batı hukukunda anlaşıldığı üzere, kamu menfaatinin, bireysel menfaatin önüne geçmesi kendi içinde tutarlıdır. Ancak, İslam hukuku sözkonusu olunca, nassa dayanarak, nassa aykırı sonuçlar çıkarılamaz. İslam hukukundaki maslahat, şeriat kurallarının, uygulanabilirliğini kolaylaştırmak için ortaya konan bir ölçü ya da ölçüler bütünüdür. Burada, edille-i şer’iyede bir sorunun çözülememesi hallerinde, nasslara en uygun formül bulunarak kurallar ihdas edilmiştir.

Bu şekilde hüküm çıkarma geleneği, eksik de olsa hala yürürlüktedir. Zamanın değişmesi, ne nassları eskitmiş, ne de nasslara dayanarak hüküm ihdasını eskitmiştir. Eskiyen, zamana göre hükmü yeniden üretememiş olmaktır.

  14.07.2004

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut