*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın kâinat ve hayat sayfalarını ‘alışılmışın dışında’ bir gözle okumak suretiyle çıkardıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

Kıraat-ı Seng-i Mezar (Mezartaşı Okumaları)

HÂFIZA ARŞİVİME kaydolunmuş bir nottur ‘kitabe-i seng-i mezar.’ Kim yazmış, kime yazmış, ben nerede okumuşum hatırlamıyorum; ama ‘kitabe-i seng-i mezar’ başlığı taşıyan bir edebî metni okuduğumu çok iyi biliyorum.

Çok iyi bildiğim bir diğer husus, ‘seng-i mezar’ ile, yani mezartaşıyla ilgili okumalarımın, yalnızca bu edebî metinle sınırlı olmadığı. Hemen her mezarın bir de taşı, hemen her mezartaşının ise bir de ‘kitabe’si bulunduğuna göre, bugüne kadar ölüm ülkesinin gümrük kapısı hükmündeki mezarlıklarda kaç bin ‘kitabe-i seng-i mezar’la karşılaşıp ‘kıraat-ı seng-i mezar’ eyledim, kimbilir. Kimi tek kelimelik, kimi uzun özgeçmişler yüklü, kimi acı mısralar taşıyan, kimi üstüne üstlük fotoğraflı kimbilir kaç bin mezartaşı kitabesi okudum, galiba bir Allah, bir de yazıcı melekler bilir.

"Biricik varlığımız"

"Sevgili eşim"

"Türkiye Atıcılık Federasyonunu kuran adam"

"Bir goncaydım dünyada\

Açamadan kırıldım\

23 yaşında trafik kazasında ölen ..."

"Sâlihât-ı nisvândan ..."

"Ruhuna el-Fâtiha."

Öyle yahut böyle, okuduğum her mezartaşı, muhtemelen göçüp gidenin, ama bilhassa gerida kalanların iç dünyalarını, dünya görüşlerini, hayata bakışlarını ihsas etmiştir bana. Bir mezarlıkta dolaşırken, bir ailenin, bir şehrin, bir toplumun veya bir çağın genel portresini mezarlarından çıkarmanın mümkün olduğunu düşünmüşümdür her keresinde.

Gerçekten, mezartaşları, bir insanın hayatında neyi öne çıkardığının, veya hayatta iken muhatap olduğu insanların neye önem verdiğinin belgesidir. Meselâ, mezartaşına emekli gümrük müdürü yazılan kişi, hayatına ‘gümrük’ ile ‘müdürlük’ün mühür vurduğu; bütün hayatı, mezarın öte tarafında hükümsüz kalan bu iki kelime ekseninde şekillenmiş biridir. Aile mezarlığının ortasında iri harflerle ‘Amiral Filanca Ailesi’ yazıyorsa, bilin ki, bütün aile, amiral olan filanca ferdini eksen edinmiştir. Her yerde filanca aile ferdinin amiral olmasına dayanarak şeref ve itibar aramış; eşi-dostu tarafından "Filanca amiralin oğludur, hanımıdır, torunudur" diye takdim edilmiş; ve de, ailenin başka hiçbir ferdi böyle ‘saygın’ bir rütbeye ulaşmamıştır.

Öte yandan, şehir isimlerinin öne çıktığı mezarlar, bir ‘göç’ü veya ‘hicret’i, ama hâlâ göç edilen asıl yurda dönük aidiyet duygularının hakimiyetini yansıtır. Kemaliyeli Filanca’nın mezarındaki ‘ruhuna el-fâtiha’ yazısı herkese bakmakta, ama bilhassa Kemaliyelilerden bir ‘hemşehri kıyağı’ beklemektedir. Bir başkası "Afyon’un Şuhut kazası Ballıpınar köyü eşrafından" olarak mezarında yatıyorsa, bu, gerçekte ailenin ‘şeref’ takıntısının tercümesidir. Bir başkasının mezartaşında ‘Sarılar köyü muhtarı’ yazıyorsa, bilin ki, bu insan hayatını ‘muhtar’ kelimesinin çevrelediği ‘muhataralı’ bir vaziyette yaşamıştır.

İşte, mezartaşlarını bu nazarla okuduğunda, insanın karşısına, kimi yirmi, kimi seksen yıl yaşanmış hayatların en kısa özetleri çıkar. Mevtanın hayatından öte, geride kalanların hayat anlayışı; ve bilhassa ilgili toplumun hayata bakışı da. Sözgelimi, mezartaşlarına ‘adliye dairesinde başkâtip,’ ‘filanbankın ikinci müdürü,’ ‘istasyon âmiri,’ ‘emekli baş müdür muavini’ gibi ünvanların yazıldığı bir toplum, bilin ki, ünvanın önemli olduğu; özellikle devlete ait bir görevin öne çıktığı; açıkçası ‘devletçi’ bir toplum demektir. ‘İlk bilmemneci,’ ‘ilk atıcı,’ ‘ilk tutucu’ gibi mezartaşı yazıları ise, bu toplumun anlamlı olsun olmasın, bir işe yarasın yaramasın ‘ilk’lere değer verdiğini bildirir. ‘Yarbay,’ ‘albay,’ ‘tümgeneral,’ ‘üsteğmen’ gibi ünvanlar mezartaşlarına taşınmışsa, o toplumun militarist bir zihniyetin derin izlerini taşıyor olduğunu anlamanız için ayrıca gazete manşetleri, TV’lerin ana haber bültenleri ve bazı resmi erkânın ‘önemli’ açıklamaları ile vakit harcamanıza gerek kalmayacaktır. Hani, "Çocuktan al haberi" sözü "Mezartaşından al haberi" şeklinde çevrilse, elhak yerindedir.

Yine mezartaşında filan yerin falancası, filancanın da torunu gibi soyağacı dökümleri öne çıkıyorsa, bu ailede ciddi bir ‘asalet’ hastalığı olduğunu kolayca anlayabilirsiniz.

Öte yandan, mezartaşlarına doğum-ölüm tarihlerinin yazılması, neredeyse âdettendir. Bir kere öldükten sonra, ne tarihte ölündüğü pek bir anlam ifade eder mi, meçhul; ama bu rakamların pek çok insanın aritmetik zekâsının gelişmesine veya en azından muhafazasına katkıda bulunduğu da bir vâkıadır. Mezartaşlarına bakılır, ölüm tarihi üste, doğum tarihi alta konularak kafadan bir çıkarma işlemi yapılır ve "Yazık" denilir, "Bakın bu 18 yaşında ölmüş." "Ooo, buna bakın, 93 sene yaşamış." "Şuna bak, karısı da, kendisi de 86 sene yaşamış." Kabrin öte tarafı için, hayatın ne kadar yaşandığı değil, nasıl yaşandığı önemlidir; ama bu tarafta kalanlar az zaman yaşayanlara üzülür, çok zaman yaşayanlara sevinirler. Mezartaşları, bu noktada pek ketumdur; işin gerçek yüzünü söylemezler. Aynı mezarlıkta yatıyor olsalar ve mezartaşlarına doğum-ölüm tarihleri de yazılsa, ihtimal ki insanlar 30’una varmadan ölen Mus’ab b. Umeyr’e üzülecek, seksen küsur sene yaşamış Ebu Leheb’e ise kesinkes imrenecek ve onun adına sevineceklerdir. Oysa, kabrin öte tarafını gören keskin gözler, seksen küsur sene cehennem çukuruna doğru yol alan kayaların gümbürtüsünü de, otuzuna varmadan herşeyini herşeyin Sahibine tevdi eden Mus’ab’ların bir kuş kadar rahatlıkla semalara yükselişini görebilmişlerdir. Keza, 38 yaşında ölen Şeyh Galib’in 98 ve 103 yaşında iki koskoca cumhurbaşkanının bir araya gelseler de asla erişmeyecekleri sonsuz bir mutluluğa kavuştuğu herhalde hakikattir. Ama birinin genç yaşta ölümü haber veren mezartaşına bakıp Galib’e imrenen az; diğerlerinin görkemli mezarlarına ve kabrin ötesinde kesinlikle geçer akçe olmayan cafcaflı ünvanlarına imrenenlerin sayısı ise bir hayli fazladır. Zira, ‘nur-u fikir kalbden gelir.’ Kalbin rehberliğine başvurmadığı sürece, aklın gözü kördür. Niteliğe bakmaz, niceliğe aldanır. Az ömürlere üzülür, çok olana sevinir. Ve mezartaşları, işte bu aritmetik kullanım ile, niceliğe önem veren sathî bakışlarımızı ele verir.

Yine mezar taşları, şekli ve biçimi ile de çok şey söyler. Mezartaşı ‘sıradan’ bir taş ise, bilin ki, orada yatan kişi, ‘ord. prof. dr.’ ise de, mütevazi bir kişidir. Mezartaşının mermer veya granit olarak kalitesinden, bu mezartaşını yaptıranların ev döşemini çıkarabilirsiniz. Mevtasının mezartaşını yüksek ve heybetli yapan bir ailenin sair insanlara ‘tepeden baktığı’nı anlamak için, bana kalırsa, ayrıca yanlarına sokulup gerçekten aşağılanmanız gerekmez.

Mezartaşlarını okurken, işte hepsi dünyada kalan böylesi mesajları okur insan. Mezartaşında, ölümün berisinde kalan dünyalılar konuşur; ölüm ötesine dair mesajları ise, çoklukla okuyan olmaz. Oysa, granit mermerlerin çürümekten koruduğu bir insan olmadığı gibi, altın lahitlerin Münker-Nekir sorgusundan muaf kıldığı bir fani de geçmemiştir şu dünyadan. Kabrin öte tarafında olup bitenler bir işitilse, görülecektir ki, ancak ‘El-Bâki Hüvelbâki’ yazan mezartaşları hoştur, gerisi tamamen boştur.

Gerçekten, tüm mezar taşları, insana, "Küllü men aleyhâ fân" sırrını okutur. Yaratılmış olan her ne varsa ölümlüdür; şu dünyada her neye sahiplik iddia etmiş olursa olsun, iddiası boşunadır. Mülkün ilk Sahibi, aynı zamanda son Sahibidir. Yalnız O Bâki’dir ve mezartaşlarına yazılan diğer tüm şeyler, yalnızca hikâyedir.

  21.10.2000

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut