BİR AY önce ‘başka türlü okumalar’a başlarken, gelmiş geçmiş en zor ‘kitap tanıtımı’ işine giriştiğimin farkındaydım. Kâinat kitabından okuduğum sayfaların ve satırların tanıtımı için bana bir köşe verilmişti; ve bu kitap, Kur’ân’ın ifadesiyle, denizler kalem, ağaçlar mürekkep olsa gene de yazılması bitmeyecek anlamlar yüklü ‘ilahî âyetler’den oluşuyordu. Bu durumun davet ettiği zorlukla, daha yolun başında karşılaştım. Kafa defterine not ettiğim o kadar konu vardı ki, seçim yapmayı bir türlü başaramadım.
Zihnimin ‘Sophie’nin seçimi’nden zor bu seçim sorunu ile allak bullak olduğu bir Perşembe günü, benim için çoğu günden hayli farklı bir gündü. Daha fakülte yıllarında Üçüncü Dalga’nın ilhamıyla dünyama giren ‘evde çalışma’ rüyasını nihayet gerçekleştiren biri olarak, yalnız gecelerini değil, gündüzlerini de evinde geçiren ‘mutlu azınlık’ arasındaydım. Birçok gün, dış dünyayla temasımı, ayaklar değil, gözler ve kulaklar sağlıyordu. Çalışma odamın benim için yeterli büyüklükteki penceresinin ötesinde, yan odamızın penceresinin dışındaki çiçekler, sokağımızın diğer evleri, yandaki lise, ötelerdeki birkaç küçük ağaç, deniz, dalgalar, vapurlar, gemiler, gökyüzü, bulutlar, uçaklar, çoğunluğu güvercin ve martı olmak üzere kuşlar, sokak, sokaktan geçen binlerce insan ve araba.. derken, her gün kâinat kitabımın kaç sayfasını ve kaç satırını okuyordum kimbilir... Evin içinde okuduğum başkaça sayfalar da vardı elbet.
Ve arasıra, kesinlikle işe geç kalma, müdürden azar işitme, patrona yakalanma.. gibi telaşlara düşmeksizin, trafik sıkışıklığının bile sinirlerimi pek etkilemediği gezmeler yaşıyordum. O Perşembe günü, öyle bir gündü. Bir dizi diyarı görüp, bir dizi hayat sayfasından satırlaróve de satır aralarıóokuduktan sonra, uğrayacağım son adrese de uğrayıp eve dönmeye hazırlanıyordum. Beklenmedik bir trafik sıkışıklığı, beş dakikalık bir yolu bir saate çıkarınca son adresin üstünü çizmeye mecbur kalmış; trafik sıkışıklığını verimli bir düşünce alışverişine dönüştüren bir gönül dostunun eşliğinde Çemberlitaş civarına takılıp kalmıştım. Trafik sıkışıklığının sebebini bilmiyordum, ama oradan gerisi kolaydı. En fazla onbeş dakika sonra Eminönü, yediotuz vapuruyla Kadıköy, on dakikalık bir yürüyüş ve eve giriş... Cağaloğlu yokuşunu bu hesaplarla indiğimde, bir acayipliği fısıldayan kimi olaylarla karşılaştım. Sirkeci’yi de aşıp Eminönü’ne geldiğimde, gerçek ayan beyan ortadaydı. Denizi bastıran sis, onbeş metre ötedeki vapuru bile görmemi engelliyordu. Ortalıkta çaresizce bekleşen ya da ters yönlere doğru koşuşturan binlerce insan vardı. Benim tercihim, hiç kesintisiz, Beşiktaş’a doğru yürümek oldu. Trafik karmakarışıktı. Avrupa kalite ödülü tekerlekler, ödülsüz ayaklardan çok daha yavaş ilerliyordu. Beşiktaş’a kadar yürümem iyi olurdu. Orada da bir çözüm bulamazsam, Boğaz Köprüsü girişine kadar yürüme; arabasını, Kur’ân’ın şefkat yüklü bir belagatla ‘yol çocuğu’ olarak tarif ettiği bir ‘yolda kalmış’ olarak benim de hizmetime sunacak birini bekleme kararındaydım.
Karaköy, Tophane, Fındıklı diyerek adım adım yürürken, zihnimde Ksenefon’un Onbinlerin Ric’ati’nin çağdaş versiyonunu yazıyordum. Onbinlerce insan, Beşiktaş’a akıyordu çünkü. Kayıklar, motorlar, vapurlar, deniz otobüsleri ve dahi jetleri durmuş; radarlar sus-pus olmuş, beş koltuğu olsa da çoğu tek kişiyi taşıyan otomobiller çaresiz bir bekleyişe koyulmuştu.
Tekerlekten radara.. tüm teknolojik gelişmelerin beş para etmediği bu hengâmda okuduğum ilk satır ‘ayaklar’ üzerineydi. İmam-ı Rabbanî ünvanlı büyük insanın, keramet göstermesi istendiğinde birkaç adım yürüyerek ne büyük bir ilahî ikram olduğunu gören gözlere gösterdiği ayaklar. En ufak bir mesafeye bile bir taşıta binerek giden çıtkırıldım modern insanların unuttuğu eşsiz bir ‘ilahî teknoloji’nin eseriydi ayaklar. Hiçbir arabanın yer tutuşu onun kadar iyi olamazdı. Hiçbir teknoloji, onun kadar esnek ve manevra kabiliyeti o kadar yüksek bir taşıt bulamazdı. Hiçbir teknoloji icadı, onunki kadar çok işi kendi sırtında taşıyamazdı.
İşte, tüm teknolojinin sustuğu şu anda, onbinlerce insan evine doğru ayaklarıyla yol alıyordu.
Maamafih, yalnız ‘ayak’tan söz etmenin de kendi başına bir anlamı yoktu. ‘Seyyid nebi bize bir gül bıraktı’ mısralarıyla süslü güzelim şiirini sık sık terennüm ettiğim sevgili Ebubekir Eroğlu ağabeyin ‘yirmidört şiir’inden biri "Onlar ayaktan söz etti/ Biz ayağa can Verenden" demiyor muydu?
Sisin alabildiğine bastırdığı, beş metre ötesinin dahi kestirilemediği bir sırada, Akademi’nin kenarına gelmişim. Birkaç metre ötedeki sönük ışıkları, sahile yanaşmış ve sisten dolayı kalkamamış bir turist gemisinin ışıkları sanmıştım gerçi; birkaç adım sonra, belli belirsiz bir tabela yardımıyla öğrendim Mimar Sinan’ın kenarından geçtiğimi. Sonrasında Kabataş Parkı vardı. Parkın ışıkları yerdeki çimenlere, yere düşmüş solgun kavak yapraklarına vuruyor, çimenlerin üstünde çiğ tanesine dönüşen su zerrecikleri ile ışığın buluşması ise harika bir güzelliği fısıldıyordu. Bu güzelliğin şöyle bir kenarından geçmeye gönlüm razı olmadığı için, onbinlerden ayrıldım ve parka saptım. Ağaçlar, ağaçların ıslak dalları, sisin dağıttığı ışık huzmeleri, ıslak toprak, çimler, yapraklar ve çiğ damlaları.. Bir fotoğrafçı, o saatte orada belki binlerce harika görüntü yakalardı. Yıllar önce Audubon’da seyredip hayran olduğum sis fotoğraflarından geri kalır yanları yoktu. Fotoğrafçı olmasam da, gözlerim vardı; o park yürüyüşü esnasında, hafıza arşivime binlerce sis manzarası kayıtlandı.
Bana, park gelişe kadar ‘celâl’i hatırlatan sis, park gezintisi esnasında ‘cemal’i de öğretti. Şu kâinat, içindeki herşeyi ile bir celâl-cemal denklemi içinde duruyor, celâl içinde bir cemal ve cemal içinde bir celâl gizliyordu. Sosyal hayata, çocuk terbiyesine ve genel olarak ‘eğitim’e korku ve ümit, uyarı ve ödül şeklinde yansıyan bir gerçekti celâl ve cemal bütünlüğü. Tüm kâinat, bu bütünlük üzerine kuruluydu. Tüm kâinat, bize hem celal ve azamet sahibi, hem de rahmeti ve güzelliği eşsiz bir Yaratıcıyı anlatıyordu. İnsan, ilk anda, varlıkları celâl ve cemal ayrımına tâbi tutuyordu. Meselâ çiçeği güzelliğin, bir bebeğin yüzünü sevginin eşsiz örnekleri olarak hafızasına nakşederken, gökyüzünde azameti, dağlarda ve kabarmış dalgalarda ihtişam ve heybeti okuyordu. Oysa, bazı varlıklarda yalnızca celâl gözükmediği gibi, bazı varlıklarda yalnızca cemal görülüyor da değildi. Biri öne çıksa da, herşeyde ikisi de vardı
Meselâ, her gün gördüğümüz nesnelere bambaşka bir güzellik veren, her biri diğer hepsinden farklı altıgen nakışlar taşıyan, pul pul dünya gelinine takılan yerkabuğu duvağının üstüne düşen kar taneleri, aynı zamanda ‘elverişsiz hava koşulları yüzünden’ okulları tatil eden, ulaşımı güçlükle yaptıran, ‘araçlarda zincir, takoz ve çekme halatı bulunmasını önemle rica’ ettiren şeyin ta kendisi değil miydi? Tane tane yerin yüzünü okşayışındaki güzelliğin Allah sevgilisini (a.s.m.) bağrını açarak onları karşılamaya yönelttiği yağmur damlaları, güzellikleriyle kaç şaire ilham meleği olmuş, kaç insanda ıslanma pahasına yürüyüşe çıkma arzusu doğurmuştu kimbilir? Kimi gün şehirleri, köyleri, tarlaları alıp götüren seller de, işte o güzelim damlalardan oluşmuyor muydu?
Aynı şekilde, bir bebeğin sevimli yüzünü seyre dalan insan, bebeğin o minik ve aciz haliyle dile getirdiği hangi isteğe karşı koyabilirdi ki? Etrafındaki insanlara emirler yağdıran kaç kibirli insan bir bebeğin gülümseyişine teslim olmuştu, Allah bilir! Hem, güzellik simgesi olan güzelim çiçekleri seyretmek üzere kırlara çıkan biri, bir tepeyi kuşatan belki trilyonlarca çiçek karşısında ürperti de duymazdı. İki yıl önce yaşadığım bir kır gezisinde, her yeri bembeyaz örten sayısız papatya karşısında benim hissettiğim buydu. Hem çok güzel yapan, hem de çok kısa bir sürede ve akıl almayacak kadar çok sayıda yapan Sanatkârın, insana açıkça meydan okuduğunu hissetmiştim o esnada.
Sözün özü, herşey celâl içinde bir cemal, cemal içinde bir celâl taşıyordu. Herşey, bu haliyle Sanatkârını bir Cemîl-i Zülcelâl ve bir Celîl-i Zülcemâl olarak tanıtıyordu. Cemal ve rahmeti unutan bedbin ve karamsar insanlara bir Rahman-ı Rahîm’in cemal ve rahmetini; celâl ve azameti unutan serkeş ve kural tanımaz insanlara ise izzet ve celâl sahibi bir Sanatkârı hatırlatıyordu.
O sisli Perşembe gecesi Kabataş Parkında dolaştığım dakikalar içinde gördüğüm manzaralar, bu celâl-cemal denklemini sis aynası eşliğinde bir kez daha anımsattı. Onbinlerin yürüyüşüne yeniden katıldığımda, zihnim hâlâ parktaki tablolarla meşguldü. Sözümona beşerî bir kudret ve haşmet timsali olan Dolmabahçe sarayının yüksek duvarlarının kenarından geçerken, apartman boyu duvarlar yapan sultanların büyüklüğünü değil, milimetrenin yüzde biri kadar küçük olan su damlacıklarından oluşan sise teslim olan insanoğlunun acizliğini ve küçüklüğünü düşünüyordum. Kudreti büyük Yaratıcı, insanoğluna acizliğini koskoca göktaşlarıyla da öğretebilirdi; ama rahmet yüklü bir terbiye dersi olarak, küçücük su damlacıklarıyla öğretebilirdi. Ama yerin yüzünde, yanlarından geçerken ‘Beşiktaş’ta iki tek atacakları bir yer’ muhabbetlerini işittiğim kalın kafalılar da vardı.
Beşiktaş’ta ilk gördüğüm, elli kişilik otobüslere sığmaya çalışan binlerce insan oldu. Kadıköy iskelesi kapalıydı. Az ötedeki küçük parkta içiçe daireler oluşturmuş insanlar vardı. İlk anda, birileri ortada bir gösteri mi yapıyor acaba diye düşündüm. Dairelerin yanına vardığımda, bunun, Üsküdar’a giden motorların belki bir kilometreyi aşan kuyruğu olduğunu anladım. Biraz daha ilerleyip bir durum tesbiti yapmayı düşünüyordum ki, Üsküdar iskelesinde demirlemiş iki dostumu gördüm. Biri, bu derginin mâlûm GYY’si, diğeri adıyla Rabbimizin celâl ve izzetini hatırlatan bir kardeşimizdi. Biri, "İşte insan bu kadar âciz" dedi. Diğeri, "Allah, bilmem kaç mikronluk su zerreleriyle gösteriyor kudretinin büyüklüğünü" diye ekledi.
İkisi de, sis sayfasını doğru okumuşlardı.