Arşiv

 Ve Kandil ve Ateş ve Caz

KANDİL AYDINLIKTIR, ÇİÇEKTİR, GÜZELCEGECEDİR, avizedir, civanperçemidir. Uzağımızda ve yakınımızdadır; fakat daima öndedir. Gönlümüzün elinden tutar, havalandırır bizi. Çilemizi çeker. ‘Himmette toprak gibi’dir, sevgide ‘su gibi aziz.’ Çiçekle de ‘tarif’ edilirler. Ve tarihin her döneminde ‘kandillere katran’ dökmek isteyenler, daima olmuştur.

Kandil sözünün geçtiği her cümle bana Arif Ay’ın “Dokuz Kandil”ini çağrıştırır. Bu kitabın sarsıcı etkisiyle, gözümü tekrar aşka ve ışığa dikerim. Bu kandillerden çok önce “Şiirin Kandilleri”ni yakan Arif Ay, güneşten aldıklarını kandillerde okumaya başlamıştır zaten. Onun Dokuz Kandil’de Necip Fazıl için söylediği “Yüzündeki her çizgi, bin yıllık tarihten birer yaprak” sözü, Arif Ay’ın şiirindeki her çizgiye de tekabül etmektedir. Bin yılın müziği, şiiri, hattı, rahlesi, inceliği, velhasıl tüm güzeleylemleri, ayrıca bunların karşısında şaklayan kalın kamçıları, prangaları, işgal ve talanları, Ay şiirlerinin en güçlü damarıdır. Aşkları da demeliydim. ‘Bir ömre bin yılı sığdıran deha’ların, ‘sahte kahramanlar ve filan’ın maskelerini düşürenlerin, ‘atını uçurumlara süren çocuk’ların, yüzü hep ‘eski bir İstanbul’ anlatanların, ‘yeryüzünde en çok ezanı ve kuşları’ dinleyenlerin, ‘güle düşen yağmur gibi ölüm’lerin, bulanıp durulan ve ‘sonsuzluk denizi’ne kavuşanların. ‘Mevlânâ’nın en öfkelisi, çağın şahdamarı’ olanların, ‘her akşamı iftar gibi açan, orucu gül gibi tutan’ların destanını yazmıştır Arif Ay.

Arif Ay’ın “Bin Yıl” tutkusu, ilk şiir kitabı Hıra’da (1978) başlamıştır. Hıra’da ‘binyıl geçmiş gibi deniz kurumuş gibi’ diyen şair, son şiir kitabı Ateş ve Caz’ı (a yayınevi, Ekim 2000) ‘esamisi okunmaz olduk’ dizesiyle bitirir. Şairin on birinci şiir kitabı olan Ateş ve Caz’da, Arif Ay şiirinin izleklerinin sürdüğünü görmek mümkün. Dört bölümden oluşuyor kitap: “Dağ Şiirleri,” “Sûz-i Dilârâ Faslından,” “Tırmanış Şiirleri” ve “Encam.” Arif Ay şiirinde daima duyumsadığımız aşk, mücadele ve direniş, metafizik ürperiş, bu kitapta hep birlikte karşımızdadır; çekirdek ve çiçek halinde.

Birinci bölüm, “Dağ Şiirleri.” Yaz güz, kar kış demeden dağları özleyen, dağları arayan, dağların muhkem havasını anan Ay, burada bizi elimizden tutup gezdirirken, kol kanat gererken yalnızlığımıza, “dağın yamacından akan dere/ kınalı keklik ötüşü/ kuş böcek, rüzgâr ve su” arasında çözülmüşlüğümüze vurgu yapar yine: “Ellerim nil, kalbim tuna’nın terli atı/ gözlerim daim ağlar fırat’ı.”

Kâinattaki celâl-cemal dengesini Arif Ay şiirlerinde hep yakaladığımı hissetmişimdir. Dağ Şiirleri’nde yolculuğa çıktığımda da kâh yürek sızlatan, kâh coşturan, kâh gözleri sulandıran, bazen de direniş gücünü kamçılayan dizeler ortasında heyecanlanıyoruz. Ali Göçer, Arif Ay’ın şiir kaynaklarından söz ederken ‘Yunus’ ve ‘Karacaoğlan’ı anar yapıtaşları olarak. Ekler: “Kuşkusuz, Yunus da, Karacaoğlan da iki ayrı ekolü temsil eden birer duyarlık olarak vardır Arif Ay için. Yoksa bire bir bu iki kaynaktan beslenmiştir demek yanlış olur.”

Bir zamanların kardeş nehirleri olarak Nil, Tuna ve Fırat arasına şimdi bir hasret düşmüştür. Yine kardeştir onlar; ancak birbirlerine sarılmayı öylesine özlemişlerdir ki... Bin yıllık bir dağın zirvelerine ulaşmak isterler, yukarı akmak isterler. Uzun sürmüş bir tarihin ‘kartal kanatlı sabahlar’ına hasretlenirler. Yıkılmış şehirler, mermilenmiş çocuklar, talan edilmiş uygarlıklar, nehirlerin belleğinde has kervanların türküsünü söyler şimdi. Sanki nehirler aktıkça diğergâmlık da gitmektedir. Bu gidişe razı değildir Arif Ay. “Kahır” şiirinde “Bir yağmurdun/ Öperdim yoksulluğundan” der.

İster şiirlerine, ister “Gece Yazıları”ndaki denemelerine, isterse “Saat Yirmi Dört’te Saksafon Dersi”ndeki öykülere bakınız, gördüğünüz şey, yoksulun, mazlumun yanında yer alan bir gönlün kanayışlarıdır. Diğer taraftan, kâinattaki sonsuz güzelliğin izlerini ve gizli dillerini de görmezlikten gelmez şair: “akşama döndü gün/ zikrine daldı orman/ simli bir kumaş gibi yıldızlar.” Kötürüm kentlerden uzaklaşmış, zulme uğramayan dağa çıkmış, gönlündeki ateşi yenilemiştir şair. Bir mazlum öyküsü gibi ortaya çıkan caz imgesine de yer verilir “Dağ Saati”nde. Bu bölümdeki “Güz” şiiri öne çıkıyor. Kirli zamanlardan akan bir dağ suyu, toz duman içinde bir akşama dökülür. Ömür ise heyhat ki yenilenmez: “ne mümkün tekrarı ömrün/ yorgun bir akşamdan/ seslenir de Haşim/ dağıldı aşk defteri/ bitti gözyaşı, soldu mürekkep.”

Kitabın ikinci bölümü ise, “Sûz-i Dilârâ Faslından.” Bu bölümün ilk şiiri III. Selim. Bilindiği gibi, III. Selim (1761-1808), Osmanlı sultanlarından biridir ve Sultan III. Mustafa’nın oğludur. Dr. Hasan Aktaş, “Çağdaş Türk Şiirinde Sûz-i Dilârâ ve III. Selim” konulu çalışmasında, Âsaf Hâlet Çelebi, Ercüment Behzat Lâv, İlhan Berk, Can Yücel, Mehmet Çınarlı, Talât Sait Halman, Murathan Mungan, Sefa Kaplan, Necat Çavuş, Mahmut Kaplan, Mustafa Miyasoğlu ve A. İhsan Kolcu’nun III. Selim’e ve Sûz-i Dilârâ’ya ilişkin şiirlerini ele alıp incelemiştir.

Türk müziğinde Sûz-i Dilârâ bestesini icat eden, sanatçılara sahip çıkan III. Selim, aynı zamanda şairdir ve İlhamî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Onun öldürülmesi, pek çok şiire konu olmuştur. Arif Ay da Sultan III. Selim’i anar ve divan diliyle der ki: “esti rüzgâr-ı rast-ı Cedid/ yıkıldı sayende nizam-ı cedid.”

III. Selim şiiri, aslında diğer şiirlere yumuşak bir geçiş sayılır. Bu bölümün diğer üç şiiri “Bosna Ah Bosna,” “Bu Dünya Kosovasız” ve “Vaynakh”tır. Bu şiirlerin damarı Dosyalar’a, hatta Hıra’ya uzanır. Acının, zulmün feryadıdır bunlar. Sabah gergin bir iptir. Kopar ve yıkılır hayat. Yalnızca Bosna değildir “Bosna Ah Bosna” şiirinde anlatılan. Filistin’den de söz edilir. “ey yirminci yüzyılın Endülüs’ü” diye anılır Bosna.

Arif Ay, zulmü sorgulamakla kalmaz, herkesi bir vicdan sorgulamasına da çağırır. Fakat yalvarmaz insanlara. Onurlu bir çağrıdır onunkisi: “bosna/ ey atalar ve şehitler yurdu/ yıkık camilerinde güvercinler gibi/ ıpıssız kalplerimizle/ korkulukları andıran gövdelerimizle/ Kur’an sayfaları gibi insanların/ savrulup dururken/ uykulara dalıyoruz biz.”

“Bu Dünya Kosovasız” şiiri de kitabın içli şiirlerindendir. Bosna halkının acılarını “kızlarımız, anamız, kundakta bebeğimiz, insanlığımız, onurumuz” diye paylaşır şair. Oradan da Çeçenistan’ın “kan fırtınasında savrulan/ kırmızı, mor gül yaprakları”nı öpen “Vaynakh”a. “Grozni’de kuş uçar mı/ kanadında şiir olsam/ çocuklar oynar mı sokaklarında/ saçlarını okşasam/ göğe açılmış anne elleri/ yanıp kül olmuş evleri.” Arif Ay şiirinde sık sık rastlanılan çocuk ve anne burada da karşımıza çıkıyor. Ali Karaçalı’nın bu konuyla ilgili bir sorusuna, “Şiirimde anne ve çocuk, bir gelecek imgesidir. Yani umudun imgesi...” diye cevap verir Ay.

“Sûz-i Dilârâ Faslından” bölümü, bize ‘acıyı kilim gibi dokuyan’ Dosyalar’ı hatırlatır. Arif Ay şiirinin kalesi diyebileceğimiz Dosyalar, yakın tarihteki acıların, ‘ceylanı vurulmuş dağ’ların, ‘ölümden çok zulüm’ görenlerin arabesk söyleme düşülmeden arşivlendiği yerdir. Bir tarihin talanı, bir uygarlığın katli... Hüseyin Su’nun deyişiyle, “yanlışa ayarlı bir yüzyılın, bir uygarlık değişiminin, bir halkın elenişinin; acının özgün sesi.” Işıklar söner bir bir. Ağaç, insan, dağ ve taş, suça ortak olur. Kıyım, zulmün ilk hecesidir, ağaçların en zor bilmecesidir. “Yağmur bir göçtür/ kollara kelepçe vurulunca.” Gidenlerin ardından evde ‘ağıt/figan’ kalır. Bir kalem, suçsuzluğun savunusunu yazarken duvarda küflü bir lâmba sanki ağlamaktadır ve bir zaman ‘uykudan murat hâsıl olur,’ görülmesi gereken görülür.

Edebiyatımızdaki en güzel Bediüzzaman şiirini de Dosyalar’da buluruz. Bediüzzaman’ı böylesine içten anlatan ‘saf şiir’ okumadığımı söyleyebilirim. “kuşlar savrulur, gök bahçelenir/ bir ezgi mi, hüzünden/ dura dura söylenir” diye başlayan bu şiir, ruhumuzu tutup şöyle bir sarsar:

“işte, gülün düş gördüğü an/ ay bedir ve tan: kor bir demir/ ki düştüğü örs; hizan/ nurs köyünde bir çocuk/ büyür ve bilenir/ kuşlar savrulur, gök bahçelenir/ bir ezgi mi hüzünden/ dura dura söylenir/ sevdanın fetretinden/ ferhad dağı kazmada/ o dağ ki, yarılır tillo’da/ deniz dürülür düşünde/ bir kıyamet imgesidir/ gider gelir boşlukta/ elinde “Fütûhü’l-Gayb”/ dönüp dönüp okumakta/ bir ırmak ki derinlerde akmada/ sevdanın fetretinden/ ferhad dağı kazmada/ sen, sürgünlerin uzmanı/ mardin’de sürgün yolunda/ ne müthiş bir vecd ânı/ o namaz ki/ kelepçeleri kırmada.”

Bediüzzaman şiirinde “gece bir göldür burda/ dağlardan bakılınca” gibi özgün söyleyişlere de rastlarız. Uzayıp gider Dosyalar. Yiğitçe ölenlerin, yüreğinde yara olanların, bir fırtınadan bir fırtınaya tutulmuş günlerin, gidip de dönmeyenlerin, en çok acıyı konuk eden evlerin sarsıcı serüveni vardır bu şiirlerde.

İnsan dönüp de bakıyor maziye: Ne kalmıştır özgürlük düşmanlarından geriye? İnsanlık suçu işleyenler, çocukları ve masumları öldürenler, ilhamını maddeden alıp kendi ebedî hayatlarını söndürenler, Kârun gibi mal biriktirip yoksulun ve yetimin hakkını yiyenler, ne götürdüler saltanatlarından, tahtlarından ölümün ötesine? Arif Ay’ın deyişiyle ‘durmadan sürdürülen talan’ kimin yanına kâr kalmıştır ve kimin yanına kâr kalacaktır? Hangi zorba payidar olmuştur ve saldırganlığıyla Yaratıcıya zarar verebilmiştir?

Bu bölümdeki şiirlere keşke Ay’ın son şiirlerinden biri olan “Figan Figan Afganistan” da eklenseydi.

Ateş ve Caz’ın üçüncü bölümü “Tırmanış Şiirleri”nden oluşuyor. Arif Ay’da aşk, metafizik bir kimliğe bürünerek karşımıza çıkar çoğu zaman. Salt aşktan söz etmez şair burada. “Sultanahmet, Ayasofya, Musa, İlyas, yarasını şehadetle saran Kafkas Kartalı, İbrahim, Nuh” aşkların arasından bir rüzgâr gibi eser. Aşk denen yaprak güzel düşer ve güzel düştür. Dağlardan, acılardan savrulur. Her ah, derin bir yaradan gelir. Şair, tatile girmiş okullar gibidir. O, daima aşklar eker, acılar biçer. Her yan dağdağadır ve sesini yakmaktadır şair. “güz söyleyedursun türküsünü rüzgârla/ çözülür düğüm düğüm dil/ dağdan dağa savrulan/ gözyaşı kokulu mendil.” Sevgili, onun içinde dinmeyen yağmurdur. Şair uzaklarda bir ışık görse, hasreti bir dağ gibi gezdirir. Yollara düşer, bir yağmur da kendisi olur.

“Tırmanış Şiirleri,” bizi Arif Ay şiirinde çok özel bir makamı olan Şiirin Kandilleri’ne taşır. Şiirin Kandilleri, Türk şiirinde atlanamayacak bir yere sahiptir. Tadı, hâlâ damağımızdadır. Orada “soluk soluğa bir tren geçer/ bırakır gider akşamı.”

Kitabın son bölümü “Encam,” çağımız insanını bir iç hesaplaşmaya çağırır. ‘Menfur bir hayat’tan bıkan şair, ‘mat olmanın hazzındaki’ insanı ‘tehirli bir hayat’tan alıkoymaya çalışır. Putlar üzerine yemin etmez Ay; putu olmayacak kadar da zengindir. Bu bölümün en güzel dizesi ise, “menteşesi paslı kapılar gibi gıcırdayan halk.” Bu karanlıkta Nuri Pakdil’in “İnsan, seni savunuyorum sana karşı!” ilkesinden yola çıkan ve kitabın son şiiri olan “Düştüğünü Bilirsen Kalkarsın”da, kendini ihbar eden, Neron’lara alkış tutan, Hallac’ı taşlayan, hazin hazlara dalıp şimdi de esamisi okunmayan toplulukların gönüllerinde bir kandil yakmaya çalışır şair. “Ey halkım” diye seslenir: “İbrahim’in koyduğu taşa yüz sürdün de/ Ateşini hiç duymadın” der. Bir ateşe çağırır bizi, bir sevgi ateşine.

Sıkıntıyı, zulmü, üzüntüyü çok iyi tanıyan şair, slogancı değildir. Sanatın en ince dili olan şiir diliyle, en ince olan duygu olan sevgiyi—belki de her şiirinde—nakış nakış işlemiştir. O, ceylanı vurulmuş bir dağdır. Şimdi, ‘ifrit sandığı bu çağ’da yalpalamaktadır. Bilmektedir ki, gerçek özgürlük, başkasına tahakküm etmemek ve tahakküme boyun eğmemekte saklıdır. Bu mavi özgürlüğün peşine düşen şair, yalnız bu topraklarla sınırlandırmaz şiirini. Yeryüzündeki tüm güzellikleri keşfetmeye çıkar bugünde ve tarihte; zulmü hoş görmez, alkışlamaz, zalime bile insan olduğunu hatırlatmaya çalışır. Büyük bir insan olan kâinatı kardeş bilir. Nasihat isteyene ölümü, düşman isteyene nefsi, mal isteyene kanaati gösterir. Bir ateş daha yakmıştır içimizde Ateş ve Caz’la; ısıtmak için üşüyen ellerimizi. İnsan sıcaklığını hatırlatmıştır, güleryüzünü göstermiştir kahrın arka bahçesinin.

Arif Ay, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır” ilkesini lâfı eğip bükmeden, bizi kırıp dökmeden zarif ve nahif bir biçemle terennüm ediyor. Üşüdüğümüzü biliyor, horlandığımızın farkına varıyor; özgürlük düşmanlarına da zulmün sonsuz olmadığını hatırlatıyor. Ölümün herkesi eşit kıldığı gün, geriye dönüp baktığımızda neleri göreceğimizi soruyor. Şeyh Galib’den aldığı ateşle, gülü, gülbünü, gülşeni ve cûybarı ateşliyor. Ellerimizi tutuşturuyor. Suad Alkan’ın “Ay doğuyor peygamberlerden” dizesini hülyalarımızla bir muştu gibi buluşturuyor ruhumuzun derinliklerinde.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Taha Çağlaroğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut