Ölüme müslümanca bakış

Zeyneb Hafsa

Yaşanan deprem hadisesinden hareketle depremin öne çıkardığı temel olgu olan ölüme dair bazı çıkarımları paylaşacağım bu yazıda sizlerle.


BU DÜNYADA herkes tarafından kesinlikle reddedilemeyecek en gerçek şey: ölüm. Bunu hem kendi etrafımızdan hem de insanlık genelinde bazen topluca görüyoruz. Örneğin Covid pandemisi sırasında nice toplu ölümler gördük. Ve geçtiğimiz ay da bu defa büyük bir deprem vesilesiyle böyle toplu ölümler gördük. Allah bütün ölenlere gani gani rahmet eylesin. Geride kalanlara da şifa ve sabır versin.

Gerek tekil ölüm tecrübelerine gerekse böyle toplu ölüm durumlarına müslüman çerçeveden bakınca önemli dersler çıkarabiliyor insan. Herşeyden önce, ölümün yaşam için önemini anlayabiliyoruz. Bu hem her an ölebilecek olma şuuru ile daha güzel ve yapıcı davranmaya teşvik anlamında hem de doğrudan ölümün varlığıyla yaşamın anlamı ve güzelliğinin ortaya çıkışıyla oluyor. Kısaca, bir şeyin değeri zıddıyla ortaya çıkmış oluyor.

İkinci olarak fiziksel ölümle beraber, olmaması gereken kalbî ölümün farkı da ortaya çıkıyor. Zira fiziksel ölüm sadece bu dünya ile sınırlı kalırken kalbe gelen yani olmaması gereken ölümde insan görünürde yaşamaya devam etmekte ama gerçekte yaşamamaktadır! Ahirette ise maalesef hiç yaşamayacaktır. Öylelerinin “ardında kalanlar” için gidip başında gözyaşı döküp Kur’an okuyup dua edilecek bir mezar da yoktur. Oysa bu bile o kadar teskin edici bir şeydir ve fiziksel anlamdaki ölüm insana verilen öyle bir nimettir ki! Yeter ki fiziksel ölüme kalp ölümü eklenmesin. Çünkü biz inanırız ki insan ölse bile ardından açık defterler bırakıp gitme şansına sahiptir bu dünyada.

Üçüncü olarak şöyle bir çıkarıma uzandırabilir bizi ölüm: insan çok zorda kaldığı durumda hiçbir şey düşünmeden yaşama asılır. Çünkü hayatta kalma isteği fıtraten bütün üzüntülerden baskındır. Bu yüzden de olaya dair foto ve videolara uzaktan bakmak sakıncalı olsa gerektir. Zira bir arkadaşımın dediği gibi, Allah o yaşayanlara ayrı bir güç veriyorken uzaktakilerin öyle bir gücü yok. Dolayısıyla bizler olayın içinde değilken ve daha iyi haldeyken ölümleri sanki içindeymiş gibi tecrübe edince bunun iki tür etkisi oluyor diye düşünüyorum:

  1. Kısa dönemli olarak dünyadan soğuma hissiyatı

  2. Uzun süreli dünyadan soğuma dolayısıyla depresyon vs.

Aslında birincisi dünyayı terk anlamında değil ama dünyanın geçiciliğini hatırlama anlamında istenen bir şeydir. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran (ağızların tadını kaçıran) ölümü çokça zikredin.” (Tirmizi, Zühd 2) buyuruyor. Yani istenen tam olarak “ölümü sürekli hatırlayıp dünyadan soğuyun, hiç bir şey yapmak istemez hale gelin” demek değil (Allahu alem). Bilakis “ölümü bir gerçeklik olarak hatırlayıp adımlarınızı ona göre atın” demek. Nitekim bir başka hadiste şöyle buyrulur: “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sagîr, II/12, Hadis No:1201). Yani bir denge hali içerisinde olmak gerekiyor. Yoksa dünyadan kısa süreli bir soğuma hissiyatı, işe güce bakmamaklık hiçbir yararı olmayan, geçici, uçucu bir hissiyat olmuş oluyor. Belki de bu yüzden olsa gerek, bir başka hadiste şu vurgulanıyor: “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikin.” (Buharî, el-Edebü’l-müfred) Yani insandan tabiri caizse en saçma, boş, gereksiz gelebilecek durumda bile yılmadan bir şey yapmaya devam etmesi isteniyor. Ne kadar muazzam değil mi! Bu hadis aklıma şunu de getirdi; ahir zamanda yaşıyoruz ve dünya gittikçe kötüye gidiyor diye bu dünyaya çocuk getirmemeye karar veren insanları düşünüyorum da bu hadis onlara da başka bir şey yapmaları gerektiğini söylüyor gibi sanki.

Bir başka husus olarak, deprem ve sonucunda yaşananlar aslında her güne sağ salim uyanmanın da bir şükür vesilesi olduğunu hatırlatıyor. Buna bağlı olarak başka şeyler de hatırlatıyor, her bir insanla ilişkimizi onu son kez görüyormuş gibi yürütmeye çalışmak mesela. Ya da herkesin ölüm saati, yeri ve şekli takdirli iken insana düşen tedbir ve duadır gibi.

Son olarak, bu tarz olaylar insana hem imtihan sırrını hatırlatıyor hem de kendine çeki düzen vermek için fırsat sunuyor. Bir de bunların insanların eksikliklerinin, günahlarının temizlenmesine vesile olduğu da malum çünkü yine bir başka hadiste şöyle deniyor: “Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre Resulullah (s.a.v.) “Müslümanın başına gelen her musibet, hatta bir diken batması bile onun bir günahı için kefaret olur.” buyurmuştur.” (Müslüm 3/1992 (48)). Bir diken batması bile böyle iken bu koca depremin ne kefaretlere vesile olabileceğini siz düşünün! Buna ilave olarak, inşallah, bu tarz büyük ve elim hadiselerde daha büyükleri ve hatta benzerlerine karşı paratoner olma durumunun hasıl olabileceğini düşünüyorum. Yani etrafta çok konuşulur olan “orada, burada, şuradaki olası depremler”e bu noktadan bakıp fiziki tedbirlerin yanına bir o kadar önemli bu düşünceyi ve bu düşünceden hasıl olan duaları eklemek uygun olur sanki.

Farklı perspektifler

Öncelikle her ne kadar doğrudan bu yaşanan son depremle ilgili olmasa da genel itibariyle depremlere dair Müslümanca bir bakış açısı ortaya koyması açısından Said Nursi’nin “zelzele risalesi” (On Dördüncü Söz’ün Zeyli) oldukça önemli bir metin. Dileyenler metni detaylıca inceleyebilir fakat son yaşadığımız depreme dair önemli bir çıkarım olarak Nursi, depremde ölenlerin canlarının şehit, mallarının ise sadaka hükmünde sayılacağını belirtiyor. Bu bile tek başına o kadar rahatlatıcı ki!

Doğrudan bu yaşadığımız deprem sürecindeki duruşundan ve paylaştıklarından etkilendiğim bazı isimler oldu. Bunlardan ilki, psikiyatrist Mustafa Ulusoy idi. Risale-i Nur’dan da beslenen Ulusoy, şunları paylaştı:

“Video ve fotoğraflara bakmayın. Sosyal medyayla bağınızı zayıflatın. Bunlar içinizdeki üzüntüyü artırmaktan başka hiç bir işe yaramaz. Aynı sahneleri defalarca seyretmek ancak ruhsal olarak sizi çökertir ve şevkinizi kırar.

Yapabildiğiniz kadar maddi yardımda bulunun. STK'lar ile çalışın veya işbirliğinde olun. Bölgede varsa akraba, eş dost yardımına koşun.

Haber seyretmek yerine bol bol Kur’an okuyun, dua edin, Cevşen’deki dualara sığının. Benim imdadıma terapistim Evrad-ı Kudsiye yetişti mesela. Onu okudukça güç kuvvet buluyorum.

Unutmayalım. Hiçbirimiz O’nun merhametinden daha fazla merhametli değiliz. Mutlak merhametli Rabbimizin bir hikmeti var ki bunları bize yaşatıyor. Nazarlarımızı dünya cihetindeki zahiri şerlerden Kader cihetindeki, ahiret cihetindeki sonsuz hikmetleri, merhameti, güzellikleri barındırdığı gerçeğine çevirelim.”

Bu paylaşımda öne çıkan hususları şöyle özetleyebilirim.

  1. Video, foto vs. bakmak psikolojimiz için iyi değildir. (Ki buna dair olası bir sebebi de girişte yazmıştım).

  2. Uzaktakiler için yapılacak tek şey var: maddi ve manevi yardım.

  3. Manevi anlamda Kur’an ve cevşen okumak önemli.

  4. Allah’ın merhamet açısından hepimizden üstün olduğu kesinlikle unutulmamalıdır.

Bu son madde, bir sonraki paylaşım bazında tekrar gündeme gelecek önemli bir meseleye de kapı aralamaktadır. Teodise yani kötülük meselesi.

Emekli vaize Fatma Bayram, bu süreçte yol gösterici olduğunu düşündüğüm bir video hazırladı. Bu videoda özetle deprem öncesi, deprem sırası ve sonrası neler yapılabileceğini anlattı. Deprem öncesi yapılması en önemli şey olarak, Allah’ı ve O’nunla olan ilişkimizi kafamızda iyi oturtmamız gerektiğinin altını çizdi. İşte bu, yukarıda bahsi geçen kötülük problemiyle de ilgili. Bu mevzuya daha sonra detaylı bir şekilde tekrar dönülebilir ancak dileyenler bu konuda daha önceki bir yazımıza bakabilirler.

Tabi deprem öncesi fiziki, maddi hazırlık da önemli. Hem eğitimler anlamında hem de bina sağlamlığı açısından. Deprem öncesinde bakış açımızın oturtulması gereken bir husus da depremin salt kötülük olmadığıdır. Deprem aslında insanın bu yeryüzünde rahatça yaşayabilmesini sağlamak adına yeryüzünün gerek duyduğu hareketliliktir. Kendi başına kötü değildir. Kötülük, bu sünnetullaha uygun yaşayış düzenine geçemeyen insanoğluna aittir. Deprem sırasında sabırlı olmak (aktif bir sabırdır bu) gerekirken aynı zamanda faydasız üzüntüden yani yukarıda Mustafa Ulusoy’un bahsettiği türden üzüntüden ve karamsarlıktan geri durulmalıdır. Depremden sonrası içinse infak ve yardım öne çıkan unsurlardır.

Bu yazıda son olarak yer vermek istediğim kişi M. Emin Yıldırım. O da konuşmasına yukarıda bahsi geçen şu hakikatle başlıyor ki deprem toprağın yasasıdır ve olması gereklidir. Kötü olan, depreme karşı tedbir almamaktır. Deprem öte yandan hem ölümün yani küçük kıyametin hem de toplumsal kıyametle büyük kıyametin hatırlatıcısıdır. Bunları düşünüp ona göre yaşamak gerektir. Deprem her ne kadar fiziki bir gereklilik ve bir hatırlatıcı olsa da metafizik bazı mesajlar da veriyor olsa gerektir. Nitekim Said Nursi de ilgili risalesinde bunlardan bahsetmektedir. Neticede amaç, Allah’ın bizi daha hoşnut olacağı bir noktaya taşımak istemesidir. Yapılması gerekenleri ise şöyle listelemektedir:

  1. Moral olarak çökmemeliyiz.

  2. İsrafları kaldıralım. İnfakta da israf olmayacak.

  3. İhmali olanların hepsinden hesap sorulmalı.

  4. Maneviyatımız güçlü olacak.

Musibetler sadece bize mi geliyor?

Bu yazıyı bitirirken kendi aklıma da takılan ve belki bir çoklarının aklına gelen şu soruya bir cevap vermeye çalışacağım: “Deprem, vb. yıkıcı tecrübeleri sanki günümüzde hep biz yani müslümanlar yaşıyor gibiyiz. Öyle mi? Öyleyse neden?” Öncelikle, aslında durum tam bu değil. Zira Batı dünyası çok değil, bir yarım yüz yıl önce, 1940-45 arası şehirleri yerle bir eden, milyonlarca insanın canına, sağlığına mal olan bir yıkımı ve hatta tarihe en kara kayıtlardan biri olarak geçen toplama kamplarını dahi tecrübe etmiştir. Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı isimli eseri bunun nasıl bir tecrübe olduğuna dair güzel bir panorama sunar.

İkinci olarak musibetlerin şu aralar daha çok bize geliyor gibi görünmesinin de hikmetleri olsa gerektir. İnsanoğlu haşa Allah’ın her hikmetini anlayamaz. Hatta çoğunu bile anlayamaz belki ama böyle durumlarda en iyi yapılacak şey yanlış gidenleri -maddi, manevi- tespit edip düzeltmeye çalışmak olsa gerektir.

  01.03.2023

© 2021 karakalem.net, Zeyneb Hafsa



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut