*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

 İdealler ve Hayaller

Musa Hub

BİR YANDA ideal hayaller, öbür yanda hayal idealler.. Bir yanda realiteye riayetkâr idealistler, diğer yanda idealsiz realistler.. Ve her ikisinin arasındaki kader-denk noktada insanoğlu...

İDEAL HAYALLER ve HAYAL İDEALLER

Nesilleri Yönlendirmede İdeal-Reel Dengesi Üzerine
Gençliğimin idealler listesine çivilenen gözlerimden
madde madde süzülüp aktı gönlümün âhları.
Keşkelerim kaderi değiştiremezdi.
Hâlin kalemi, maziye bir çizgi çekemezdi; ancak istikbali yazabilirdi.
Kalemle değil, amelle yazmalıydım.
Gençliğim hayallerle geçmişti,
bari olgunluk yaşlarımı amellere sarfetmeliydim ki,
ihtiyarlığımda delikanlılık hayallerim hakikat olabilsindi.

[Duygu-Düşünce Günlüğü’nden...]

Evet bütün idealler hep böyle bir hayal ile başlar. Başlar ama ideallerin gerçekleştirilmesi, hayalperest olmaksızın, realist yaklaşımlarla ve gerçekçi adımlarla mümkün olur. Bir girizgâh sadedinde kaydettiğimiz yukarıdaki epigrafın özünde yatan mezkur prensipten hareketle neslimiz içinde baş gösteren bir hastalığa dikkat çekmek istiyoruz. Psikolojiyle alakalı tarafları da bulunan bu husus, esas talim ve terbiye vazifesiyle sorumlu eğitimci ve öğretmenleri, özellikle de resmî veya sivil kurumların rehberlik ve danışmanlık işini yürüten görevlilerini öncelikli olarak ilgilendirmektedir. Kanları deli deli akan civan gibi delikanlıların genç yaşta, ümitsizlik ve karamsarlık hastalıklarıyla can çekişmesi ve ne kendileri ne de millet için kayda değer bir faydayı icada muktedir olamamaları. Çoklarının da erkenden ihtiyarlayıp otuzunda-kırkında yalnızlığı ve bedbinliği seçmesi. Seçme mi, dûçâr olma mı! İdeal dünyası yıkık bir orta nesil. Gözlerinde kaybedişin buğusu, yüreklerinde geri kalışın acısı ve sözlerinde alev alev yeis! Modern çağların çocuğu salgın bir hastalık bu. Dertli olanlar için gayet acılı ve acıklı bir sancı, mânahnüfîhimiz olan mevzu. Bu arada, hoş görmeli gamsızları; mazeretleri var onların bir ömür boyu.

... Oysa yirmisinde İstanbul'u fethedecek, otuzunda Viyana'yı alacaktı. Kırkında dünyayı emrine râm edecek, uzaya merdiven dayayacaktı. İmam Azam olup göğün hukukunu yerliye öğretecek, İmam Rabbani olup semalara yücelecek, Mevlana gibi ocak ocak yanıp Mesnevîler yazacaktı. Yunus Emre misillü diyar diyar dolaşacak, aşkını cihana duyuracaktı. Hatta Hızır’la yolculuk yapacaktı. Belki bir Bediüzzaman da olacaktı asırların başında gelen [veya sonunda]. Kristof Kolomp'un karşısına Amerika'yı çıkaran kader, onun karşısına davasını çıkarmıştı. Duvarlara, kağıtlara yazılan büyük büyük laflar. Küçük bir topluluğun önünde haykırılan dev hitaplar. Çağları kurtaracak kitaplar. "Oldu oluyor"lar, "Geldi geliyor"lar, "Az kaldı"lar ve "Müjdeler olsun"lar!.. [Hz. Peygamber’in veya Peygamber vârisi bir âlimin fem-i mübarekinden ilham-ı ilâhiyle yükselen bişâretlerin nezdimizdeki makbûliyeti müsellemdir. Bizim sözümüz, nesilleri reelsiz hayallere kurban eden basiretsiz liderlere ve şuursuz rehberlere dairdir. İltibasa gidilmemeli!]. Yükselmekte olan toplumların, kendi gençlerine yükledikleri taşkın enerji ve aşkın hayaller, kimi zaman aksülamel yapıyor. Doğru, dehalar meşakkat toprağında yetişir. Ancak reeli görmeyen bir ideal, kördür. Körlerin liderliğine kalan bir milletin kaderi ise, ya esarettir, ya cinnettir, ya da ölüm.

Bazı insanlarda daha ziyade orta yaşla birlikte başlayan bu “ümitsizlik, karamsarlık, bedbinlik ve yalnızlık” hastalığını doğuran sebepler nelerdir, genel bir yaklaşımla meseleyi tespit, teşhis ve tedavi eksenli ele almaya çalışalım: Esasen dile getirilen problemin temelleri küçük yaşların derinliklerinde saklıdır. İlköğretim ve lise yıllarında. Bu yıllarda öğretmenlerinin ve büyüklerinin ellerine emanet edilmiş çocuklar, gençler. Yaş büyüklüğünü gerçek büyüklük alameti ve hücceti gibi gören saf saf küçükler. Yaşça büyüklerinin sözlerine ve gözlerine bakan bu nesil, özlerine bakma cesaret ve becerisini gösterecek kadar olgun olmamanın veya olamamanın bağlayıcılığı altında zamanın ve şartların kendilerini hapsettiği –sözde- tabii vetireyi izlemek zorunda kalıyorlar. Bir şeyin tabii olması, onun doğru ve isabetli olmasını gerektirir diye bir hüküm yok. Bu mecburiyetin, daha doğrusu mahkumiyetin kayıtlarına bağımlı olarak yetişen nesil, bir gün gelip umut ettiği noktalara erişemeyince tutar bu sefer geçmişi sorgular. Her şeyi ile geçmişi: Doğum öncesi tohum mevsimini. Bebelik, çocukluk, gençlik dönemlerini. Annesini-babasını, kardeşlerini, bütün bir ailesini. Öğretmenlerini, hocalarını. Sokağı, çevreyi, şehri, ülkeyi, dünyayı, belki de bütün bir evreni. Ve kaderi!

Bilindiği üzere, insan hayatındaki hemen her türlü pozitif ve negatif davranışların kökleri, küçüklük ve gençlik dönemlerine kadar uzanır, oralarda gizlidir. Ailevî hayattan tutun da okul hayatına, çevre hayatına kadar. Büyükler, küçüklerin önüne göz kamaştıran bir ideal putu dikerler. Kendilerinin geçmişte başaramadığı bir tutkuyu onların önüne yerleştirirler. Sonra içlerini gıcıklar, hayallerini köpürtür ve onları düşlerindeki zirvelere doğru körüklerler. Adeta onlardan, yarı kutsanmış o ideal putuna tapınmalarını ve hatta o olmalarını isterler. "Dünyayı kurtaracaksın!" türünden dasitani idealize etmeler görülür bu dönemde. Baba, yakalayamadığı ışığı, anne alamadığı elması gösterir evladına. Gençliğin zaten şahsında varolan hazır dahilî idealizmle birleşen bu haricî idealizm yönlendirmesi bir fertte yoğunlaşınca, ortaya hayalperest bir nesil çıkar. [Yazımızda zikri geçen ideal ve reel kavramları, ulaşılacak gayeler ve gerçekler anlamındadır; felsefî anlamda idealizm ve realizm öğretileri ile ve bunların söylemleriyle herhangi bir alakası yoktur]. Gerçekleri hep pembe gözlüğüyle gören bir yaratık. İçinde varolduğu toprağı ve o toprağın üzerindeki gerçek yaşamı olduğu gibi değil de görmek istediği gibi algılayan bir varlık. Kendi varlığı kadar, içinde bulunduğu varlığı da bilmeyen, tanımayan bir varlık. İşte aşırı hamasetin öldürdüğü nice gençler ve gerçekler vardır, çevremizi kuşatmış. [Ölen, gerçekler değil elbet. Belki gerçeklerden cüda düşenlerdir.] Heyecanıyla coşup kendilerinden geçtikleri hayaller bir tarafa, normal yapabileceklerini bile yapamaz konuma düşer bu talihsizler. İdeallerine ulaşmayı geçiniz, realitede bulunana bile ayak uyduramaz hale dûçâr olur bu ideal-zedeler.

Doğrudur: İnsan, şimdiki zamanda geleceğin hayaliyle ve geçmişin nostaljisiyle yaşar. Ama şimdiki zamanı, onun gereklerini yapmadan yaşayanların geleceği boş bir hayal, geçmişleri de avuntu bir nostalji olmaktan öte geçemez. Bu bağlamda Abdülhak Hâmid Tarhan’ın şu acı sözü ne ibret vericidir: “Hayat, zaten hâtırâttan ibârettir.” Alfred de Musset’in “Hayat tatlıdır, ama onu tanımayanlar için.” sözü de en az bunun kadar içler acısı. Rıfat Necdet Evrimer ise tam bir ağıt cümlesi döktürüyor: “Hayat tatlı bir yalan / Aşk, ümit, filan, falan, / Hüsrandır elde kalan.” Oysa Ludwig Tieck’in dediği gibi: “Hayatta daima tatlı ile acı karışık bulunur.” İslamın ilmî mirasında sabit bir kaide olarak ulema tarafından müştereken kabul görmüş olan “dünyada mahza hayır veya şerrin bulunmadığı, hayır ile şerlerin karışık vaziyette bulunduğu” gerçeğini de hatırladıktan sonra, mezkur tecrübî tespitler silsilesine birkaç hakikat incisi ile nokta koyalım: “Güzelin (Allah’ın) âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o Güzel’den ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir.” [Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.216, 217.] “Çirkinlikler, güzelliklerin mertebelerini insanların bilebilmesi için arızî ve tebeî olarak Cemîl isminden iktiza ederler.” [Nursi, Mesnevi-yi Nuriye, s.134-135.]

Burada mühim bir alıntı ile mevzuya ayrı bir miktar daha genişletmekte yarar var, zira toptan kabul veya toptan red şeklindeki “heptencilik” bizi dengesiz çıkarımlara götürür. “İnsanının mes’ut ve mutlu yaşadığı takdirde, gelecek adına bir yönüyle tam realize edemediği hülyalara kendisini salmasında bir mahzur yoktur.” Bu, müsellem ve muhakkak. Ne var ki burada üzerinde durulan cihet farklı. Dünün idealist, ancak bugünün ve belki de yarının mutsuz, yıkık, dökük, ümitsiz, kararsız, bedbin, dargın ve dalgın insanlarıdır, onların rahatsızlıkları ve ardında yatan etkenlerdir, dikkatleri üzerine çektiğimiz husus.

Hayatın gerçekleri öğretilmeksizin hayatın akışına yön vermeye motive edilen birtakım insanların mevcut pratik hayata bile yeterli sosyalite ve aksiyonla adapte olamamasının ardında yatan da yine aynı gulyabanidir: aşırı idealizm. Belki Türkiye kategorisine dahil bütün milletlerin gençlerinde görülen aynı virüstür: reelsiz idealistlik, yani hayalcilik... Ne kazandıracaktır?! Bir rüya gibi gelip geçen gençlik yılları. Otuzuna dayanınca yıkılan dünya. Karalara bürünen renkler. Ya pembe? O bir halisünasyon! Umum sayılabilecek bir gençlik hastalığı bu. Yahya Kemal Beyatlı “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” diyor. Muhakkak bir aslı var bu sözün. Abdülhak Hâmid Tarhan da “Hâkikatler zâhir olunca hayaller zâil olur.” diyor. Yanlış değil. Cenap Şehabettin ise “Hülya ile yola çıkan, menzile elleri boş girer.” tespitini yapıyor. Mezkur üç doğrunun orantılı bir biçimde birleşik hali, bizi hakikata götürüyor. Evet: Gençleri bir ideale kanalize ederken, o idealin realitedeki ayaklarını göstererek etmeli. Göstermek yetmez, ellerinden tutup götürmeli. Onları hayalin sonu yalnızlık, ümitsizlik ve karamsarlık olan hücrelerine yönlendirmemeli. İsterse bu onların hoşuna gitmesin. Bu noktada yapılan hataların belki yüzde doksan dokuzu yaşça büyüklerin. Oysa her yaşın ve her başın kaldırabileceği idealler başkadır. Altmışında ancak ulaşılabilecek bir ufuk, on beşinde gösterilirse ağır kaçar ve çoğunluk da bunu kaldıramaz. Başarabilecekken başaramama talihsizliğinin vadilerine salar kendini. Sonuçta ideal semalarından reel dünyasına düşmeler oluyor. Düşüp de ölmeler, felç olmalar, sakatlanmalar olur. O halde yaşın heyecanına göre hedef menzil tayin edilmeli. Yolculuktaki menziller gibi. İlk menzil, ikinci menzil, üçüncü menzil. Her yaşa kendi menzili gösterilmeli ki hayaller hakikat olsun. Büyük hedeflere, küçük hedefler geçile geçile ulaşılır. Dolayısıyla hedefler küçültülmelidir.

Ayrıca mürebbiler, nesilleri mahir birer usta gibi inşa etmeliler. Psikolojik ve sosyolojik zemine münasip bir yapılanmaya gitmeliler. Ayakları yerden kesilmiş his ve hevesleri birer fikir gibi algılayarak tatbik sahasına koymaya kalkışmamalılar. Bu arada belirtelim ki kuşaklar arası sıçramalara, yeni nesillerin öncekileri geçmesine, belki daha yerinde ifadesiyle –tıpkı bayrak devir teslimi gibi- onların yerlerine geçmelerine bilinçli bir şekilde müsaade edilmeli. Yaşça büyük olanlar, arkadan gelen daha kabiliyetli nesle geçiş hakkı tanımadan önce onları dengeli bir terbiyeden geçirmeliler ki geçiş esnası ve sonrası saygıya ve o saygı üzerine müesses manevî sisteme halel gelmesin...

Her insanın maddî-manevî kabiliyetleri kendine göre. Mutlak eşitlik söz konusu değil. Dolayısıyla hiçbir insanın ideal burcu, diğer bir insanla aynı olamaz. [Bunun tek bir istisnası olabileceğini düşünemiyoruz. Hem tarihi vakıada da biz birbirine "denk" iki insan gösterebilme, hatta düşünebilme materyaline sahip değiliz; çünkü yok]. Buna göre her fert, daha çocukluk döneminden başlamak üzere özellikle gençlik yıllarında özel bir eğitim, öğretim ve yönlendirmeye tabi tutulmalı; müstakil mürebbi ve muallimlerin rahlesine teslim edilmeli. Aynı kulvarda yol alan insanlar bile esasen hedefleri zahiren bir gibi görünse de gerçekte varabilecekleri noktalar itibariyle birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Kimse bir başkası ile aynı çizgiyi takip etmediği, edemediği gibi, aynı hedefe de ulaşmıyor, ulaşamıyor. Zira ilk yaratılıştan gelen maddî-manevî donanım keyfiyet ve kemmiyetleri farklı. Klasik tasavvufun "mebde-i teayyün" dedikleri "belirleyici öz/cevher" kişinden kişiye değişiklik arz ediyor. Her insanda Allah’ın bütün isimlerinin tecelli çekirdeklerinin farklı oranlarda bulunması. Yine gâlip olarak mazhar olunan ism-i ilahînin kişiden kişiye değişmesi ve bu baskın ismin yanındaki ikinci veya üçüncü isimle karışımı ve bu karışımlardaki nispetler arası farklar da mevcut. Bu özden başlamak üzere insanın bütününü oluşturan her çeşit cüz' ve o cüzlerdeki kuvveler farklı farklı. Ayrıca malzeme farkı, kıvam farkı, maya farkı, renk farkı, kuvvet farkı, yoğunluk farkı ve şekil farkı... Her şey her bir şeyden ayrı, kendi başına yepyeni bir şeydir. Ne kadar benzerlik olsa yine ayrı. "Ayniyet ölçüsünde misliyet." En yakın olan iki şeyi ifade eden terkip bu. Sonuçta yine misliyet, yine en fazla benzerlik. Peki o halde neden herkese aynı eğitim ve öğretim, aynı idealler, aynı hayaller?

İnsanın cevheri [tabiatı, mahiyeti, istidat ve kabiliyetinin esası], ona uygun arazlarla [fiilî, kavlî ve hâlî tezahürler ile] arz-ı endam etmeli âlem-i şehadette. Uyumsuzlukta araz can verir; cevher de dünyada bir kezliğine olan vücud bulma şansını bitirir. Bütün insanlar için geçerli olan söz konusu ferdî müstakillikten hareketle denilebilir ki: Her insan dışta bir başkasıyla değil, ancak içte kendisiyle yarışmaktadır. Potansiyel istidat ve kabiliyetlerinin nihai olarak gösterdikleri hedeflere ulaşabilmek için. Bu esaslı hakikat, umumun bilgi ve inancında bir kaide haline gelseydi, insanlar arası (nefsânî çekişme manasıyla) tenâfüs gibi nice negatif hissilikler de yok denecek ölçüde bir varlığa hapsedilebilirlerdi. Gençlerin idealize edildikleri ufuklara ulaşamamalarının altında işin başlangıcı itibariyle "yol girişini bulamama (göstermeme) ve yol azıklarını temin etmeme (yetiştirmeme)" gibi nedenlerin yanında, bir de yolda ilerlerken yan kulvardakilerin veya –zaman itibariyle- az önden gidenlerin gösterdikleri "kıskançlık"ı da göz önüne almak gerek. Tenâfüs akran arasında olur; ama kıskançlık herkes arasında. Bu iki olumsuz durum da idealistleri yıkan en ciddi etkenlerdendir. "Festebiku'l-Hayrât"[Bakara 2/148] semavî buyruğu "hayırda yarış"ı salıklar, yine hayırlı ölçülere riayetle. Öne geçmeyi değil, O’nun rızasını biricik gaye edinerek terakki etmeyi emreder, kendi fıtrî kulvarında. Birbirine çelme atma, aldatma, oyun çevirme, birbirinin kuyusunu kazma, kötülüğüne çalışma, birbirini haksız yere tenkit etme, övgüde ve yergide aşırıya gitme... Tenâfüs ve kıskançlığın zaman, mekan ve mekîne göre girdiği şekillerden üç-beşi bunlar. Bu arada yol arkadaşlarının irâdî, gayr-i irâdî cevrleri de işin cabası. İp cambazı olmadan karşı tarafa geçmek, sadece bir hayal mi? Tesadüf kavramının hakikatte bir yeri olmadığına göre buna cebr-i lutfî kader de denilebilir, illa ki olacaksa, illâ ki kader sebkat edecekse...

Bütün insanlar ilk yaratılışta İslam fıtratı üzere doğarlar; yetiştiricilerinin ellerinde muhtelif dinlerle yoğrulur [Buhari, Cenâiz 80; Müslim, Kader 22]. Ama din farkı mahfuz, karakter değişimi diye bir şey bahis konusu olmaz. Zira insanoğlu kendi mahiyetini değiştirmeye muktedir değildir. Efendimiz (sas) de bu gerçeği: “Bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız; fakat bir insanın karakterini değiştirdiğini duyarsanız inanmayınız; çünkü karakter, yaratıldığı hal üzere olur.” [Ahmed b.Hanbel, 6/443] sözleriyle ifade buyurmuşlardır. Bir başka iki hadiste ise: “İnsanlar altın, gümüş madenleri gibidirler; (değişik özellikleri vardır).” [Buhari, Enbiya 2; Müslim, Birr 159], “Ademoğulları farklı derecelerde yaratılmışlardır.” denilmiştir. [Tirmizi, Fiten 26; Ahmed b.Hanbel 3/19]. İlâhî beyan son hükmü vermiştir: “Her insan kendi seciye ve karakterine göre hareket eder.” [İsra 17/84]. İnsanların yaratılış özellikleri farklıdır ve bu farklılık, onların ahlaklarına, fiillerine ve kemal mertebelerine etki eder. İdealler tabiatla bütünleştirilmezse bir gün can vermesi mukadderdir. Belki tersinden ifade edilmeliydi: Tabiata-fıtrata göre bir ideal belirlenmezse vuslat beklentisi bir serap olur. Altın itmesi, üstün çekmesi, sağın ve solun tutmasıyla bir yere kadar yol alınır. İtmeler, çekmeler ve tutmaların bittiği aynı sınırda irade de biter ve fert kendi olarak kalır. Lokomotif olmaya alışmamış bir ferdin böyle bir konumda ne yapabileceği bellidir: önce zihin altından gelen bir insiyakla büyükler gibi üç-beş adım atmak ve ardından içinde sakladığı cehalet ve kimliksizlikle şaşırmak, dalgınlaşmak, yalnızlaşmak, ümitsizlik, karamsarlık, dengesizlik ve... Kazara yol almak, bir rastlantı gibi hak edilmemiş bir nimet olur; ama asla bir başarı olamaz. O halde her çocuk ve her genç, tabiatına uygun, karakteriyle barışık ve bedenî-ruhî donanımıyla uyarlı bir hedefe kanalize edilmeli; edilirken de o hedefe götürücü en kısa ve en uyumlu bir yola koyulmalıdır. Yolda gerekli azığı deruhte etmek ya da nasıl elde edilebileceğini öğretmek de yine eğitim ve öğretimle görevlilerin ödevleri cümlesinden.

Filhakika genç, idealize edildiği "hedef"e kendisini ulaştıracak altyapıyı yine gençlik döneminde elde eder. Bir ömür boyu temelde gençlik sermayesinden kullanır. Bu yüzden nesilleri yönlendirme konumundaki kişilerin bu gerçeği şuurluca, bilerek eğitim ve öğretim dersi vermeleri, dünyaya erken merhaba demiş olmalarının yüklediği bir yaş borcudur. Vermeden istememeli. Şimdinin genç neslinden geleceği istemek için ona muhtaç olduğu materyali vermek, muhtaç olacağı materyali de işaretlemek şarttır. Ona “Salih ameller, sağlam imandan doğar. Genç Adam! Muhtaç olduğun kudret, kalbindeki sağlam imanda mevcuttur.” diyebilmek için o iman ve ameli bizzat yaşayarak ortaya koymak gerektir.

Değil istikbali kuracak, şimdiye yetecek bir altyapıyı bile kazandırmadığımız bir neslin elinden ne bekleyebiliriz? Geçmişi yıkmak, şimdiyi yaralamak ve geleceği öldürmek! Fert daha kendini idrak etme ve çevresini tanıma sürecini yaşarken farkında olmaksızın gelecekte ihtiyacı olacak kuvvelerle donatılmalı, mahiyetindeki çekirdeklerin neşv ü nema bulabileceği uygun bir toprağın bağrına atılmalı. Güneş her gün doğudan yükselip batıdan gurûb ederken o da rüşeymleşir, filiz çıkarır, sürgün olur, yapraklanır, çiçek açar ve meyveye durur... Şu tohum gelecekte ne olabilir; ne olamaz. Bunu keşfetmek için ilm-i kıyafeti bilmek olmazsa olmaz bir şart değil. Tecrübeler bu basireti göstermeye kafi, bu tefekkürü vermeye yeterli. Geçmiş ve hal, geleceği görmeye yarayan bir nevi ayna ve örmeye yarayan bir çeşit malzeme olarak kullanılmalı. Aksi takdirde: Hayatla yüz yüze kalınca başlar hesaplaşma. İnsan, gençliği boyunca kutsadığı tabunun bir serap olduğunu idrak ettiği an, kendisini o putun önünde diz çöktürenlere savaş açar. Kim olursa olsun. Ne öncekilerin, ne şimdikilerin ve ne de gelecek nesillerin böyle bir savaştan ganimet elde etmeleri mümkündür. Günah keçisi bulmakla problemler çözüme kavuşmaz. Formülü keşfetmeli. Mevcut problemi, o sahih formüle tatbik ederek çözüme gitmeli ve hatta bir de çözümün sağlamasını yapmalı.

Kişilere ideal olarak neyin gösterileceği de ayrı bir konu. İnsanlık tarihi, ufukta iki büyük ideal gördü: 1. Tanrı’ya benzeyip bir nevi tanrılaşmak (Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib). 2. Allah ahlakı ile ahlaklanıp O’na layık hakiki bir kul olmak (Tehalluk-u bi’l-Ahlâkı’l-İlâhiyye). [Nursi, Sözler, s.540-541, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1985]. Birinci ideal ufku, felsefe silsilesinindi. Bir ufuk değil, bir uçurumdu. "Ben sizin en yüce Rabbinizim!" diyebiliyordu [Naziat 79/24]. Oysa Allah, hiçbir tanrı veya tanrıçanın (?) ulûhiyetine dair herhangi bir delil indirmemişti [Necm 53/23]. "Lâ ilâhe illallah." Hiçbir ilâh/tanrı yoktur; sadece Allah vardır, demekti. Kaldı ki başka ilahlar olsaydı, kainat ilâhlar cehennemine dönerdi [Enbiya 21/22]. İkinci ideal ufku ise, peygamberler silsilesinindi. Beşeriyete ideal kulluğu göstermişlerdi ve bu, hakikatin tâ kendisiydi. Ne var ki hakikat da olsa, -Allah’ın dilemesi mahfuz- esbâb dünyasında ancak sebepler ferdî mi’râc asansörü olabilirdi. Sebepler, yani hakkın hizmetçileri. Üstelik adım adım. Hz. Zülkarneyn’in metodu: sebepleri takip [Kehf 18/84-85]. Dünyayı fetih için geçerli olan bu metod, kendini fetih için de geçerli. Cihanı kurtarma hayalinden önce kendini kurtarma gerçeği. İman-ı hakikî ve ahlak-ı İlâhî ile. Hedef bu, yol bu.

Bütün İlahî isim ve sıfatların tecelligâhı olan insanoğlu, sonsuz yüceliklere kabiliyetli ve arzulu olarak yaratılmıştır, bu doğru. [Nursi, Sözler, s.9, 66, 87, 312, 336, 351]. Ancak potansiyel olarak ulaşabilecek zirveler ile gerçekte ulaşılan hedefler arasında büyük farklar vardır. Eğitimciler, nesilleri yetiştirirken tedricilik prensibi gereği, yaşlarına ait hedefleri onların önlerine koymalılar birer ideal olarak. Her devreye ait hedefe ulaşıldıkça da çıtayı yükseltmeliler. Olgunluk çağlarında ancak olabilecekleri kıvamı, daha gençliklerinde onlardan bekleme aceleciliğine kapılmamalılar. Kainat ve içindekiler mizan/ölçü/denge üzerine oturtulmuştur [Rahman 55/8]. İdealden yoksun bir reel ve reelden yoksun bir ideal, tek kanatlı bir kuş gibidir; uçsa uçamaz, dursa duramaz. Gerçekleştirici reel sebepleri hazırlanmayan idealler, teselli bile vermeyen aldatıcı birer yalandan ibaret kalırlar. [Arkalarından sürükleye sürükleye öldürdükleri nice selv-i revan canlara Allah merhamet etsin]. İnsan ideal hayallerin peşinde olmalı, hayal ideallerin değil. Nesiller de, realitelere riayetkar idealistler olarak yetiştirilmeli. Son tahlilde: Realist olmayan idealistlere mülk âleminin gerekleri, idealist olmayan realistlere de melekût âleminin güzellikleri öğretilmeli, gösterilmeli.

İşte bir yanda ideal hayaller, öbür yanda hayal idealler.. bir yanda realiteye riayetkâr idealistler, diğer yanda idealsiz realistler.. ve her ikisinin arasındaki kader-denk noktada insanoğlu...

  18.11.2002

© 2021 karakalem.net, Musa Hub



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut