*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

 Bir işaret olarak yeni binyıl

Abdülhakim Murad
çev. Ömer Baldık

İbrahim Müteferrika’nın üç yüzyıl önce yaptığı gibi, Avrupa Müslümanları, diğer Müslümanların yeni küresel gerçeklere uyanık olmalarını sağlama görevini omuzlamalıdır; zira, sözkonusu küresel gerçekler, geleneksel söylemlerin bundan böyle işlevselliğini kaybedeceği bir dünyaya şekil vermektedirler. Bu gerçeklerden herhangi bir etkilenmeye maruz kalmaksızın uzak durulabileceğini düşünmek ise, intihar etmekten farksızdır.


Dest-i kûtâhımızı itmemiş Allah resâ
Menba-ı lûtfunu yoksa elimize kaparız
Bize virsün mü Huda âb-ı hayat-ı tevfik
Hızr’ı bulsak reh-i zulmette külâhın kaparız
—İzzet Molla

‘İSLÂM VE YENİ BİNYIL:’ ifadeye dikkat! Müslümanlar olarak, başlamadan önce, en azından iki çekincemizin olması gerekiyor.

İlk olarak, 2000 tarihiyle başlayan Yeni Binyıl, geride kalmış bir medeniyetin üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi Milattan Sonra başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hıristiyan takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslâmî ulus o günü bir şekilde kutlamayı planlıyor! Müslüman ülkelerdeki kafa karışıklığı yaşayan sekülerleşmiş insanlar, bu meselede zaten ciddi bir coşku dahi gösteriyorlar—Türkiye’de İki Bin’e Doğru adında bir haftalık dergi bile yayınlanıyordu. Esasında, bu yarı-histerinin bizimle hiçbir alâkasının olmaması gerekirdi; çünkü, Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz, dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut. 2000 yılı aslında Hicretin 1420. yılında başlayacak. Böyle olduğu halde, neden bu münasebeti hiç dikkate almıyoruz? Aksi halde, en basitinden, rahatsız edici ve yersiz Batı etkisinin başka bir örneği olmaz mı bu?

Bu nokta, pek çok muasır bilginin (E. P. Sanders, Geza Vermes ve diğerleri) ifadesine göre de İsa’nın (a.s.) M.Ö. 6. yılda doğmuş olabileceğini hatırladığımızda, daha da keskinleşmektedir. Eğer öyleyse, o zaman 2000 yılı değil 1994 yılı, İsa’nın doğumundan sonraki ikinci güneş binyılına işaret etmektedir. Bu durumda, iki yıldır yapılmakta olan kutlamalar, aslında tamamen anlamsız bir tarihe denk düşmüş oluyor: Postmodern bir festival gerçekten! Londra’daki Binyıl Kubbesi gibi ironik ve insancıl projelere göz gezdirirken, insan kutlanmakta olanın Mesih değil de yan yana duran anlamsız üç sıfır olduğuna ikna olmuş hale geliyor. Pek çok post-Hıristiyana göre, bu olay anlamsızlıklar serisinin kışkırtılmış son halkası, katıksız aptallıkların bayramı olacak.

Tereddüt etmemiz ve çekince koymamız gereken ikinci husus, hiçbir surette gelecek hakkında kesin ve güvenilir bir konuşmada bulunamayacağımız gerçeğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, bu bölümde ve parça parça bu kitabın geri kalan kısmında, önümüzdeki büyük Binyıl dönümünü takiben İslâm’ın gidebileceği yönler hakkında kesin bir konuşmadan ziyade, bazı tahminler arz edeceğim. Ne var ki, Eş’ârî ve Matürîdî bağlamda, teolojik soru keskindir: biz bu tahminleri helâl yoldan yapabilir miyiz? Gelecek, gayb’ın, görülmeyenin içindedir; yalnızca olayları bilen ve belirleyen Kadîr-i Alîm’e açık bir kitaptır. Şu durumda, insan nesli belki de kendi sonuna yaklaşıyor olabilir. Kaldı ki, Kadîr-i Mutlak, Kahhâr, o vakitten önce de saatleri kolayca durdurmaya muktedirdir. Bizâtihî kendi türümüz, ilâhî adaletin bir tecellisi olarak bunda bir vasıta olabilir: Bazı okuyucular, muhtemel bir saldırıya karşı daha önce hareket edip Rusya üzerine nükleer bomba atılması için ısrarda bulunan stratejik bomba ekibinin başındaki kişinin huzurunda Başkan Kennedy’nin yaşadığı kararsızlığı hatırlayacaktır. Bu alanda tam bir spekülasyon paradigması sözkonusu. Cibril hadisinde, bu en büyük meleğin Kıyamet’in ne zaman geleceğini sormak için Peygamber’e (a.s.m.) geldiği, Peygamber’in ise “[Bu konuda] kenidisine soru sorulan, soru sorandan daha bilgili değildir” diye cevap verdiği ifade edilmektedir. Ancak şu kadarı var ki, Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği üzere, semavat, kıyamete hamiledir. İster insan eliyle gelsin ister başka şekilde, felâket siz bu kitabı bitirmeden önce meydana gelebilir.

Kısmen bu Kur’ânî ikazın da tahrikiyle, kıyametle ilgili beklentiler, İslâm tarihinde yeni değildir. Ve ilginçtir, İslâmî binyılla bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Orta Çağ Mısır’ının en büyük ilim adamı İmâm el-Suyutî, birçok Müslümanın hicretin 1000. yılı hakkındaki asabî beklentileri üzerinde ciddiyetle durdu. Kahire kürsülerinde birçok ihyacı vaizin ısrar ettiği şekilde, bu tarih dünyanın sonunu mu haber veriyordu?

Suyutî, ihtiyatlı ve sükûnetli tavrıyla, bu ümmetin ömrü hakkında bulabildiği tüm hadisleri iyice inceleyerek bütün bu korkuları yatıştırdı. Bu konuda Bu Ümmet’in Binyılı Yaşayacağına Dair Bir Delil başlıklı küçük bir kitap yazdı. Bu kitapta, İslâm’ın ilk binyılında insanlığın yeryüzündeki hikâyesinin sona ereceğine dair bir delilin bulunmadığını belirtti. Ama bizim kuşağın temkinle yaklaşması gereken birşey daha söyledi: hadisler, İsa (a.s.) ve Deccal’ın ortaya çıkışını da kapsayan alâmetlerin büyük ihtimalle onbeşinci İslâmî yüzyılda, yani bizim yüzyılımızda gözükeceğine işaret etmekteydi.

Neticede, mecazî anlam boyutu olan hadislerin zahirî anlamlar verilerek anlaşılmasından kaynaklanan hokkabazca fikirler, İmam’ın teolojik vukufuna boyun eğdi: Geleceğin bilgisi Allah’a mahsustur ve sadece peygamberler gaybdan haber verebilir.

O halde, takip eden sayfalarda yapmam gereken şey, gaybdan haber vermek değil, bilinenlere dayalı olarak tahminlerde bulunmaktır. Allahu Teâlâ, ister bazı doğal âfetler, ister dünyanın sonunu getirecek bir dizi savaşlar, isterse de bir biyolojik savaş laboratuvarındaki deney kabının dikkatsizce yere düşürülmesi sonucu olsun, tarihin seyrini değiştirmeye kâdirdir. Zamanın (dehr) hiçbir zahmete düşmeksizin Yaratıcısı olarak, bir yaprağı yere düşürdüğü kolaylıkta, tarihi de sona erdirebilir. Bunu önümüzdeki birkaç ay içinde yaparsa, bana ait öngörülerin hiçbir değeri olmayacaktır. Dolayısıyla, bu çerçevede benim tüm yaptığım, İslâm'ın muhtemel geleceğinde, yani önümüzdeki birkaç yıl veya onyılda—herhangi bir âfetle kesilmemesi şartıyla—devam edecek gibi görünen günümüz trendlerini gözönünde bulundurarak şimdi hakkında konuşmaktan ibarettir.

Bu trendler üzerine tefekkür etmek neden faydalıdır? Çünkü, herşeyden önce kabul etmek gerekir ki, Müslüman söylemlerinin hemen hepsi yirminci yüzyılın, esasında son üç yüzyılın, Müslümanlara yönelik meydan okumalarına ekseriya kötü ve başarısız bir şekilde cevap vermiştir. Batının zaferiyle yüzyüze gelmiş olmamız, bizim hangi değişimlerin kaçınılmaz ve hangilerinin direnç gösterilebilir olduğunu hesap edemediğimizi göstermektedir.

Sözgelimi, ondokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, Rusya'ya karşı bir dizi savaşı feci şekilde kaybetti. Bunda esas neden, Büyük Petro’nun Batılılaştırıcı misyonu ve teknokratik reformları sayesinde kurulmuş olan Rus ordusunun üstün disiplini ve sahip olduğu teçhizattı. Buna karşılık, ulemanın büyük bölümüyle birlikte Yeniçeri Ocakları, o dönemde her türlü değişime direnç göstermekteydiler. Onlar, savaşın imanla kazanılacağına ve ateşli silahlarla askerlerin saf durumuna geçmelerinin (fütüvvet) erdemini— şövalyemsi, neredeyse Samuray tarzı bireysel Müslüman savaşçı kodu—zayıflatacağına inanıyorlardı. Hasmı, gözlerinin içine bakarak bir kılıç darbesiyle yahut en fazla pek de güvenilir olmayan bir eski çakmaklı tüfekle öldürmek, yiğitliğin gereğiydi onlara göre. Uzak bir mesafeden ateş ederek vurmak ise, bir tür korkaklıktı. Böylece, Osmanlı ordusu daha iyi donanıma sahip Hıristiyan düşmanlarına karşı, yenilgi üstüne yenilgi almaya mahkûm oldu.

Kitap basımı üstüne yaşanan münakaşalar, bundan daha az sancılı değildi. Onsekizinci yüzyıla kadar ekser ulema, kitap basımının haram olduğuna inanıyordu. Bir metin, özellikle de dinle ilgili olanı, ihtiram ve huşu uyandıran kutsal bir şeydi; bu bakımdan, kitapların geleneksel hat ve cilt zanaatkârlarınca yavaş yavaş ve aşkla yapılmaları gerekiyordu. Birbirinin aynısı olan çok sayıda kitabın aynı anda elde edilebilirliği, âlimlerin düşüncesine göre, hem İslâmî öğrenimi ucuzlatır, hem de öğrencileri fikirlere vukuf ve metinleri hıfz etme konusunda tembelleştirirdi. Dahası, zaman zaman, sayfaların kalıpla basılma sürecinde tüm varoluşun Kaynağı’nın ismini ihtiva eden metinlere saygısızlık yapıldığı da öne sürüldü.

Tüm bunların değişmesi için, Macar muhtedi İbrahim Müteferrika’yı beklemek gerekti. Müteferrika, Halife-Sultan’dan seküler ve bilimsel kitapları basmak için izin aldı ve 1720’de İstanbul’da İslâm’ın ilk matbaasını kurdu. Müteferrika asla asıl yüzünü gizleyen dünyevîleştirici bir tahripkâr değildi; geçmişini ve dinî inançlarını Risale-i İslâmiyye adlı bir kitapta tanımlamış gerçekten samimi bir muhtedi idi. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun teknik ve idarî geri kalmışlığıyla da çok ilgilendi. Bu sebepten dolayı, 1731’de kendisinin yayınladığı Usûli’l-Hikem fî Nizâmi’l-Ümem (Milletlerin Düzeninde Hikmet İlkeleri) başlığını taşıyan bir eser yazdı. Bu manifestoda, Avrupa’da geçerlikte olan hükûmetleri ve askerî sistemleri tanımladı ve Osmanlı elitini bağımsız Müslüman devletlerin ancak Avrupa’nın askerî teknolojisiyle beraber, idarî ve bilimsel araştırma yöntemlerini seçici bir üslupla uyarlaması halinde yaşayabileceklerini söyleyerek uyardı.

Müteferrika’nın Avrupa medeniyetinin yükselişine ilişkin uyarıları, yavaş yavaş dikkate alındı ve Osmanlı devleti ihtilaflı bir konu olan kendini modernleştirme işine teşebbüs etti. Elbette bu işe İslâmî kimliğin temellerini muhafaza gayretiyle birlikte girişildi. İşte böylece, bugün Müslüman gündeminin merkezinde yer alan zorlu intibak süreci de başlamış oldu.

Bu Macar’ın öyküsü bize şunu hatırlatıyor: Çağın küresel trendlerinin bilincinde olmadıkça ve çağın teknoloji ve araçlarıyla uzlaşmış hale gelmedikçe, biz Müslümanlar kaybedenler olmaya devam edeceğiz. Şiddetli bir muhafazakârlığın getirdiği manevî avantajlar, mağlubiyet ve marjinallik tecrübesinin sebep olduğu manevî çöküntüyle çok kolay bozulur. Bugün merkezî İslâm ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, kısa vadeli siyasî meselelerle sonsuz büyülenmişlik içinde, aynı çöküntüyü yaşamaya devam etmekte gibi gözüküyor. Ki, basitçe geçici tezahürler hükmündeki bu meselelerle iştigal, daha büyük eğilimlerin ciddi biçimde gözardı edilmesi suretinde gerçekleşiyor.

Müslümanların bu noktadaki ihmali, bazen utandırıcı da olmaktadır. Şunu sormalıyız: İslâmî dünyasının çekirdek bölgesindeki dinî uyanış hareketlerine liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru olarak bilmektedir? Hatta, kaçı zamanımızın temel entellektüel sistemlerinin ismini bilmektedir? Yapısalcılık, post-modernizm, analitik felsefe, eleştirel teori, ve diğerleri, onlar için kapalı kitaplardır. Onlar, bunun yerine, ‘Uluslararası Siyonist Mason Entrikası’ veya ‘Yeni Haçlı İstilası’ ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslâmî hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı entellektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe başlamalıyız. Zira, sözünü ettiğim entellektüel kavrayış, İslâmî idarenin önündeki engellerin başarıyla aşılmasının ön şartıdır. Modernite ideolojilerinin isimlerini dahi bilmeyen bir İslâmî hareket liderinin bunların üstesinden gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.

Bu türden sathî yaklaşımlar, geride bıraktığımız yirminci yüzyılın ideoloji-dışı akımlarını kuşatmış olduğu gibi, muhtemelen yeni binyılda da görülecektir. Bunun önüne geçilebilmesi için, İbrahim Müteferrika’nın üç yüzyıl önce yaptığı gibi, Avrupa Müslümanları, diğer Müslümanların yeni küresel gerçeklere uyanık olmalarını sağlama görevini omuzlamalıdır; zira, sözkonusu küresel gerçekler, geleneksel söylemlerin bundan böyle işlevselliğini kaybedeceği bir dünyaya şekil vermektedirler. Bu gerçeklerden herhangi bir etkilenmeye maruz kalmaksızın uzak durulabileceğini düşünmek ise, intihar etmekten farksızdır. Çünkü, tüm zamanı hızlandıran, ivmelendiren ve tek-kültürlüleştiren bir süreçle bağlantılı olarak, giderek tek bir dünyada yaşıyoruz. Bugün baktığımızda, Dünya Bankası merkezlerinde bir cami bulunurken, MacDonalds’ın da Mekke’de bir şubesi var. Doğrusu, geleneksel topraklarında yaşayan Müslümanlar kendilerini kendi inanç ve düşünceleri itibarıyla emin hissediyor olabilirler, ama ya gençlerin durumu? Bir Amerikan üniversitesinde okuyan genç Müslüman öğrencinin hali nedir? Bu öğrenci, modern Batıda ve dolayısıyla modern küresel sistemde derin etkiye sahip ideolojileri, post-modernizmi ve post-yapısalcılığı öğreniyor. Sonra, doğal olarak, bunların İslâmî hareket liderleri tarafından çürütülmesini talep ediyor. Çürütemediklerinde, kafası karışıyor, ve zamanlar üstü bir hakikat olarak İslâm’a olan itimadı sarsılıyor. Bu şartlar altında, ancak nisbeten az zeki olanların Müslüman olarak kalması kaçınılmazdır. Bazı İslâmî hareketlerin içinde acı verici bir şekilde hâlâ mevcut olan kopuş sürecinin işaret ettiği de budur.

İşte, bu sebepledir ki etrafımızda bize rağmen büyük bir hızla güçlenmekte olan küresel süreçleri anlamak, dinî bir yükümlülük, bir farizadır.

Çağımızın önde gelen bütün trendlerinin İslâmî bir analizini sunmak bu bölümün amacını aşar. Dolayısıyla, burada asıl odağımızda, sadece birkaç temsilî mesele olacaktır. Bu, basitçe, onların kolayca çözümlenebilir oluşlarından dolayı değil; ümmetin önümüzdeki birkaç on yılda hazırlanması gereken meydan okumaların tabiatını ortaya koymak içindir. Ele alacağımız üç mesele, demografi, dinî değişim, ve çevre olacaktır.

Demografi, en önce dikkat edilmesi gereken meseledir; zira en değiştirilemez olanı odur. Bu konudaki güzel taraf, nüfus değişimlerinin kolaylıkla tahmin edilebilmesi, ve istatistiksel verilerin—en azından son birkaç yüzyıl için—bolluğudur. Üstelik, geleceğe yönelik tahminler, salgın hastalık, nükleer veya biyolojik savaş gibi âfetlerin vuku bulması haricinde, büyük ölçüde güvenilirdir.

Şimdi, dünya geneli için sunulan bazı tablolar üzerinde durabiliriz. 1880’de dünya nüfusunun yüzde 13.7’si Müslümandı. 1980’de bu oran yüzde 16.9’a yükseldi ve binyılın sonunda hemen hemen yüzde 21 civarındadır. Diğer dinlerin yüzdelik oranları ise hayli durağandır. Yalnızca, belki de sürpriz bir şekilde, ateistlerin toplam sayısında 1970’ten beri yavaş bir düşüş tecrübe edilmiştir.

Bu rakamlar, üzerinde düşünmeyi gerçekten hak ediyor. Yirminci yüzyıl boyunca dünyadaki Müslümanların toplam oranı, çok şaşırtıcı bir şekilde, deyiş yerindeyse zıplamıştır. Bu, kısmen ihtida edenler sayesinde ise de, önemli ölçüde doğal artış dolayısıyla meydana gelmiştir. Dahası, modern Müslüman dünyadaki demografik çoğalma, bu zıplamanın devam edeceği anlamına da geliyor. Meşhur Clash of Civilizations (Medeniyetler Çatışması)’nda Samuel Huntington, dünyadaki Hıristiyanların oranının artık azalmaya durduğunu ve 2025 yılı itibarıyla dünya nüfusunun muhtemelen yaklaşık bir çeyreğini (yüzde 25) teşkil edeceğini tahmin etmektedir. Bununla birlikte, Huntington’ın yine aynı yıl itibarıyla Müslümanlar için yaptığı tahmin, dünya nüfusunun yüzde 30’u civarındadır.

Bunun neden böyle olduğunu görmek, pek zor değil. Amerika ve Avrupa, gitgide yaşlanan nüfuslara sahiptir. Aslında, yeni binyılın en büyük ahlâkî meselelerinden biri, yaşlıların hizmetine sunulan imkânlarla ilgili olacaktır. Bugün itibarıyla tıbbî gelişmeler yetmiş-seksen yaş arasında bir ortalama ömür sağlamaktadır, ancak aktif ömrün o denli arttığı söylenemez. Yüzyılın başında bir Batılı ölümünü bekleyen bir hasta olarak ortalama iki yıl harcıyorken, bugün bu süre yedi yıla çıkmıştır. İvan İllich’in gösterdiği gibi, tıp hayatı uzatır, ama uzatılmış hayat hareketlilik açısından öncekiyle kıyas kabul etmez derecede yavaş ve durağandır. Dahası, bu şartlar altında sıhhati pamuk ipliğine bağlı yaşlı nüfuslar ortalığı kaplar. Ayrıca, bunların sağlık giderleri de sürekli artış gösteren sosyo-ekonomik bir yük olur. Yakınlarda İngiliz Sağlık Bakanlığı, Ulusal Sağlık Hizmeti’nde mevcut bulunan Alzheimer hastalığıyla ilgili yeni bir ilacın reçetesini duyurduğunda, sadece seçkin bir hasta grubu bu reçetenin maliyetini karşılayabilecek durumda idi.

Batının nüfusu had safhada ağır iken, İslâm’ınki tam tersidir. Bugün meselâ Libya’nın nüfusunun yarısından çoğu, yirmi yaşın altındadır ve, durum İslâm coğrafyasının başka her yerinde buna benzer durumdadır. Bu genç nüfuslar çoğalacak ve yeni binyılda Müslümanların yüzde artışını daimî hale getirecektir.

Şimdi, Huntington’ın örneklerine geçelim: 1965 ile 1990 arasında Mağrib’de nüfus 29.8 milyondan 59 milyona yükseldi. Aynı dönem içinde Mısırlıların sayısı 29.4 milyondan 52.4 milyona ulaştı. 1970 ile 1993 arasında Orta Asya’daki nüfus, yıllık olarak Tacikistan’da yüzde 2.9, Özbekistan’da yüzde 2.6, Türkmenistan’da yüzde 2.5 ve Kırgızistan’da yüzde 1.9 oranında arttı. 1970’lerde Sovyetler Birliği’ndeki demografik denge, Ruslar sadece yüzde 6.5 artarken Müslümanların yüzde 24 oranında artmasıyla, keskin bir şekilde değişti. Kesine yakın olarak söyleyebiliriz ki, Rus imparatorluğunun çökmesinin esas sebeplerinden biri de buydu. Moskova, sayılarının artışından ötürü tüm sistemi ele geçirecek kadar kendilerine güven duymalarından korktuğu için, Müslüman bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Hatta, Rusya’nın kendi topraklarında bile Müslümanlar (Tatarlar, Başkırlar ve Çuvaşların yanısıra, Orta Asyalı ve Kafkasyalı göçmenler) çok görünür durumdalar. Gerek Moskova’nın, gerek St. Petersburg’un nüfusunun yüzde 10’unu onlar teşkil ediyor.

Bu durum Müslüman anavatanlarındaki nüfus artışının Müslüman azınlık bölgelerinde de önemli bir etkide bulunacağını aklımıza getiriyor. Tanzanya ve Makedonya gibi bazı ülkelerde Müslümanlar, yirmi yıl içinde çoğunluk durumuna gelirler. Birleşik Devletler’deki Müslüman nüfusu, büyük oranda göç yoluyla 1972 ile 1990 arasında altı kat arttı. İlticanın bastırıldığı ülkelerde dahi bu artış devam ediyor. Geçen yıl Avrupa Birliği ülkelerinde doğan bebeklerin yüzde 7’si Müslüman’dı. Brüksel’de bu oran, şaşırtıcı bir şekilde yüzde 57 idi. 1992’de Roma’da en popüler bebek ismi, Giovanni ya da Luigi değil, Muhammed idi. İslâm, şimdiden hemen her Avrupa devletinde ikinci din durumundadır. Bosna ve Arnavutluk gibi çoğunluk dininin İslâm olduğu Avrupa ülkelerini de bu fotoğrafa dahil etmeyi unutmayalım. Eğer böyle devam ederse, 2020 yılında Avrupa uyruklu insanların yüzde 10’u Müslüman olacak.

Bu küresel dönüşümün anlamı nedir? Bunun hakikaten dinî olarak dikkat edilmesi gereken icapları nelerdir? Eğer bu icaplar yerine getirilmezse, Ebû Davud tarafından aktarılan şu meşhur hadisin sınırları içine mi gireceğiz: “Müslümanların sayı olarak pek çok, ama sel boyunca akıntıya kapılan bir köpük ya da gemi enkazı gibi olacağı bir gün gelecek.”

Son zamanlarda askerî zaferlerin rakamlara ve teknolojiye çok daha fazla bağımlı hale geldiği bir gerçektir. İki yüzyıl öncesine göre teknoloji karşısında asker sayısı dahi önemini epeyce yitirmiştir. Napoleon “Tanrı büyük taburların yanındadır” diyebilirdi; oysa şimdilerde, muazzam sayıda asker, düğmesine basılacak silahlarla imha edilebilir. Artık gerçek budur. Körfez’deki petrol kaynakları üzerine yakınlarda vuku bulan savaş sırasında Saddam Hüseyin’in ümitsiz ve saçma savunması da bu gerçeği göstermiştir.

Bununla birlikte, Müslüman sayısındaki hızlı artış, önemli icapları beraberinde getirmektedir. Bunu derken, elbette, Birleşmiş Milletler’in (Müslüman nüfusun artışından duyduğu siyasî kaygıyla) 1994 Nüfus Konferansı’nın yapılacağı yer olarak, dünyanın en kalabalık Müslüman şehri olan Kahire’yi seçmiş olmasını doğru bulduğumu söylemiş olmuyorum. Çünkü, sayılarda henüz emniyeti bozacak bir durum yok. Fakat, salt sayılardan daha önemli olan şey, nüfus profillerinin psikodinamiğidir. Yaşlı nüfuslar kendi düşünce ve hislerini tahlile yönelip esnek bir mizaca sahip olabilirlerken, genç nüfuslar daha enerjik olup ulusal siyasette atılganlığı teşvik ederler.

Yeni binyıl, orantısız bir şekilde genç ve giderek artan oranda kentli nüfusa sahip bir Müslüman dünya üzerine doğuyor. Tarihsel olarak bu tür şartlar, hep istikrarsızlık, karışıklık ve reform üretmiştir. Meselâ, Avrupa’daki Protestan reformunun bir açıklaması, 16. yüzyıl Almanya’sında tarım ve siyaset alanında yapılan düzenlemeler sonucunda genç insanların çoğunluğu teşkil etmiş olmalarına dayanır. Yine, 1930’larda Orta Avrupa’da faşizmin yükselişi, kısmen genç insanların sayısının artışıyla ilgiliydi. İslâm tarihinin sınırları içinde düşünülünce de, 16 ve 17. yüzyıllardaki Celalî isyanları buna örnek olarak gösterilebilir. Bu isyanlara, büyük Osmanlı fetihlerinin bitmesi ve dolayısıyla orduda istihdam edilebilecek yaştaki genç nüfusun işsiz kalması neden olmuştu. Anadolu’nun büyük bir kısmını harap eden çeşitli sekter veya sosyal protesto hareketlerinin ardında böylesi bir neden vardı.

Yakın geçmişteki İslâmî ihya hareketleri de, samimi olmak gerekirse, böyle bir zeminde oluştu. Huntington’ın işaret ettiği gibi, 1970’lerde genç nüfus bakımından en yüksek oranın yakalandığı Müslüman ülkelerden biri İran’dı ve devrim 1979’da meydana geldi. Diğer ülkelerde bu orana daha sonra ulaşıldı: Meselâ, Cezayir’de bu tarih, FİS’in en çok destek aldığı 1989 yılına tekabül eder.

Önümüzdeki binyılda bu genç nüfus patlaması, birçok Müslüman toplumda devam edecek. Yirmili yıllarının başlarında olan insanların sayısı Mısır, Fas, Suriye, Tunus ve başka bazı ülkelerde artacak. 1990’a kıyasla, 2010 yılında çoğu Arap ülkesinde iş piyasasına girenler yüzde 50 civarında artacak. Hâlihazırda vahim boyutta olan işsizlik problemi, tahammül sınırının ötesine geçecek.

Bu hızlı artış, haliyle, bazı devletlerin idaresini zorlaştırabilecek. Kahire ve Cezayir’deki zor durumdaki rejimler, daha şimdiden, ahlâkî ve dinî boyutlarının yanısıra açık bir biçimde demografik boyutu da olan başkaldırılarla yüzyüze gelmeye başladılar bile. Dolayısıyla, önümüzdeki binyılın olası fotoğraflarından biri şudur: Batıda istikrarlı, kendini tahlil eden bir siyaset kültürüne sahip yaşlı ve durağan nüfuslar; İslâm dünyasında ise patlayan bir nüfus, ve radikaller tarafından çepeçevre kuşatılmış yerleşik rejimler.

Üzerinde düşünülmesi gereken ikinci konu, zor durumdaki rejimlerin yaşayıp yaşayamayacağıdır. Birçok siyaset bilimcisinin İslâm dünyasına yönelik bir ilgiyle üzerinde çalıştığı halde, bunu yorumlamak ziyadesiyle zordur. Modern dönemden önce, köylü ayaklanmaları iyi bir başarı şansı yakalamıştı, çünkü insan gücü hükümdarın ordusuna karşı başarılı olabiliyordu. Oysa bugün, teknolojideki gelişmeler, askerî kitlelerin memnuniyetsizliğine rağmen rejimlerin ilânihaye hayatta kalmasını mümkün kılabiliyor. Bundan böyle, bir diktatör sadece yeterli yatırım yaparak, usta işi sızmaları veya en kalabalık ayaklanmaları bile savuşturabilir. Bu amaçla kullanılan teknolojiler giderek ucuzluyor ve çoğu kez Batının Üçüncü Dünyadaki gözde müşterilerine krediyle satılıyor. Benzer şekilde, sorguya çekme ve işkence teknikleri de giderek inceliyor; üstelik, dünyanın farklı yerlerindeki yeraltı hareketlerine karşı etkili bir silah olduğu çoktan kanıtlanmış durumda.

Bu konuda Uluslararası Af Örgütü’nün 1996 yılına ait yıllık raporundan birkaç örnek verebiliriz. Bu rapor, Ocak 1995’te Amerikan hükûmetinin Suudi Arabistan’a ‘taser’ silahları da dahil bir dizi güvenlik teçhizatının ihracatı için ruhsat verdiğini belgelemektedir. Bu silahlar, fırlatıldıktan sonra, kurbana beş metre kala 40-50,000 voltluk şok etkisi gösterebilmektedir. Bu tip silahlar, İngiltere dahil, birçok ülkede yasaklanmıştır.

Af Örgütü tarafından rapora dökülen bir başka örnek, bir İngiliz şirketi tarafından 1990’da Dubai’de özel bir polis merkezine kurulmuş tam teçhizatlı bir işkence odasıdır. Birleşik Arap Emirlikleri’nde bu oda ‘Eğlence Evi’ olarak biliniyor. Af Örgütü’nün tanımlamasına göre, bu oda korkunç derecede yüksek ses üretebilen bir tertibata sahip olup özel olarak inşa edilmiştir. Bir gürültü jeneratörüne senkronize biçimde eşlik eden parlak ışıklar, ciddi rahatsızlıklara sebep olabilen frekansta kullanılacak şekilde düzenlenmiştir. Bunlar artık zor durumdaki rejimlere arzedilmekte olan çok gelişmiş işkence teçhizatına dair sadece iki örnektir. Bu listeye çok rahatlıkla hızlı bir şekilde geliştirilen iletişim gözetimi teknikleri de eklenebilir.

Siyasi analizciler, teknoloji ilerledikçe rejimlerin, büyüklüğü ne olursa olsun, kendi aleyhlerine olan hareketleri—silahlı kuvvetlerin içine sızmadıkları müddetçe—bastırılabileceklerine inanmaktadırlar. Hatırlanacak olursa, İran’da Şah’ın düşmesinde asıl rolü, Şah’ın aleyhine dönen ordu oynamıştı; yoksa bu, sokaktaki aleyhtarların işi değildi. Buna karşılık, Cezayir’de devrim bastırıldı, zira radikaller ordunun içinden destek sağlamadan da modern devletin üstesinden gelebileceklerine inanmışlardı. Ama yanıldılar.

Bu şekilde yönetilen toplumlar artık, yukarıdaki örneklerdeki gibi, çok ciddi travmalar ve kültürel çarpıklıklar yaşıyorlar. Bu duruma uygun olarak belki de patlamaya hazır ‘düdüklü tencere kültürleri’ terimini kullanmak gerekiyor. İnsan ruhunun bu türden tazyiklere maruz kalmasının sonuçları oldukça ikaz edicidir ve Müslüman dünyada şimdiden on yıl önce bile düşünülemeyecek uç davranışların tezahürleri görülebilmektedir.

İlerleyen bölümlerde dinsel ‘aşırılık’ veya geleneksel İslâm’da adlandırıldığı şekliyle gulûv (taşkınlık) problemine ilişkin bir tahlil sunmaya çalışacağım. Fakat bu kitabın merkezî teması, İslâm’ın yeni binyılda —aşırılık çıkmaz sokağına girmemek şartıyla— başarı, hatta galibiyet noktasında iyi bir yerde durduğu olduğundan, burada probleme dair bir ön değerlendirmeye teşebbüs edilmelidir.

İslâm’ın erken dönemlerinde Haricîlik olarak bilinen bir hareket, hatırlanacağı üzere, İslâm toplumuna dair ütopik ve arınmacı bir vizyon uğruna çarpışıyordu. Böylesi hareketler, ne yazık ki, yeniden sosyal ve siyasî dünyamızın bir parçasıdır. Birçok ortodoks Müslüman, bu hareketlerin günümüzdeki izdüşümlerini marjinal ve saded harici şeyler olarak başından defetmeyi istese de, onların beslendikleri şartlar ortadan kaldırılıncaya dek büyümeye devam edecekleri yönünde meş’um işaretler bulunmaktadır. Herşeyden önce, anaakım İslâmî hareketlerin iktidara erişmede başarısız olduklarını görmekteyiz. Bu şartlar altında, hayal kırıklığı içindeki gençler, daha radikal alternatiflere kayıyorlar. Müslüman toplumun ve Müslüman bilincinin giderek daha fazla yaşayacağı bir kutuplaşmanın önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracağı, dürüst olmak gerekirse, yeterince açıktır.

Tüm totaliter dinî hareketler gibi, Haricîlik de ironik bir şekilde pratikte bölünüp farklılaşmasına rağmen, tanımlayıcı tek bir özelliğe sahiptir: tekfir. Tekfir, bir Müslümanın başka Müslümanların hududu aştığını, ve dolayısıyla öldürülmeyi hak ettiklerini beyan etmesi diye tanımlanabilir. Bu eğilime, İmam Gazâlî gibi yüksek klasik İslâm ulema şiddetle hücum etmişlerdir. Gazâlî, el-Faysalu’t-Tefrîka beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka (İslâm’ı Zındıklardan Tefrikin Kesin Ölçüsü) adlı eserinde, lâ ilâhe illallah, muhammedün resulullah dediği müddetçe, bir kimsenin İslâm’ın dışına çıktığını beyan etmekten daha zor ve daha karmaşık birşey olmadığını belirtir. Ve bugün, hâlâ daha birçok ülkede Sünnî okul çocukları İmâm Lekkânî’nin Cevheretu’l-Tevhid (Tevhid’in Cevherleri) adlı eserindeki itikada dair mısraları ezberlerler:

iz câizun gufrânu gayril küfri
fe lâ nükeffir mü’minen bi’l-vizri

Küfürden gayrısının affı mümkün olduğuna göre,
Bir mü’mine bir günahından ötürü kâfir diyemeyiz.

ve men yemut ve lem yetüb min zenbihi
fe emruhu müfevvedun li rabbihi

Kim günahları için tevbe etmeden ölürse,
Onun işi Rabbine kalmıştır.

Yine, fıkıh alanındaki farklılıkların meşruiyeti, içtihad anlayışında kök bulur. Maneviyattaki farklılıklar ise, sûfîlerin el-turûk ilallah bi adedi enfâsi’l-halâik (insanın nefesleri sayısınca Allah’a giden yol vardır) şeklindeki sözlerinde net bir şekilde ifade edilir. Saragossa’lı büyük sûfî şair İbn el-Benna’nın ifade ettiği gibi;

ibâretunâ şettâ ve husnüke vâhid,
Ve küllün ilâ zâke’l-cemal yuşîru

İfadelerimiz farklı, ama Senin hüsnün bir,
Ve hepsi o aynı Cemal’e işaret ediyor.

Çeşitlilik, her zaman İslâmî kültürlerin bir karakteristiği olmuştur. Halbuki, Orta Çağ Hıristiyan kültürleri, bu çeşitliliği bastırmaya gayret etmişlerdi. Bununla birlikte, günümüzde Müslümanlar arasında İslâm’ın totaliter biçimlerine taraftar olma yönünde artan bir eğilim mevcuttur. Genç eylemci “Benimle hemfikir olmayan herkes günahkardır ve cehenneme gidecek” diye bağırıyor.

Bu zihniyet, hiç şüphesiz Haricîlerin tekfirini hatıra getiriyor. Fakat, bu zihniyetin modern ümmet içinde niçin geliştiğini anlamak için biz, salt şeklî tarihi değil, içinde bulunduğumuz durumun psikolojik tarihini de anlamak durumundayız. Dinî hareketler, sadece doktrinler ve kutsal metinlerden ibaret değildir. Aynı zamanda insan topluluklarının umutları ve korkularının da ifadesidir. Emniyetli zamanlarda teolojiler, yayılma eğiliminde olur. Bu, İslâm için de böyledir. Oysa, ortamın tehdide daha yakın olduğu dönemlerde ya da mü’min topluluklar böyle hissettiğinde, genel olarak dışlayıcılık tavrı sergilerler. Doğrusu, ümmet kendini daha önce belki de hiç bu kadar tehdit altında hissetmemişti.

Avrupa’nın Müslüman gettolarında dahi tekfir olgusu muntazaman büyüyor. İç şehirlerimizde yalnızca kendilerinin cennete gideceğine inanan hiziplerimiz var. Kendilerini Müslüman olarak niteleyen insanların yüzde 99’u, başkalarının ilâhî ahlâka bağlılığına yönelik bu nahoş küçümsemeleriyle aslında pek de iyi Müslüman olmadıklarını kanıtlıyorlar.

Bu psikolojik hali, o halin evrensel olarak da varolduğunu bildiğimizde, sanırım daha kolay anlayabiliriz. Sözkonusu hizipçi dışlayıcılık eğilimi, sadece İslâmiyette değil, Hıristiyanlık, Musevilik, Hinduizm ve Budizm’de de bariz bir şekilde mevcuttur. Meselâ, Hıristiyanlık için, David Koresh’in önderi olduğu Davidyenler Kolundan öteye bakmaya gerek yok. Bu kola mensup 89 kişi, üç yıl önce Teksas’taki çiftliklerine Amerikan askerlerinin saldırısı sonucu ölmüşlerdi. Davidyenler, hakikî Hıristiyanların sadece kendileri olduğuna ve kendilerinden başka herkesin cehennemde yanacağına inanıyorlardı.

Bunun İslâmî tezahürlerine bakarsak; rejimlerin baskıcı oluşlarının, dışlayıcılığı ortadan kaldırmak bir yana, daha da teşvik ettiği söylenebilir. Nitekim, dışlayıcılığın yüzyılın sonunu geride bırakırken nisbî bir oranda gelişeceğini öngörmek akla yatkın gözüküyor. Sözkonusu dışlayıcılık, kurulu rejimleri zayıflatmak yerine daha da kuvvetlendiren sinir bozucu saldırılarda, turistleri vurarak yahut küçük hedefleri infilâk ettirmek suretiyle İslâm’ın adını kirletmeye devam edecek. Bölücü İslâmî hareketler kadar tahripkâr bir düzeyde, bu eğilim, belki de mevcut rejimlerin toplumda dini daha da baskı altına alıp marjinalleştirmesine için bir bahane teşkil edecek.

Dolayısıyla, neo-Harici sapkınlık tehdidi, gerçek bir tehdittir ve bunu daha sonraki bir bölümde ayrıntılı biçimde ele alacağım. Bununla birlikte, bu tehdit çok daha endişe verici bir dönüşümün gerisinde kalacak: doğal çevre meselesi. Bir önceki meseleyle aşikâr biçimde bağlantısız bir mesele olarak doğal çevrenin bozulması, günümüzün büyük İslâmî meselelerinden biridir ve hatta en önemlisi olduğu dahi tartışılabilir. Kur’ân, Kıyamet’in habercileri olarak göklerin ve denizlerin şiddetle sarsılarak birbirine katılacaklarından bahseder. Ve bunda, insan hayatını çok uzun zamandır çok güzel bir surette taşımış olan ekosistemin halihazırdaki çöküşüyle bağlantılı olarak, şiirsel düzlemde binyıla ait birşeyler kesinlikle vardır.

Bu noktada, bir sorular kümesi bizi bekliyor. Açık olan şu ki, ikinci binyılı arkamızda bırakırken üzerinde yaşadığımız gezegen, birinci binyıla kıyasla sefalet dolu, fakir bir fiziksel durum içindedir. Kâh fiziksel düzen üzerinde insan hâkimiyetine ilişkin Aydınlanma fantezileri, kâh belirli tipteki bir Protestan kapitalist ahlâkı yoluyla pratiğe dökülen materyalizm, Dünya Ananın ekip ruhuyla tecavüze uğramasına önderlik etmiştir. Gezegenin yüzünün her tarafında yara izi var. Binlerce ton zehirli atık, bugün okyanuslarda dolaşıyor veya stratosferde gezinip duruyor. Her gün, bilinen bir düzine tür daha yok oluyor. Kendimizin ve bazı evcil hayvanların dışındaki her hayat biçimi, modernitenin kurban ateşinde bir bir imha ediliyor. BSE, yani Deli Dana hastalığı, geride daha nelerin olabileceğine dair bir ipucudur: İngiliz hükûmeti sözcüleri, 30.000 civarında İngilizin, hastalıklı sığır eti yemeleri nedeniyle Creuzfeld-Jakob hastalığına yakalanabileceğini itiraf etmişlerdir. Teknoloji ilerledikçe benzer bilimsel hataların insan türünü yeryüzünden silmeyeceğinin bir garantisi olmadığını reddedersek, aptallık etmiş oluruz. Tüm zamanlarda olduğu gibi, ilerleme çok büyük bir kumardır.

Fakat, çok daha acil ve inkâr edilemez olan çevre meselelerinden biri, yeni binyıla da taşıdığımız küresel ısınmadır. Bir yüzyıl boyunca sera gazlarını gökyüzüne pompaladık ve bu faaliyetin karşılığının ödenmek zorunda olduğu gerçeğini daha yeni yeni farkediyoruz. Müslümanların bu meseleye —Batıdan çok daha fazla İslâm ülkelerini etkileyecek olmasından dolayı değil ama— büyük bir dikkatle odaklanmaya ihtiyaçları var. Müslüman dünyada, rahatsız edici bir şekilde, çok az kişi bu sorunla ilgili görünüyor.

Yıllardır, hükûmet tarafından atanmış uzmanlar, küresel ısınma problemiyle alay ettiler. Ne var ki 1992’deki Rio Yeryüzü Zirvesi, bilimsel gerçeklerin artık hiçbir iddianın karşı koyamayacağı kadar net olduğu muzdarip bir dünya manzarasını karşımıza çıkardı. Dünyamız pişiyor. Atmosferdeki endüstri gazları, gezegenimizi bir gaz odasına ve fırına çeviriyor.

İngiltere’de küresel ısınma artık sıradan vatandaşlar tarafından da farkediliyor. Sıcaklık kayıtları, üç yüzyıl öncesine kadar gidiyor, ama en sıcak on yıl 1945’ten sonra meydana gelmiş ve bunların içinde de en sıcak üç yıl geçen on yıl içindeki 1989, 1990 ve 1995 yıllarıdır. Yağış durumu da, bundan daha intizamlı değildir, öyle ki 1997 yılında son iki yüzyılın en kurak Ocak ayı yaşanmıştır. Okyanus fırtınaları çok şiddetli hale gelmiştir, ki bu yüzden, Kuzey Denizi petrol endüstrisi, artık tankerler için aşırı derecede zahmetli olduğu için, boruları su altına döşemeye zorlanıyor.

Gelgelelim, şaşırtıcı bir şekilde, ortalıkta yeteri kadar kesin bir tablo gözükmüyor. 1990 ile 2050 arasında dünya ısısındaki ortalama yükselişin 1.5 derece olacağı tahmin edilmektedir. Bu sıcaklık, dört binyıl önce son buzul çağını sona erdiren sıcaklıktan sadece yarım derece daha düşük. Araştırmalar, kutuptaki buz zirvelerinin daha şimdiden erimeye başladığını ve bunun deniz seviyesinde yılda 5 milimetrelik bir artışa neden olduğunu göstermektedir. Kuzey Norfolk sahili gibi yerlerde denizi körfezde tutmak için, Avrupa Birliği yeni somut önlemlere milyonlarca sterlin harcıyor. Gelgelelim, en incelikli önlemlerin bile hınçlı bir tabiat karşısında ne zamana kadar durumu koruyabileceği cidden tartışmalıdır.

Gerçi Batı için kötü haberler iyi olanları sıfıra indiriyorsa da, yükselen sıcaklıkların belki çoğu insan için hoş olabileceğini de belirtmek gerek. 30 yıl içinde güney İngiltere’nin bazı bölgelerinde narenciye yetiştirmek mümkün olabilecek. Zaten çiftçilerin satın aldığı tohum çeşitleri, yazın daha sıcak kışların ise daha kurak olacağının hâlihazırda bilindiğine işaret ediyor. Buna, şimdilik meydanda tehditkâr bir büyük âfetin gözükmediğini de ekleyelim.

İslâmî dünya için ise manzara, daha tehlikeli boyutlardadır. Rio Zirvesi’nde birçok İslâmî ülke, bu meseleye kayıtsız kaldı. Hatta, çevresel kontroller aleyhine en fazla kampanya yapmış ülkeler, çoklukla Müslüman olanlardı: Körfez ülkeleri, Brunei, Kazakistan ve diğerleri. Bunun altında yatan sebep de, bu ülkelerin ekonomilerinin büyük oranda petrol ve gaza bağımlı olmasıydı. Açıkçası, Batının yollarında kullanılan enerjilerin ithalatında meydana gelebilecek azalmalar, yahut gelgit ya da rüzgâr güçleri gibi tedarik edilmesi kolay olan kaynaklardan elektrik üretmeye geçiş, bu ülkelere anında kaybettirecek bir etkiye sahiptir.

Kısmen bu tür kısa vadeli kör yaklaşımlar nedeniyle, Müslüman çevreler, yeni binyıl için önceden hissedilen bu büyük iklimsel âfetten henüz pek haberdar görünmüyorlar. İsterseniz şimdi bu âfetin çoktan vuku bulmuş olan bazı ön habercilerine bir göz atalım. Yüzde 90 Müslüman nüfusa sahip olan Çad, Mali ve Nijer gibi Afrika ülkelerinde yağış miktarı, son on yılda yüzde 10 azaldı. Büyük Sahra Çölü, kum tepelerinin çölün güney kısmında bulunan kenar otlakları ve ekilebilir toprakları içine alıp istila etmesiyle daha da genişliyor. İklim başka yönlerden de kötüleşiyor: 1980’lerin sonunda Sudan’ı harap eden feci kuraklık, yerini ondan da feci sellere bıraktı.

Herhangi bir iklim haritası, bugün birçok Müslüman ülkedeki tarımın en iyi ihtimalle çok marjinal bir iş olduğunu gösterecektir. Cezayir’de yağış miktarında yüzde 15’lik muhtemel bir düşüşün geriye kalan tarım alanlarının çoğunun yok olmasına sebep olacağı hesap edilmektedir; ki bu, şehirlere yeni bir göç dalgası demektir. Benzer bir durum, hâfızalarda hâlâ tazedir, çok kötü bir kuraklığın 1995’te sona erdiği Fas için söz konusudur. Keza, Yemen küresel ısınmanın bir başka sonucu olarak, Hint Okyanusu’ndaki Muson rüzgârlarında meydana gelen değişimden olumsuz etkilenmiştir. Bangladeş’teki sorun ise, bir kıtlık değil, tam tersine aşırı su fazlalığıdır. Seller artık her üç veya dört yılda bir oluyor ve normal karşılanır hale geldi. Bu, sadece düzeni bozulmuş Muson rüzgârlarından dolayı değil, toprağı suya karşı dirençli kılan Himalaya’daki ormanların geniş ölçekli bir kıyıma maruz kalmasından da dolayıdır.

Oxford Üniversitesi’nden Norman Myers, ‘deniz seviyesindeki yükseliş ve ve tarımdaki değişimlerin 2050 yılı itibarıyla 150 milyon mülteciye neden olacağını’ tahmin etmektedir. “Bu rakam 15 milyon Bangladeşli ve 14 milyon Mısırlıyı içerir.”

Kaldı ki, bu rakamlara iklim değişiminin ikincil sonuçlarının ürettiği göçmenler dahil değildir. Böylesine devasa insan dalgalanmaları, hükûmetlerin istikrarsızlaşması ve savaşların meydana gelmesi yönünde iş görecektir. Bilindiği gibi, modern ulus-devlet göçü kolaylaştıran bir yapı değildir: Bangladeşliler, 1948’den önce Hindistan’ın diğer kısımlarına göç edebilmişlerdi, ama bölünmeyle birlikte kendi sınırları içine sıkışıp kaldılar. Öte yandan, salgın hastalıklar da yayılacak gibi görünüyor. Deniz seviyesinin yükselmesi ise, Maldiv yahut Komor Adaları gibi Müslüman ada devletlerinin dalgaların altında tamamen kaybolmasına sebep olacak. Bu da, haliyle, buralardaki nüfusun yerleşim için başka yerler aramalarına yol açacak.

Bu noktada, yine, bu tahminlerin kıyamet senaryoları olmadığını hatırlatmalıyım. Bunlar, tamamen anaakım bilimin öngörüleridir ve Avrupa Birliği ve İngiltere Çevre Dairesi raporlarında zikredilmiştir. Bu arada, atmosfere yükselen gaz oranını sınırlamak üzere ürkek önlemlerin alınmaya başlandığı da doğrudur. Buna rağmen, bundan böyle gökyüzüne hiç gaz bırakılmasa bile şu anda atmosferde dolaşımda olan gazlar, sıcaklığın en azından bir yüzyıl daha yükselmeye devam etmesini sağlayacak boyuttadır.

Bu giriş bölümünü, sözünü ettiğim ekolojik denge ve sonuçlarıyla alâkalı bazı düşüncelerle kapatabiliriz.

Herşeyden önce, biri diğerinden ağır olan bu gelişmeleri biz bir iyimserlik nedeni olarak mı, yoksa bir korku nedeni olarak mı düşünmeliyiz? Biz, Mübarek Peygamber’in (a.s.) iyimserliği sevdiğini ve ‘Allah’ın ilâhî takdirine emniyet içinde dayanma’ diye anlaşılabilecek tevekkülü öğrettiğini biliyoruz. Ve dahası, o, bir kimsenin devesini sıkı sıkıya bağladıktan sonra Rabbine tevekkül etmesi gerektiğini de öğretmiştir. Önümüzdeki birkaç onyılda biz develerimizi nereye bağlamalıyız?

Bu noktada, söylenecek çok şey var. Belki en önemlisi, bilgili bir liderler grubunun yetişmesi meselesidir. Daha önce bahsettim; Müslüman liderlerin çoğu, zeki gençlere bugünün meydan okumalarına karşı ihtiyaç duydukları yardım noktasında rehberlik edemiyor. Ortalama bir Müslüman aktivistten post-modernist yanlışları açıklamasını istediğinizde, özellikle de Vehhâbî itikadına sahipse, size pek fazla yardım edemeyecektir. Kafalarımızı toprağa gömmüşüz. Böylesi hiziplerin gözardığı ettiği şey, entellektüel trendlerden ibaret de değildir. Dikkatimizi hiç vermediğimiz çevre de, kendisiyle alâkalı günahlarımız için vukuu yakınlaşan bir Hesap Günüdür. Hal böyle iken, bizim aktivistlerimiz, ülkelerinde belki de içlerine doyasıya çekebilecekleri son nefeslerini alırlarken, ibadet sırasında elleri doğru şekilde bağlama veyahut sakalın olması gereken uzunluğu üstüne rakip söylemlerini dillendiriyor olacaklar. Onların öncelikleri, saçmalıkları kadar sarsılmazdır!

Bütün bunların değişmesi gerekiyor. İslâm dünyasını ziyaret eden herhangi bir kimse, gençler arasında İslâm’a yönelik çok büyük bir şevk olduğunu belirtecek, ama liderliğe yönelik ilgi açısından böyle birşeyi asla söyleyemeyecektir. Geleneksel ulema, ihtiyaç duyduğumuz nezaket ve ılımlılığa sahip, ama onlar da dinamizmden yoksunlar. Radikal grup liderleri ise, bencil dışlayıcılık, hoşgörüsüzlük ve tekfir tuzağına düşmüşlerdir. Öte yandan, anaakımı ihyacı liderler, dostça söylemek gerekirse, çok zaman ilgisizler. Hem kütle halinde hareket etmeleri, hem de tehlikeli bir ‘ideolojik’ İslâm görüşünün tuzağına düşmüş olmaları yüzünden, bugünün dünyasının karmaşıklığını anlamaktan epeyce uzaktalar. Parlak gençlerimiz, bu durumu yakında yeterince göreceklerdir.

Bu sebeple, geleneksel şer’î disiplinleri ve bugünün dünyasının kültürel ve entellektüel dilini genç erkek ve kadınlara öğretmek üzere kurumlaşmaya ihtiyaç hissedilecektir. Aslında, buna benzer birşey geçmişte yapılmıştı: Gazâlî’nin şöhret kazandırdığı Bağdat’taki Nizamiye Medresesi, sadece fıkıh bilgisini değil, aynı zamanda Yunan geleneğinin felsefî teolojisini de teşvik etmiş ve liderlerini bu şekilde zamanın rakip ideolojilerinin üstesinden gelebilecekleri uygun silahlarla teçhiz etmişti. Bizim yeni binyıl için Gazâlî gibi bir müceddide ihtiyacımız var: seküler düşünceye karşı kendisine çit örmeye çalışmayacak, ama onu anlayabilecek ve onunla başa çıkabilecek, dengeli, hoşgörülü ve manen şuurlu bir yüksek istidada sahip bir müceddide. Özelde, ancak böyle bir kişi, reddedilmez bir şekilde modern şartlarda konuşulan maneviyat, sanat ve çevre meselelerine vurgu yapabilir.

Batılı Müslüman düşünürler, Batılıları neyin harekete geçirdiğini ve etkilediğini bildiklerinden, İslâmî söylemin bu meselelere odaklanmada başarılı olması ve ifrat şeytanından dualarla kurtulması durumunda, dinin yeşermeye duracağını, hatta önümüzdeki yüzyılın dinî dramasında tekrar sahnenin tam ortasını işgal edeceğini söylemektedirler. Geleceği yalnızca Allah doğru olarak bilir. Fakat açıkça görülüyor ki, arızî sembolleri dışarıda tutarsak, yeni binyılın faydalı olacağı bir kavşak noktasındayız. Yeni binyıl, ya entellektüel ve manevî açıdan zengin geleneğiyle İslâm’ın nihaî çöküşüne işaret eden bir sınır olacak ve böylece İslâm aşırı nüfuslu ve az beslenen bir kaos bölgesine başkanlık edecek; ya da Müslümanlar anlamsız tarafgirlikler çıkmaz sokağını sorgulayıp terkederek ahlâkî ve manevî yol göstericiler olarak kendi doğal dünyalarının rolünü oynamaya başlayacak ve böylece yeni binyıla damgalarını vuracaklardır.

Biz bugün geleneksel Ümmet’in doğu ve güney istikametindeki çözülüşüne baktıkça, böyle bir çözülme ve çöküş ihtimalinin inanılır olup olmadığını kendimize sormalıyız. Ancak, unutulmamalıdır ki, biz geleceğin hemen hemen hiçbir ön şartı olmayan bir çerçevede görüşüp anlaşmaya konu olabileceği bir zamanda yaşıyoruz. Eskiden müfrit Hıristiyanlık, milliyetçilik ve komünizm gibi İslâm’a mani olmuş ve baskı yapmış ideolojiler giderek soluyorlar. Zalim, kapalı ve ihtiraslı faşist asker gruplar, bugün yirminci yüzyıl tarihinin orta dönemlerine ait metruk çöplüğün bir parçası haline gelmiş durumda. Diğer yandan, Cambridge’li antropolog Ernest Gellner’in İslâm’ı ‘son din’ olarak tanımladığına şahit olduk. Bu ifade, ikinci bölümde İslâm’ın postmoderniteye cevabı bağlamında açıklamaya girişeceğim sıradışı sonuçlara sahip bir iddiadır.

Eğer miras almış veya tercih etmiş olduğumuz temel iddialara inanmak için kendimize yeterince güvenimiz varsa, iyimser olmak için de yeterince nedenimiz var demektir. Müslümanlar, eğer sinirlerine hâkim olabilir ve rakiplerince onların haritanın dışına itilmesine yol açan sekülerleşme sürecinin yanısıra tepkisel Hariciliğin çıkmaz sokaklarından kaçınabilirlerse, işte o zaman, gerçekten dünyanın hakemi ve Allah’ın halifesi olma niteliklerini yeniden keşfedebilirler. Aksi halde, modernlik söyleminde şimdilerde yaşanan kriz ortada iken, ümmetin o zamanüstü ve meydan okuyucu sözü, yeryüzündeki başarısızlığın şaşkınlığı olmaksızın bir kez daha ikrar edebileceğini umut etmek boşunadır: ve kelimetullâhi hiye’l-ulyâ (ve, Allah’ın sözü en yücedir).




Not: Yazarın özel izniyle yayınladığımız bu makale, onun Gelenek Yayınları tarafından yayınlanan 'Postmodern Bir Dünyada Kıbleyi Bulmak' adlı kitabının birinci bölümünü oluşturmaktadır.

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Abdülhakim Murad



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut