İbadeti vazife-i fıtrat bilmek

Mustafa Şam

Allah’ın hem kevni hem de kelami ayetlerine en güzel şekilde muhatap olabilecek bir kıvamda yarattığı insan, ibadetlerinin sürekliliği ile öncelikle huzuri bir tevhid melekesi sahibi oluyor çünkü emir ve nehiy üzerinden hayatını tanzim etme gayreti, sürekli o kuralları ve nizamı koyan yaratıcısıyla bir muhatabiyeti neticelendiriyor.


Kaynak: https://unsplash.com/photos/7FOSJVtUtac


BAKARA SURESİNDE sırasıyla müminler, kafirler ve münafıklardan bahsedilip, özellikleri ve akıbetleri ortaya konduktan sonra 21. ayet-i kerimede ‘Ey insanlar sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız…’ buyurularak ibadet emrinin muhatabı olarak insan zikredilir; müminlere tahsis edilmez. Bu durum bize bu emrin ontolojik bir boyutunun olduğunu, insanın kendisine verilen fıtrattan dolayı bu hitaba mazhar olduğunu ve hitap edenin ibadetin yaratılışa taalluk eden veçhesini nazar-ı dikkate verdiğini gösterir. Yine ‘Allahın kulu üzerindeki hakkı, kulunun O’na ibadet etmesidir’ hadis-i şerifi; bir mühendisin tasarladığı ve her türlü yazılımını yüklediği arabadan murad ettiği performansı ve özellikleri beklemesinin onun araba üzerindeki hakkı olması misali üzerinden anlaşılabilir. O halde Said Nursi’nin ifadesiyle ‘ibadet mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat’ olarak okunması gereken bir hakikattir. Oysa, neden sonuç ilişkileri ile kainata ve hadisata bakmaya alıştırılmış bu zamanın zihinleri maalesef ibadet hakikatini de vesilelik üzerinden konumlandırmış; bu ise meseleye tebei nazarla bakışla sonuçlanarak öncelikler hiyerarşisinde ibadeti alt sıralara ötelemiştir. Çünkü, ihtiyacı hissedilmeyen şey fıtrat için yüktür. Bu zamanın deizme çıkan zihin dünyasında böylesine bir eksen kaymasının rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Bir yaratıcıya olan ihtiyacını hissedip aklen kabulde zorlanmayan nice insan ibadeti özgürlüğüne tehdit ve hayat akışına yük olarak gördüğü için ibadetin bir tanımı olan emredileni yapıp nehyedilenlerden sakınarak, belirli bir nizama tabi olup maddi manevi cihazatını yaratılış gayelerine yöneltmeyi reddebilmektedir.

O halde bu noktada bu teklifin bu zamanın insanında makes bulabilmesi ve hayatı anlamlandırma ,huzur, saadet ve özgürlük arayışındaki insanın bu teklifi kabul etmesi ve içselleştirmesi ancak fıtratına ne kadar uygun olduğunu ve daha da ötesi ihtiyacı olduğunu keşfetmesine bağlıdır. Öğrencinin öğretmenine sorduğu ‘Bu konu nerde işimize yarayacak?’ sorusu aslında öğrenmenin talebenin hayatındaki bir gereksinime karşılık geldiğinde gerçekleştiğini bize gösteriyor. Öğretmen, bu gereksinim bağını kuramamışsa maalesef kalıcı öğrenme gerçekleşmiyor. Örneğin Bediüzzaman hazretleri Allah’ın ibadetlerimize ne ihtiyacı var şeklindeki soruya ‘Evet, Cenab-Hak senin ibadetine belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın ibadet ise yaralarına tiryaklar hükmündedir’ şeklinde cevap vermiş; konuyu kendinden uzak gören bir nazarı ağır bir hastanın şifası olan ilacı araması derecesinde meseleye dahil etmiştir.

Bediüzzaman hazretlerinin Sözler adlı eserinde ibadet ve fısk yolu, uzak bir şehre gitmek için emir alan iki askerin sergilediği tavır üzerinden manidar bir misalle anlatılır. Buna göre, sol yolda tek başına belirli kurallara uyma mecburiyeti olmadan çantasız ve silahsız gitme serbestiyeti varken diğer yolda ise nizama tabi olarak devletin bir neferi vasfıyla kendisi için gerekli olan yiyecek ve malzemelerin içinde bulunduğu bir çantayı ve düşmanlara karşı kullanabileceği bir silahı taşımaya mecburdur. Bu örnek üzerinden zihinlere sol yolu tercih eden neferin uzun yolda yaşadığı açlık susuzluk ve her düşman karşısında titreyerek zelil olması, cismi bir batman ağırlıktan kurtulurken kalbi binler batman minnetler altında ezilmesi olan hali gösterilirken mahalli maksuda varınca asi ve kaçak cezası göreceği ifade edilir. Diğer yandan askerlik nizamını kabul edip çanta ve silahını taşıyan asker ise kimseden minnet almayarak kimseden korkmayarak emniyetle varır o şehre; orada da vazifesini güzelce yapan bir askere münasip bir mükafat görür. Temsildeki çantanın ibadet olduğu, silahın takva olduğu açıklanır ilerleyen satırlarda. Bu temsil ile insanın hayat yolundaki resmi çekilip iradesi önüne sunulan iki yolda yaşaya geldiği veya gelebileceği durumlar üzerinden ubudiyet(abd) kimliğine ibadet çantasına ve takva silahına olan muhtaciyeti ihsas edilir. Zira bu durumdaki bir insan aidiyetini ispat ettiği zat üzerinden elde edeceği güce (nokta-i istinad) ve yolculuk esnasında temel ihtiyaçlarını tedarik etmeye (nokta-i istimdad) şiddetle muhtaçtır. Böylece, öncelikler hiyerarşisinin zirvesine ubudiyeti ve ibadeti oturtur.

Yukarıda verilen temsilde yine manidar olan bir nokta ise ibadet yoluna mukabil diğer yolun fısk yolu olarak isimlendirilmesidir. Fısk, haktan udul etme, başını çıkarma gibi anlamlara geliyor. Yani ibadet yolu fıtrata münasip yolu ve fıtratı korumayı ifade ederken, fısk ile fıtrattan uzaklaşma ve fıtratı bozma manaları nazarlara veriliyor. Allah’ın hem kevni hem de kelami ayetlerine en güzel şekilde muhatap olabilecek bir kıvamda yarattığı insan, ibadetlerinin sürekliliği ile öncelikle huzuri bir tevhid melekesi sahibi oluyor çünkü emir ve nehiy üzerinden hayatını tanzim etme gayreti, sürekli o kuralları ve nizamı koyan yaratıcısıyla bir muhatabiyeti neticelendiriyor. Örneğin, namazda Fatiha-i şerifeyle her gün en az kırk defa ‘iyyake na’budü ve iyyake nesteın’ diyerek Rabbimizle senli benli bir huzuri hitaba ibadetimizi ve inayetini vesile ederek ulaşıyoruz. Diğer yandan insan, ibadetiyle içinde yaşadığı alemdeki mevcudatın da ibadetlerini görme imkanına sahip oluyor. Böylece, Kainatın büyük senfonisine kendisinin de ibadetiyle dahil olduğunu ve bu resitalin bu mevcudatın sanatkarına kendisi tarafından arz edildiği manalarıyla birlikte düşünüldüğünde, yeryüzünün halifesi olmak gibi bir misyonla onun anlam arayışına cevap veriyor.

Ayrıca, insan ibadetleriyle fıtratının selametini koruyarak dünyasına gelen kevni ve kelami ayetlere doğru muhatap olarak fıtratını ayetlere musaddık(tasdik edici) hale getirebilme imkanını buluyor. Fısk yolunda ise tevbe ile hakikat yoluna geri dönülmediğinde fıtratın yavaş yavaş bozulduğu ve yaratılış gayesinin bütün bütün zıddına bir mahiyete büründüğü görülüyor. Böyle hastalıklı bir bünye ise ayetlerle karşılaştıkça onları anlamlandıramamakta, inkar etmekte ya da alaya almakta böylece itikadi yönden hastalığını daha da derinleştrimektedir. Bu durum bakara suresi 26.ayet-i kerimede ‘Allah bir sivrisineği ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlar ise Allah örnek olarak bununla neyi kastetmiştir? Derler.(Allah) onunla birçoklarını saptırır birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır’ ifadeleriyle selim fıtratla fıskla hastalanmış bir fıtratın sivrisinek misali üzerinden sergilediği tavır mukayese edilerek ortaya konmuş; aynı ayetin birinin imanını artırmasına mukabil diğerinin ise hastalığını daha da derinleştirdiği ifade edilmiştir. O halde ibadetlerin bize verilen fıtratı koruyarak hakikate en güzel şekilde muhatap olabilme imkanını verdiğini de görmüş oluyoruz. Öte yandan fıtraten mükerrem yaratılan insanın haktan udul edince ona verilen cihazatı bozarak hakikate doğru bir şekilde muhatap olma olanağını da yitirdiğini anlıyoruz. Ayetin devamında fasıklar üç vasıflarıyla nitelendiriliyor:

  1. misak-ı ezelideki ahitlerini bozarlar

  2. Allah’ın emrettiği bağları keserler

  3. Yeryüzünü fesada verirler.

İşte Hakkı aramak üzere en güzel kıvamda yaratılan insanın geldiği bu korkunç hal, insan için en büyük hüsrandır ki Kuran onlar için ‘İşte onlar zarar uğrayanların ta kendisidir’ buyuruluyor. Diğer yandan ibadet yolunun sonunda insanının kazandığı vasıf ise müttaki olmak. Bakara 21.ayeti kerimede ‘Ey insanlar ibadet ediniz’ emrinin sonrasında ‘umulur ki takva sahibi olursunuz’ denilmesini Bediüzzaman hazretleri İşarat’ul İ’caz tefsirinde ‘hilkati beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır’ şeklinde ifade ederek takvayı ibadet-i kamile olarak niteliyor. Takva kelimesinin vikaye kökünün ihsas etiği üzere de insan ibadetleriyle fıtratının selametini koruyabilmektedir. Yine Bediüzzaman aynı eserinde Kuran’ın takvayı üç mertebesiyle zikrettiğini ifade eder;

  1. Şirki terk

  2. Masiyeti terk

  3. Masivaullahı terk

O halde müttaki insan, ona verilen yapıyı en güzel şekilde koruyarak tevhide en güzel şekilde ayna olabilendir. Bunu da İbadetlerin nihai gayesinin fikirleri Rabbe yöneltmek olduğu hakikatiyle birlikte mütalaa edersek ulaşacağımız sonuç şudur; insan kendisine verilen fıtratla Rabbini bilecek, tanıyacak ve Onunla muhatap olabilecek bir potansiyeli ancak ibadet saikasıyla harekete geçirebilmekte ve ibadetiyle sahip olduğu abd kimliğiyle bu varlıkların sultanı hükmüne geçmektedir. Üstadın ‘Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.’ duası bu anlamda çok manidar ve meseleyi özetleyen bir duadır. İbadeti vazife-i fıtrat bilmek, onu hayatın yaşam gayesi konumuna getirdiği gibi ibadet-ahlak birlikteliğinin de lüzumuna işaret etmektedir. Zira adalet, merhamet, temizlik, izzet, hürriyet gibi emirler de fıtratımızda karşılığı olan insanı güzelleştiren ve içinde yaşadığı çevrede intizam ve nizamı sağlayan hakikatlerdir ve ‘ibadet ediniz’ emrinin şümulündedir.

Hasıl-ı kelam, ibadeti Bediüzzaman’ın ifadesiyle vazife-i fıtrat, semere-i hayat, fariza-i zimmet ve netice-i hayat bilmeye ve öylece tebliğ etmeye ihtiyacımız var.

  02.10.2021

© 2021 karakalem.net, Mustafa Şam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut