Mao Çin’i değil, renklerin şehri

Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı Medine, insanların görünüşleri ile, kıyafetleri ile, yiyip içtikleri ile tek-tipleştikleri bir şehir değildir. Çünkü, ‘neyi emrederse ve neyi yasaklarsa’ mü’minler için bağlayıcı olan Hz. Peygamber, mü’minlere tek-tipleşmeyi emretmemiş; bilakis helâl dairede farklı renklerin ve farklı tarzların beraberce varoluşunu temin etmiştir.


DİNDARÂNE BİR hayat yaşama azmini kuşanan, içinde bu yolda bir coşku duyan, dahası bu uğurda bir ‘birlikte yaşama’ tecrübesine dahil olan insanları bekleyen bir tehlike vardır: tektipleşme.

Birlikte yaşamak, hakikat-ı halde, başkalarına katılmak olduğu kadar, başkalarının da bize katılmasıdır. Sahih bir birlikte yaşama tecrübesinde, kişi sadece alıcı değil, vericidir. Başkasının boyasını aldığı gibi, onlara kendi boyasından verir. Böylece, beraberce zenginleşir, beraberce çoğalırlar.

Ama bu birlikte yaşama tecrübesinde belli bir isim özellikle öne çıkıyorsa eğer, sonuç renkçe zenginleşme değil de tam tersidir. Süreç içinde herkes ona benzer, onun gibi olmaya çalışır. Derken, sesi, görünüşü, kıyafeti ile dahi birbirini andıran bir insanlar topluluğu ortaya çıkar.

Bu, işin kendiliğinden gerçekleşen kısmıdır. Bir de, ‘zoraki’ ve ‘zorunlu’ örnekleri de vardır bunun. Belli bir isim, bir toplulukta manevî otorite sahibi olmanın ötesinde maddî iktidara da malik ise eğer, pek çok durumda sonuç, bütün bir topluma onun düşüncesinin, tarzının, hatta onun istediği kıyafetin, yeme-içme biçiminin dayatılmasıdır.

Modern zamanlar, gönüllü veya gönülsüz, bu tektipleşmenin sayısız örnekleriyle doludur. Küçük topluluklarda yaşanan tektipleşmeler bir tarafa, bütün dünya sözümona kendi özgür iradesiyle, hamburger-blucin-kola üçlüsünün çekim alanındaysa, bu bir rastlantı değildir. Bu en azından zahiren ‘özgür’ seçime karşılık, belli bir tarzın açıkça ve kaba şekilde dayatıldığı toplumlar da vardır. Mao Çin’i, insanların tek tip kıyafete mecbur edildiği bir hayat tarzıyla, bu durumun hâfızalara en sert biçimde kazınmış simgesidir.

Böylesi modern tecrübeler ve gözlemler ışığında Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı günlerin Medine’sini hayal eden akıllar, her halde, Medinetü’n-nebî’de bir benzerini, belki daha da fazlasını düşünecektir. Âlemler Rabbinin Necm sûresiyle “O hevasından konuşmaz,” Haşr sûresiyle ise “Size neyi emrederse alınız, neyi sizden yasaklarsa sakınınız” buyurduğu bir Peygamber aralarında iken, başkası nasıl olabilir?

Ama hayır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın yaşadığı Medine, insanların görünüşleri ile, kıyafetleri ile, yiyip içtikleri ile tek-tipleştikleri bir şehir değildir. Çünkü, ‘neyi emrederse ve neyi yasaklarsa’ mü’minler için bağlayıcı olan Hz. Peygamber, mü’minlere tek-tipleşmeyi emretmemiş; bilakis helâl dairede farklı renklerin ve farklı tarzların beraberce varoluşunu temin etmiştir.

Bunun birçok örneği vardır. Meselâ Peygamber aleyhissalâtu vesselam davet edildiği bir yemekte, tam sofradaki türlü yemeğini tadacakken elini çeker. Yanında olanlar da onun elini çek¬tiğini görünce ellerini çekerler. Peygamber aleyhissalâtu vesselam onlara “Ne oldu?” diye sorar. “Sen elini çektin, bu yüzden biz de ellerimizi çektik” diye cevap verirler. “Allah’ın ismiyle, yemeye başlayın” der Resûlullah. “Ben, sizin konuşmadığınız bir zâtla görüşüyorum.” Sahabiler anlarlar ki, yemekte kullanılan sarımsağın kokusundan Cebrail aleyhisselam rahatsız olduğu için Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bu türlüden elini çekmiştir. Ama öte yandan, sarımsak veya soğan, mü’minler için haram da değildir. Resûlullah’ın kokusu ağır olmadığı halde yemediği, ama sahabileri yemekten sakındırmadığı başka şeyler de vardır.

Benzer bir durum, bir Ensar düğününde yaşanır. Mekke’den hicret eden sahabiler, Kureyş müşrikleriyle yaşanan onüç yıllık bir mücahede dolayısıyla, belli noktalarda daha tavizsiz bir hal üzeredir. Ensar da, onların bu tutumuna bakıp, Allah’ın Resûlü kendilerine yasaklamadığı halde, hoş karşılanmayacağını düşündükleri için kendiliklerinden bazı şeylerden uzak dururlar. Meselâ, Medine’yi iki Akabe biatına hazırlayan, Hz. Peygamber’in hicretinden sonra ise kısa süre sonra vefat eden güzide sahabi Es’ad b. Zürâre’nin yetim kalmış kızı Fariğa yine Ensar’dan Nebît b. Câbir ile evlenirken, kadınlar ve genç kızlar kendi aralarında bir eğlenti yapmazlar. Fâriğa’yı himayesine almış bulunan Hz. Âişe düğünü anlatırken, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, erkek tarafının bizi nasıl karşıladığını ve neler konuşulduğunu sorar. Hz. Âişe, cevap verir: “Selam verdik, hayır ve bereket diledik.” Bunun üzerine Resûlullah, “Yâ Âişe sizin eğlenceniz yok mu?” diye sorar ve ekler: “Çünkü Ensar eğlenceden hoşlanır.” Rivayete göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam şöyle de buyurmuştur: “Ensar, gönlü sevgi dolu olan bir kavimdir. Keşke onlara ‘Size geldik, size geldik/ Allah bize de, size de hayat versin’ şarkısını söyleyecek birisini gönderseydiniz.”

Peygamber şehri Medine’nin, bugünün moda esiri metropollerine de, Mao Çin’ine de benzemediğini; bunun da öncelikle Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın sahabilerine verdiği hayat ve hakikat dersiyle ilgili olduğunu, bir başka olay, iki veçhesiyle anlatır.

Bütün dünya sırtını dönmüşken herşeyi göze alarak kucağını mü’minlere açan Yesrib, Akabe biatları sonrasında önce Mekkeli ilk sahabilerin, sonra Hz. Peygamber’in hicretiyle kalabalıklaşmıştır. Bütün malvarlıklarını Mekke’de bırakarak hicret eden sahabilerin geçimini de Medineli Ensarın üstlendiği, dahası Hz. Peygamberin hicretinden sonra başka diyarlardan sıkıntı içindeki sahabiler için de Medine’nin bir çekim ve hicret merkezi haline geldiği düşünüldüğünde, az sayıda sahabi hariç, sahabilerin büyük kısmının Medine’de fakir oldukları rahatlıkla anlaşılabilir.

Bununla ilgili, insanın yüreğine dokunan nice tablo vardır. Meselâ Evs’li Ebu Abs, bir sefer öncesi, üzerinde çok eski bir elbiseyle Resûlullah’a gelir. Cihada katılmak istemektedir, ama ne yolculukta kendisi için, ne de ailesine bırakabileceği yiye¬cek parası yoktur. O güne dek kazanılan tüm ganimetler sayısı gün geçtikçe artan Muhacir Müslümanlara harcanarak tüketilmiş haldedir. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Ebu Abs’a tek şey olarak elinde kalan uzun ve yeni bir giysi verir. Fa¬kat birkaç gün sonra sefer sırasında onu eskisi kadar olmasa da yine eski bir elbiseyle görür. “Sana verdiğim elbise nerede?” di¬ye sordu. “Onu sekiz dirheme sattım” dedi Ebu Abs. “Daha sonra kendim için iki dirhemlik hurma aldım, iki dirhemim de aileme geçimleri için bıraktım. Geri kalan dört dirheme de bir elbise aldım.”

Benzer bir olayı, başka bir sefer, Enmâr seferi sırasında, Câbir b. Abdullah’ın anlatımıyla duyarız.

Böylesi fakir sahabilerin, bu eski kıyafetlerinden dolayı ayıplanmayacakları düşüncesini taşıyor olmaları, başlıbaşına önemlidir. Fakir sahabiler, bu halleriyle, pekâlâ ümmete dahil olmuş, dışlanmamışlardır.

Öte yandan, sözkonusu fakr u hal içerisinde, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam fakir sahabilerinin gönlünü hoş edecek; bu halleri içerisinde, onlara olan övgüsünü ifade ettiği gibi, Allah katında onların kıymetini bildirecektir.

Resûlullah’ın mütevazı, dahası eski elbiseler içindeki sahabilerine yönelik bu övgüsü, zengin sahabilerini de benzer bir tutuma sevkeder. İmkânları olduğu ve elden geldiğince bunu Allah yolunda kullandıkları halde, daha yeni ve daha kaliteli elbiseleri olmasına karşılık, onlar da eski kıyafetler içerisinde ümmete karışırlar. Ebu’l-Ahvas’ın babası, onlardan biridir. Oğluna şöyle anlatmaktadır:

“Üzerimde adi elbiseler varken Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin yanına var¬dım. Şöyle buyurdu: ‘Malın var mıdır?’ ‘Evet’ ‘Hangi tür maldan?’ ‘Allah'ın bana ih¬san ettiği deve, sığır, koyun, at, köle gibi her türlü maldan vardır.’ ‘Allah sana mal vermişse, mutlaka onun eseri ve cömertliği üzerinde görülsün!’ buyurdu.”

Bu tablonun da başkaca örnekleri vardır. Nitekim, fakir sahabileri sabır ve metanetleri ile öven Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, hali vakti yerinde sahabileri de fakir kıyafetleri giyinmelerine karşı umumen “Allah bir kuluna nimet verince kulunun üstünde o nimetin izini görmek ister” diye uyarmıştır.

Demek ki, Medine, tek-tiplerin bulunduğu bir şehir değildir. Zengini fakiri ile, siyah veya beyaz, kırmızı veya kahverengi giyineni ile, her türden insanın bulunduğu bir şehirdir. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, orada zengin sahabilerini başkalarını ezmeyecek olan, ama hali vakti yerinde olduklarını da gösterecek, ‘Allah’ın ihsanı üzerlerinde gözüken’ bir kıyafete çağırmakla, esasında bir dayanışmanın da zeminini ihzar etmektedir.

Herkesin aynı giyindiği, herkesin kıyafetinden fakirliğin okunduğu bir ortamda, dara düşmüş olan, ihtiyaç halinde bir kişi, kimden yardım isteyeceğini, kimin desteğini talep edeceğini nereden bilebilir? Bilakis, imkânı geniş olan, israfa ve harama kaçmadan Allah’ın nimeti üzerinde görünür halde olmalıdır ki, ihtiyaç sahibi bir başvuru adrese olarak onu tesbit edebilsin; ve o da Allah’ın kendisine verdiği nimetten Allah için infak edebilsin…

İşte Peygamber şehri Medine’den ‘bütün renkler güzeldir’ dersi de içeren bir denge talimi…

  23.08.2011

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut