Tarihi yanlış yazmak, millet olmanın bir parçasıdır!

Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları ve İktidar Herşey Değildir isimli kitaplarıyla da tanıdığınız yazarımız Ahmet Yıldız’ın bu yazısı ilk olarak star gazetesinin “Açık Görüş” sayfasında yayınlanmıştır. Bilginize arzederiz.


TÜM MODERN toplumlarda kamusal alanda görünürlük, değerler ve hayat tarzı çatışmalarının en yoğun olarak hissedildiği alanların başında gelir. Cumhuriyet modernliği de, kamusal alanı kişi kültü etrafında tanımlayan, disipline edilmiş edilgen bir toplum tasavvuruna dayalı olarak geliştirildiği için, din, cinsiyet, etniklik ve sınıf gibi kimlik gösterenlerinin görünürlüğü yekpareleştirilerek teke, Batılı Türk’e, inhisar ettirilmiştir. Tek Parti Dönemi Kemalist sosyopolitik uygulamaları, kendi tanımına uymayan cinsiyet, etniklik, sınıf ve dine dayalı ya da bunlarla ilişkili aidiyetleri kriminalize etmiştir.

Kamusal görünürlük Kemalist Devrimin en temel düzenleme alanıdır. Bu keyfiyetinden dolayı Türkiye’de kamusal alan, Kemalist panoptikon’a dayalı bir mahiyete sahiptir. Bu panoptikonluk, siz onu görmeseniz de, büyük biraderin sizi her yerde takip etmesine duyulan inancı ifade eder; dolayısıyla olur olmaz şeyleri ağzınıza almayın, devlete saygınızı göstermek için eşinizin başını açın, kokteyllerde iki tek atmaktan kaçmayın; eşinizi karma ortamların müdavimi yapın, saygı duruşlarında kusur etmeyin, gerekirse arabanızdan inerek selama durun, Kürtlüğünüzü zinhar hissettirmeyin veya Kürtlüğe ilişkin her değinide Türklüğe iman ve sadakatinizi yüksek sesle te’kid ve tekrir edin, vs... Birilerine tanıştırılırken, “X Bey Diyarbakırlıdır; ama o bildiğiniz Diyarbakırlılardan değil” muarefesine tebessüm edin. En iyi Kürt’ün, mahcup, edilgen ve ‘makasıd-ı aliyeye’ hizmete kemer-beste Kürt olduğunu zinhar aklınızdan çıkarmayın. Devletimiz müstesna, kimse sizin ne olduğunuzu bilmek zorunda değildir; öyleyse özel ve kamusal kimliklerinizi farklılaştırın. Eskiler buna “münafıklık” derlerdi ama siz bunu “devlete hürmetkar vatandaşlığın” gereği olarak değerlendirin.

Kemalist panoptikon etki, Kürt etnik gösterenlerinin toplumsal ve siyasi görünürlük kazanması karşısında, kitlesel düzeyde gözlenen büyük hayal kırıklığı, inandıklarından kuşkuya düşme, hakarete, ihanete uğramış olma hissi, öfke, kızgınlık ve hatta hınç gibi duyguların toplumsal psikolojideki travmatik yansımaları olarak anlaşılmalarını kolaylaştırır. Tanıdığımız dünyanın ‘başımıza yıkılması’ hali, bir tür ‘evsizlik’ psikolojisidir bu. Sorularımız ve cevaplarımız netliğini yitiriyor; demir attığımız emin sularda artık köpekbalıkları dolaşıyor. Şimdi bize doğru yolu kim gösterecek? Doğruyu kendi başımıza bulmak yani ferdiyet kesbetmek, ‘emanet’i yüklenmekten hazer etmeyen bizim insanlık halimiz olsa da, bunu kabullenmekte zorlanıyoruz. İçselleştirilmiş Türk etnik kimliğine dayalı toplumsal muhayyile, farklı etnik kimliklerin, özellikle de Kürtlüğün kamusal görünürlüğünü hazmedememekte, bunu kendi bekasına karşı girişilmiş bir suikast teşebbüsü olarak algılamaktadır. Kürtlüğe giydirilen gömlekler bunu haklılaştırıyor: geri kalmış köylülük, cehalet, irtica ve eşkıya ne zamandan beri aramızda güvenle dolaşıyor?

Tırnak ete batınca...

Bu içselleştirilmiş ‘çarpıklık’, bugün etnik aidiyetini Türk olarak niteleyen kitlelerin siyasi sosyalleşmelerinde merkezi bir konuma sahiptir. Zihin konforumuz bozulmadan ne de güzel yaşayıp gidiyorduk işte! Kürt olanla alışveriş yapıyor, evleniyor, oyun oynuyor, arkadaş oluyor, iş yapıyorduk. Et ve tırnak gibiydik. Tırnak arada ete batar gibi olduğunda, gerekli ‘tedaviyi’ uyguluyor, barış ve huzur içinde yaşamaya devam ediyorduk. Bunların hepsi tek bir şeyle mümkündü: Kürtlerin gönüllü asimilasyonuyla. Ana dili bile olsa Kürtçeyi unutan, önemsemeyen, daha ‘medeni’ bir toplumsallığa dahil olmaktan memnun olan Kürtler zaten Türk’tü. Gayr-ı memnun görünenler ise devletin ihkak-ı hak topuzu karşısında dillerini yuttukları için zaten konuşamıyorlardı. Yani, bunlara kendileri ya da birileri “Kürt” gibi yakıştırmalarda bulunsa da aslında Kürt’ün adı yoktu. Bu yüzden aramızda yoklardı ya da biz görmüyorduk! Bu yüzden konuşmaya ihtiyaç olmayan yerleri, dağları mesken edinmişlerdi. Zamanla bunlar da, dağlardan başka dostları olmadığına inanacaklardı...

Kemalist amentüye sızmalar

Ne zaman ki, Pandora’nın kutusu, Kemalistlerin sevdiği deyimle söylersek, “karşı devrimle” yani demokrasi ile açılmaya başladı; “Kart-kurt” sandığımız seslerin “Kürt” olarak ete-kemiğe büründüğünü fark etmeye başladık. Şimdi ne yapacaktık? Her şeyi hallettiğimizi, Türklüğün temel ve yekpare milli aidiyet olarak inşasında bir problem olmadığını düşünürken, bu çan sesleri de ne oluyordu? Çan sesi olduğuna göre, mutlaka kökü dışarıda şer güçlerinin vatan bozan marifetlerinin tezahürü olmalıydı. AB ile nişanlandığımızdan beri, gönül huzuruyla “kökü dışarıda” diyemez olmuştuk ya neyse... Şimdiki Kürtlerin, adlarıyla, tarzlarıyla, dilleriyle, etnik kültürleriyle görünür olma çabalarını anlamakta zorlanıyoruz. Toplumsal ezberimiz fena halde şaşmış durumda. Devlet toplumuna sahip çıkmayınca işte böyle, ya davulcu ya zurnacı durumları... Bizi bu hallere düşürenler utansın. Biz yedi düvele medeniyet taşıyan, insanlık öğreten muhteşem bir geçmişin bugünkü görünümü değil miydik? (Kemalist amentüye Türkçü-İslamcı bir sızma! Azıcık yama arabaya yol aldırır!) Milli Mücadeleyi birlikte yaptığımız bu insanlar bugün ne istiyorlar? Bin yıllık ortaklığımızdan rahatsızlık mı duyuyorlar? Bir ve beraber olarak, anlayın işte, et ve tırnak olarak, yaşamak için yaşatmadık mı bu kardeşliği? Bir şeyleri unuttuk galiba, ama neyi?

Unuttuğumuz E. Renan’ın dediğiydi: “Tarihi yanlış yazmak millet olmanın bir parçasıdır!” “İnanmıyorum yalan söyleyen tarihe” dese de Necip Fazıl, biz inanmıştık; dahası inanmak istiyorduk: Ermenileri kestiğimizi, binlerce yıllık yurtlarından kovduğumuzu söyleyenler ancak vatan haini olabilirdi. Milli Mücadelenin İslam ortak paydası etrafında oluşturulan etnik bir koalisyonun hilafet ve saltanatı kurtarmak amacıyla yürüttüğü bir mücadele olduğunu söyleyenler de Atatürk düşmanı... Kemalist Devrimin zorunlu olduğunu, bu yüzden devrimin de, darbeler gibi, kendi hukukunu oluşturabileceğini, dolayısıyla, Takrir-i Sükunların da, İstiklal Mahkemesi adını taşıyan devrim mahkemelerinin de, temsili reddeden Cumhuriyetin de, dönemin zorunlu kıldığı medenileşme hamleleri olduğunu söylüyorduk. Şimdi diyorlar ki, bu bir zorunluluk değilmiş. Cumhuriyet pek ala demokratik olarak da kurgulanabilirmiş. Bu sadece, demokratik meşruiyeti olmayan, “emredici karizmaya” dayalı bir tercihmiş. Minare ve ezan hazımsızlığının Avrupalı küffara has olduğunu düşünüyorduk. Meğer, Ayasofya’yı müze olarak evrensel medeniyete hediye edenler, onun minarelerini hak ile yeksan etmek istemiş de, kubbenin çökeceği anlaşıldığı için bundan vazgeçmek zorunda kalmışlar. Ezanı bizim için koruduklarını düşünerek kendimizi medyun-u şükran sandıklarımız meğer 18 yıl ezan sesini susturmuş, Haccı yasaklamış, mevtalarımızı bile gassalsız bırakmışlarmış. Yetinmemiş binlerce camiyi ihtiyaç fazlası ilan edip, depo, ahır, kışla olarak kullanmış ya da yıkıp geçivermişler. Duyun da inanmayın ama!

‘Allah’ın Kürdü’ ne istiyor?

Kürtleri vatandaş saydıklarını biliyorduk ama onlara silah emanet edemedikleri için asker olan Kürtleri sadece yol inşaatlarında çalıştırmışlar. Kalem de emanet edemedikleri için, bir dönem eğitim kurumlarının malum bölgedeki sayısı Osmanlı döneminin bile altına düşmüş dedikodusu yayılmış. Her şeyi Atatürk’ün yaptığı bizlere öğretilmişti; altı yaşındaki kızım bir gün Bakanlıklar bölgesindeki binaları gösterip, “Baba, bunları da Atatürk yaptı, değil mi?” deyince, “Kızım, Atatürk bir mimar mıydı yoksa asker miydi?” diye sormuştum. “Öyleyse, bunları o yapmış olamaz” deyivermişti kızım. Bu binaları Atatürk’ün yapmış olduğu zannına kızımı iten şey neydi acaba? Nasıl bir Atatürk imgesiydi ki, bir anda alabora olmuştu.

Yerleşik hayata geçmeye direndikleri, vergi vermedikleri, askerlik yapmadıkları, güvensizlik kaynağı oluşturdukları düşünülen Alevi toplulukları, Osmanlı devlet düzeniyle bu yüzden kavgalıydı. Cumhuriyet de Alevilerden aynı şeyi istemiş ve Kuyucu Murat Paşa’dan farklı davranmamıştı. Oysa Dersim ayaklanmamıştı ki! Dersim’i “hizaya getirmek için” niye bu kadar orantısız güç kullanmıştık acaba? Şu İsrail’in “orantısız güç” kullandığını görmesek, bir karabasandan uyandığımızı düşünecektik ama ne yazık ki öyle değil. Muhsin Batur bile Dersim’i unutulması gerekenler listesine eklediği için hatıralarına koymaktan çekinmişti. Şimdi başımıza Dersim taşı düştü; hafızamızda gelgitler yaşıyoruz. Tarihimizde utanacak hiçbir sayfa yok sanıyorduk ama sadece ulus inşa sürecimiz bile bugün bize dudak uçuklatıyor. Dönüp tarihimize bakınca zihnimizdeki kurgular yıkılıyor, hatasız istikrar çizgimizin, eriyen buz üzerinde patenle kaymaktan farklı olmayan kırılganlığı bizi tedirgin ediyor.

“Allah’ın Kürd’ü” artık kendi adıyla anılmak istiyor. Bir dili var; onu konuşmak istiyor. Bu devletin vatandaşı olduğunu hissetmek istiyor. O adı yasakladık, dili kopardık, kafayı ezdik; ama biz medeni insanlar topluluğu olarak yaşamak istiyoruz. Bunlar tarihin çöp sepetinde kendisine yer bulmalı. Biz şiddetin dilini istemiyoruz. Unutturulmalara dayalı, korkunun esir aldığı, şabloncu ve merhametsiz bir dili, fark eden, sorgulayan, serazad ama müşfik ve empatik bir iletişim ortamıyla becayişe talibiz. Kör şiddetin cenderesinde boğuşmayı değil, insanlığa yelken açmayı istiyoruz.

İlgilisine Not: Tarihi münferit an’lar olarak idrak edenler “açılım”ı da böyle anlıyor. Tarih anlardan değil süreçlerden mürekkeptir. Siyaset demokrasinin dilidir; şiddet medeniliğin reddidir. Toplumsal aidiyetin demokratik inşası büyük bir medeniyet cehdidir.

  17.03.2010

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut