İNSANOĞLUNUN KENDİ varoluşuyla ilgili iki önemli yanılgısı var. Birincisi, varlığının kendinden olduğunu zannetmesi, ikincisi de kendini mutlak gibi hissetmesi. Sanki ezelden beri varmış buradaymış gibi. Aslında öyle olmadığını pekala biliyor, ancak öyle hissetmekten kurtulmak hiç kimse için kolay değil.
Yanılgısının bir hikmeti de var gerçi.. Varlığını mutlak ve kendinden gibi görmesi, gerçekten mutlak olan ve varlığı kendinden olan Zat’ı tanımasının, bilmesinin tek yolu. Ancak işin ilginç tarafı da şu ki, insanın bu tek yoldaki ilerlemesi de, varlığının mutlak olmadığını ve kendinden kaynaklanmadığını anlaması ve kabul etmesi ve öyle hissetmesinden geçiyor.
Bu yolda atılacak adımlar çok iyi hesaplanmalı, çok gayret edilmeli. Ben o adımlardan ve o gayretlerden bahsetmeyeceğim. Çünkü her insanın ruh dünyasının ve şahsi aleminin farklılığının getirdiği anlayış ve yoğunlaşma farklılıklarını aşmak ve herkese göre bir şeyler söylemek gerekir, bu ise çok zor. Ben sadece minik bebeğimin hayatıma girmesiyle fark ettiğim birkaç şeyden bahsedeceğim.
Bir büyüğüm çocuk anne karnındayken” yavrum büyüyorsun”, doğduğunda “aramıza hoş geldin”, sırasıyla bir aylık, iki aylık olduğunda “artık şunları şunları yapabiliyorsun” diye mektuplar yazmanın ve sonraki yaşlarında da bunu devam ettirip, ileride bir kitap gibi ona hediye etmenin çok anlamlı olacağını söylemişti. Bu fikir benim de çok hoşuma gitmişti. Hatta doğum sancısı çekerken bile yazmaya çalıştım.
Daha hamile olmadan önce ama çocuk sahibi olmayı istediğim dönemde de yazsam mı acaba diye düşündüm. Henüz var olup olmayacağını bilmediğim bir canlıya hitap etmek çok komikti aslında. “Yavrum, sen diye biri olacak mı olmayacak mı bilmiyorum. Bilmiyorum belki Allah bana bir çocuk nasip etmeyecek. Eğer sen diye bir şey olacaksa şu an bir hiçsin, sana hamile kalacak mıyım kalmayacak mıyım bilmiyorum.” diye cümleler.
Aslında ona bir hiç demek istemiyordum, “sen şu an alem-i şehadette yoksun ama ilm-i ezeli-i İlahî’de bir vücudun var, sadece bize görünmüyorsun” demek istiyordum ama bunu demek için Allah’ın takdirinin ne olacağını, bize bir çocuk verip vermeyeceğini bilmek gerekiyordu.. İşte bunu bile diyememek onun hiçliğinin boyutunu gözlerimin önüne serdi. Onun hiçliği varlığının henüz şekillenmemiş olması değil, var olup olamayacağına dair hiçbir fikrimin, hiçbir bilgimin olmaması ve onu var etmek hakkında gerçek bir irademin de olamayacağı demekti.
Zaman geçti, varlığı yokluğu müsavi böyle bir ihtimale Allah vücud verdi. Hiç bir aklın onun hakkında bir bilgiye sahip olmadığı zamanını, rahm-i madere düştükten sonraki ilk şekillerini, orada gelişip büyümesini, doğumunu ve hele şu anki aciz hallerini düşündükçe, kendi varlığımın da mutlak olmadığını ve kendinden kaynaklanmadığını biraz hissetmeye başladım. İnsanın bu dünyaya gönderilirken kendinden ne kadar habersiz geldiğini ve habersiz büyüdüğünü gördükçe, varlığımın kendimden kaynaklanmadığını; bir insanın varlığının başlangıcını ve büyüme safhalarını böyle an an, gün gün gördükçe de varlığımın mutlak olmadığını televizyonda veya bir ekranda izler gibi izlemeye başladım.
Geçenlerde, annemle babamın evlilik fotoğraflarına baktım. Varlık sahasında sadece bir ihtimal olduğum zamanlara yani. Sonra bebeklik fotoğraflarıma baktım.. Eskiden bebeklik fotoğraflarıma bakarken sadece kaşım gözüm nasılmış, şirin bir bebekmiymişim falan diye bakardım. Şimdi ise, “Vay be! Benim de öyle kendimden habersiz öylece güldüğüm zamanlar, büyüdüğümden habersiz büyüdüğüm, benim de annemsiz hiçbir şey yapamadığım zamanlar… işte o zamanlar bunlar” diye bakıyorum.