Kalk ve Uyar!

Metin Karabaşoğlu

Kur’ân’ın ifadesi nettir. Anlatımı durudur. Mesajı ise berraktır. Çünkü, Allah, âlemlerin Rabbi ünvanıyla konuşmaktadır.


KUR’ÂN’IN NURANÎ İKLİMİNDE DOLAŞIRKEN, İNSANI tatlı bir ürperti sarar. Âyetler dünyasına doldukça, insan, bu tatlı ürpertinin tüm vücuduna yayıldığını hisseder.

Kur’ân okumak, Kur’ân’ın dünyasına girmek tatlı bir haldir; çünkü, âlemlerin Rabbi küçücük insanı kendine muhatap almakta, Ezelî Kelâmıyla doğrudan ve bizzat ona konuşmaktadır.

Bu hal ürperti de verir; çünkü, âlemlerin Rabbi şânına lâyık bir hitapla konuşmaktadır. Açık. Berrak. Dupduru. Bir çağlayan kadar coşkulu; ovaya yayılan bir ırmak kadar sâkin. İşte, âyetlerdeki bu coşku ve sükûnet denkliği, insanı hem cezbeder, hem de ürpertir. Hem sevinç, hem huşû verir.

Kur’ân’ın ifadesi nettir. Anlatımı durudur. Mesajı ise berraktır. Çünkü, Allah, âlemlerin Rabbi ünvanıyla konuşmaktadır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlukların Hâlikı, bütün mevcudların İlahı, bütün sanatlı yapılışların Sânii, bütün fiillerin Faili, bütün mülkün Mâliki olarak konuşmaktadır. Her sûresinde ve her bir âyetinde, Kur’ân, tüm kâinatı kuşatan bir cemal ve rahmetin, yine tüm kâinatı kuşatan bir celâl ve azametin Sahibini hissettirir kalblere, ruhlara ve dimağlara... Aklımız zaman zaman bu gerçekten gaflete düşse bile, Kur’ân’dan okunan her bir âyetin kalbi, ruhu ve duyguları her daim ihtizaz ve inkişafa getirmesinin, her vakit huşû ve ürperişe sevkedip uyandırmasının bir sırrı, galiba budur.

Baştan sona bütün Kur’ân bunun delilidir. Bazı sûre ve âyetlerde ise, bu hususiyet daha belirgin, daha berrak, daha açık bir şekilde karşımıza çıkar. Meselâ, özellikle Kur’ân-ı Hakîm’in son cüz’ünde yer alan sûrelerde. Veya Necm sûresinde. Veyahut Mülk sûresinde. Ve elbette, Müddessir sûresinde...

“Yâ eyyuhel müddessir! Kum, fe enzir! Ve Rabbeke fekebbir!..”

Sûre, böylesine kısa, kısalığıyla birlikte berrak, ap açık âyetlerle başlar; ve öylece devam eder. İfadedeki güzellik, üslubdaki bu azamet, mânâların dizilişindeki bu belagat karşısında insan bir okuyuşla doyamaz. Âyetleri tekrar tekrar okur. Her okuyuşta bir kez daha ürperir:

“Yâ eyyuhel müddessir! Kum, fe enzir! Ve Rabbeke fekebbir!..”

EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNEN! KALK, VE UYAR! VE RABBİNİ YÜCELT!

Bu kısacık ifade, taşıdığı anlam derinliğiyle uyum içinde, insanı tâ en derin, en gizli, en ziyade örtüsüne bürünmüş duygularına kadar sarar, kuşatır. Rabbü’l–âlemîn insana konuşmakta; ve de, eşsiz bir duruluk içinde konuşmaktadır. Söz, açık ve özdür. En küçük bir fazlalık, tek harflik lüzumsuz bir eklenti dahi yoktur. “Kısa ve öz” konuşma adına, sözü müphem, muğlak, belirsiz ve bulanık kılan herhangi bir zorlama da yoktur. Şu kâinatı yaratan, kâinat kitabına yazdığı satırlar aracılığıyla bize her bir şey için bir ölçü tayin ettiğini, her bir fiilinde ince bir mizan bulunduğunu, her bir eserinin bir kasd yüklü olduğunu göstererek Kendisinin Âdil, Mukaddir, Hakîm ve Hakem olduğunu bildirmektedir. Kur’ân da, Âdil, Mukaddir, Hakîm ve Hakem olduğuna kâinatıniçindeki her bir mevcud ile beraber şahit olduğu Rabbü’l–âlemînin Ezelî Kelâmı olarak eşsiz bir hikmet, ölçü, mizan, intizam, iktisad ve israfsızlık örneği sergilemektedir. Söz kısa, anlamı sonsuz, uyandırdığı tesir ise olabildiğince derin ve geniştir. Meselâ sözkonusu âyetler insanın dünyasına girdiğinde, yankıları kalb kulağından asla eksilmez. Harfleri kalb gözünden hiçbir zaman silinmez. Nefis ve şeytan zaman zaman aklı kandırıp bizi gaflete sürüklese de, âyetin gür sadası iç dünyalarda tınlamayı sürdürür. İnsan, iç dünyasında sık sık “Kum, fe enzir!” tekrarını duyar.

Ve özellikle sûrenin ikinci âyetini teşkil eden bu iki kelimenin tekrarını duyar...

“Kum, fe enzir!”

KALK, VE UYAR!

Sûrenin ilk âyeti ise, kendini nedense gizler. Zaten, “örtüsüne bürünmek”le ilgili değil midir?

Bu ilk âyet örtüsüne bürünerek kalb toprağında gizlenir ve boy vereceği güne hazırlanırken; “Kalk ve uyar!” hitabı uyuşuk duygularımıza, tenbel dimağımıza ilâhî şefkat tokatları vurmaya devam eder.

Ve bir zaman sonra, örtüsüne bürünmüş “yâ eyyuhel müddessir!” sırrı da açılmaya başlar.

Bu açılışın bazı anahtarları vardır. Meselâ, ilk vahyin hâtırasına uzanmanız gerekir. İlk vahiy olarak, Alak sûresinin ilk beş âyeti nazil olmuş; “Yâ eyyuhel müddessir!” onlardan sonra gelmiştir. Kur’ân-ı Hakîm âyetleri içinde, nüzul sırası itibarıyla altıncı âyet odur. Fakat, Alak sûresinin ilk beş âyetinden hemen sonra nazil olmamıştır. Bilakis, arada uzunca bir zaman aralığı vardır. Siyer ve tefsir kitaplarının “fetret–i vahiy,” yani vahyin kesilmesi diye isimlendireceği hayli uzun bir süre. Günler, haftalar ve aylar değil; bir rivayete göre ikibuçuk, diğer bir rivayete göre üç yıl süren up uzun bir süre.

“Yâ eyyuhel müddessir!” hitabını bununla birlikte düşününce, “ey örtüsüne bürünen” hitabındaki örtü kalkmaya başlar. Bu örtü aralandıkça, insan, o iki kelimenin Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) tüm hayatını kuşatan, ve aslında hepimizin hayatını tümüyle kuşatması gereken muazzam bir Kur’ân dersinin özeti olduğunu farkeder.

Bu dersin daha geniş, daha derin bir şekilde farkına varmak için ise, üç yıl öncesini, ilk vahiy anını ve hemen sonrasını hatırlamak gerekir.

Bir hakikate muhatap olduğumuzda tutacağımız yol, takınacağımız tavır bu Kur’ânî ve nebevî derste, bütün berraklığıyla ortadadır: Satıcı değil, müşteri olmak. Hakikatın talibi ve talebesi olmak. Evvelâ ve bizzat, kendi nefsimizi o hakikate razı kılmak.

İlk vahyin geliş tarzı, herkesin mâlûmudur. Cibrîl-i Emîn, Muhammedü’l-Emîn’e eşsiz bir şifre getirir. Melekût âleminin emîni olan Cebrail’in getirdiği bu şifre ile, “el-Emîn” diye bilinen Muhammed-i Arabî’yi (a.s.m.) tüm âlemlerin hazinesini emniyetle açacak; o hazinelerde gizli emaneti emin ellere, Asıl Sahibine ulaştıracaktır.

Tek kelimelik bir şifredir bu: “Oku!” Ümmî peygamberin “Ben okuma bilmem” cevabına karşı, Cebrail onu bir kez daha sıkar: “Oku!” Cevap aynıdır. Üçüncü kez, Cebrail, aynı emri tekrarlar. Ama bu kez, emrin devamını da söyler:

“İkra’ bismi Rabbikellezi halak.”

Cebrail’in getirdiği bu emir, genel bir emir değildir. Doğrudan doğruya ilk muhatabına yöneliktir. Âlemlerin Rabbi, doğrudan ve bizzat, gelen vahye tam anlamıyla sadık kalacak el-Emîn’e (a.s.m.) hitap etmektedir. Doğrudan doğruya ve yalnız ona “Oku!” demektedir.

Okuyun değil. Okutun değil. Okusun, veya okusunlar değil: Oku!

Hem, kasdolunan, bildiğimiz türde bir okuma da değildir.

Nitekim, Muhammed (a.s.m.), Mekke’ye döner dönmez okuma-yazma dersi almaya başlamaz. Çünkü, âyetin devamı, kasdolunanın satırdan değil, sadırdan okuma olduğunu bildirir. Âyetin devamından anlaşılır ki, bu “İkra!” hakikate muhatap olup, onu kalbine, ruhuna, tüm duygularına, tüm hayatına taşıma anlamındadır.

Bildiğimiz okuma-yazmaya bu yüzden girişmeyen Muhammed-i Arabî, Kâbe’den veya Ebu Kubays tepesinden, “Ey Mekkeliler! Ey insanlar! Okuyun” diye de seslenmez. Çünkü, vahiy emri doğrudan ilk muhataba yöneltmektedir. Ve yalnız onunla sınırlamaktadır:

“İkra’ bismi rabbikellezi halak!”

YARATAN RABBİNİN İSMİYLE OKU!

Yani, oku; ama öyle oku ki, Birinin “ismiyle” oku. Ve öyle Birinin ismiyle oku ki, O, senin Rabbin olsun. Öyle bir Rabbin ismiyle oku ki, O Rab Yaratandır. Öyle bir yaratan Rabbin ismiyle oku ki; O, bir kudret mucizesi olarak “küçük kâinat” denilen insanı, basit birşeyden, pıhtılaşmış kandan yaratmıştır. Böylece kudretinin eşsizliğini, sonsuzluğunu ve mutlaklığını gösteren öyle bir yaratan Rabbin adıyla oku ki, O Kerîmdir; nihayetsiz kerem sahibidir. Kalem ile öğreten, insana bilmediğini vahiyle bildiren Odur; ve bu öğretmesi, bu bildirmesi, Onun kereminin eşsizliğinin ve sonsuzluğunun delilidir.

Alak sûresinin ilk beş âyeti ifadesinden âciz olduğumuz, ancak bir lem’asına muhatap olabildiğimiz, o denli muazzam bir belağat taşır. Aynı zamanda ilk vahiy olan bu beş âyet, doğrudan ve bizzat Muhammed (a.s.m.)’a hitap ederken, emrolunan “okuma”nın nasıl yapılacağını da adım adım gösterir. Okuma, Rabbinin ismiyle olacaktır. Ve, insana bilmediğini bildiren Rabb-ı Rahîm, Onun ismiyle okumanın yaratılıştaki kudret ve kerem, celâl ve cemal cilvelerine bakarak gerçekleşeceğini bildirmektedir.

Ümmî nebî (a.s.m.) bu emrin ağırlığını, büyüklüğünü, önemini ve değerini o denli berrak bir şekilde hisseder ki, dosdoğru evine gider. “Beni örtün, beni örtün!” der, ve örtüsüne bürünür. Hiç kimseye okuyun, okutun demeden, gelen vahyi emrolunduğu şekilde tatbike koyulur. “Oku” emrini kendi nefsine okur. Örtüsüne bürünerek, evvelâ ve bizzat, yaratan Rabbinin ismiyle okur.

Bu, Muhammedü’l-Emîn’e yakışan ve ancak onun tam anlamıyla tatbik edebileceği benzersiz bir tutumdur. Onun örtüye bürünmesi, bir bakıma, âyeti ilk önce kendi dünyasında yaşamaya başlaması demektir. Resul-i Ekrem (a.s.m.), vahiyle gelen ilâhî emri evvelâ kendi nefsine tatbik eder. Yaratan Rabbinin ismiyle, önce kendi kalbine, kendi aklına, kendi nefsine okumaya başlar. Bir hakikat ehlinin yorumuyla, ilk önce kendi nefsine peygamber olur. Gelen hakikatın satıcısı değil; talibi, talebesi ve müşterisi olur. Önce kendi nefsine muallim olur.

Üç-beş gün değil; tam üç yıl süren bir haldir bu. Üç yıl boyu, kendi nefsini uyarır, kendi duygularını mutlak anlamda uyandırır. Ama başkalarından da aynısını istemez. Çünkü, âyet, böyle bir emir taşımamakta; yalnız onu “Yaratan Rabbinin ismiyle okumak” ile sorumlu tutmaktadır.

Üç ağır, hüzünlü ve zor yılın ardından gelen ikinci vahyin “Ey örtüsüne bürünen!” hitabıyla başlamasının bir sırrı galiba budur. Bu hitapla, üç yıl boyu “örtüsüne bürünen;” hakikatın satıcısı değil talibi ve talebesi olduğunu gelen vahyin kesilmesi gibi çok ağır bir imtihanla belgeleyen Muhammed-i Arabî’nin iman hakikatlarını önce kendi duygularına sindirme tavrını üç yıldır tereddütsüz ve kesintisiz sürdürdüğü anlaşılmaktadır.

“Fetret-i vahiy” diye anılan bu üç yıl, gelen beş âyetle dolu dolu yaşanmıştır. Kur’ân’daki tüm mânâların temeli, esası ve hendesesi hükmündeki bu beş âyetten aldığı dersle, el-Emîn (a.s.m.), Sâdıku’l-Vahyi’l-Emîn olduğunu göstermiştir. Hz. İsa’nın altıyüz yıl önce haber verdiği üzere, “asla kendinden konuşmayan bir Furkan” olduğu görülmüştür.

Ve tüm bunların akabinde, örtüsüne bürünerek üç yıldır yaratan Rabbinin ismiyle okuyan Muhammed-i Arabî (a.s.m.), yeniden Cibrîl-i Emîn (a.s.) ile müşerref olur. Cebrail önce kendi nefsine nebî olan Muhammed’e (a.s.m.) risaletinin artık tüm insanlığa, tüm kâinata, tüm âlemlere şâmil olduğunu bildiren âyetleri okur:

“Yâ eyyuhel müddessir! Kum, fe enzir! Ve Rabbeke fekebbir! Ve sıyâbeke fetahhir!..”

EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNEN! KALK, VE UYAR! RABBİNİ YÜCELT! LİBASINI TEMİZ TUT!..

İlk iki vahyin bu manidar hatırası, ve bu iki vahiy arasındaki devrede Hz. Peygamber’in takındığı tavır, bizim için de çok ciddi dersler ve ölçüler taşır. Bir hakikate muhatap olduğumuzda tutacağımız yol, takınacağımız tavır bu Kur’ânî ve nebevî derste, bütün berraklığıyla ortadadır: Satıcı değil, müşteri olmak. Hakikatın talibi ve talebesi olmak. Evvelâ ve bizzat, kendi nefsimizi o hakikate razı kılmak.

Yine bu Kur’ânî ve nebevî ders gösterir ki, bir hakikatı özümsemeden, hazmetmeden, duygularımıza yedirmeden “kalkıp uyarma”nın fazlaca bir önemi yoktur. Kendine tatbik etmeden başkasına tatbik ile görevli de değildir insan. Böyle yapmakla vazifesini yapmış sayılıyor değildir. Kalkıp uyarmak, ancak “örtüsüne bürünen”lerin lâyıkınca ifa edebileceği bir ilâhî lütuftur.

Örtüsüne bürünene ne mutlu... Örtüsüne bürünerek, hakikatı ilk önce kendi nefsine okuyana ne mutlu...

Ve örtüsüne bürünmeyi unutanlar; örtüsüne bürünmeden kalkıp uyaranlar, ne kadar da beyhude bir işin peşinde koşuyorlar!

Bir bilebilsek.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu