Bir Hüznün Perde Arkası…

Meral Kaçar

KURBAN BAYRAMLARINDA BENİ HEP HÜZÜNLE karışık bir duygu kaplar. Çocukluğumdan beri bilirim bu duyguyu. Kurbanlar, kurbanlıklar. Beni hep duygulandırır. Babamın getirdiği koça öyle bağlanır, öyle bağlanırdık ki, bayram günü tüm kardeşler kesmeyelim diye tuttururduk. Oysa daha alınırken, kurbanlık diye alırdık koçu. Sonra üzerine boyalar sürer, süslerdik. Bayram günü geldiğinde ise kurbanlık koç, kurbanlık olmaktan çıkar; bizim arkadaşımız, oyun oynadığımız, ipinden tutup gezdirdiğimiz en sevimli oyuncağımız haline gelir ve bizler her yılın Kurban Bayramında tekrarlanan nakaratımıza başlardık. “Ne olur baba, kesmeyelim koçu. Biz onu çok seviyoruz. Başka bir tane alalım kesmek için. Ne olur babacığım” diye tutturur dururduk.

Kurbanlık diyerek aldığımız koça iyice bağlandığımızdan dolayı, hep birer ayrılık acısını, ayrılığın burukluğunu yaşardık kurban bayramlarında. İçimiz bir garip hüzünle dolardı. Hele o çok sevdiğimiz arkadaşımızın kurban ediliş anında bakışlarımızı nereye saklayacağımızı bilemez, gözlerimizin yaşını tutamazdık. Bu duyguları hâlâ yaşıyorum. Kurban Bayramı hüznü adını verdiğim hüzünlü halleri hâlâ yaşıyorum. Bu bayramda bir nebze olsun bu duygularımı tahlile çalıştım.

Dilerseniz tekrar baştan alalım senaryoyu. Nasıl başlıyordu durum? Kurban Bayramı yaklaşıyor. Bizler de kurbanlık bir koç almak istiyoruz. Babamla birlikte pazara gidiyoruz. Koçların içinden en gözümüzü tutanı seçiyoruz. Sonra onu eve getiriyoruz. Getirince de küçük kasaba âdetlerine uyarak akşam üzerleri ipinden tutup gezdirmeye çıkarıyoruz. Tüylerine allı–yeşilli boyalar sürüyoruz. Birkaç gün tüm meşgalemiz, tüm dikkatlerimiz koçta yoğunlaşıyor. Aramızda biz hiç farkedemeden bir sevgi tohumu atılıp geliştiriliyor. Bayram geldiğinde ise birden farkediyoruz ki, koç kurbanlık olmaktan çıkmış. Bizim arkadaşımız, sevdiğimiz, oyuncağımız olmuş. Gönlümüze bir hüzün çörekleniyor.

Koçtan, yani sevdiğimiz arkadaşımızdan ayrılmak istemiyoruz. Bu senaryoyu tekrar yavaş yavaş gözlerimin önüne getirince, çok tanıdık, bildik bir senaryo gibi geldi. Sanki her gün, her an yeniden yeniye yaşadığım bir senaryo örneği olduğunu anladım. Demek ki yalnız kurban bayramlarında yaşamıyorum bu duyguları, dedim kendi kendi kendime. Aslında hayatım her zaman bundan ibaret gibi geldi. Meğer kurbanda hissettiklerimi hayatımızdaki büyük karelerde, oynadığım ana rollerde daha belirgin olarak yaşıyormuşum. Meselâ son günlerde başımdaki beyaz teller dikkatimi çeker olmuştu. Sık sık maziye, lise yıllarına, “Başında kavak yelleri esiyor” diye tarif edilen zamanlarıma uzanmaya sebep oluyor bu beyaz teller. Bir zamanlar, daha henüz ondört–onbeş yaşlarında bir genç kızken, bir zaman gelip, benim de otuz yaşlarında olacağım günleri hayal ederdim. Aynı zamanda bu hayalden korkardım. Hemen arkası ürkütücü bir ihtiyarlık gibi gelirdi çünkü. Ben de onsekiz–yirmi yaşın delişmen gençlik halini doyasıya yaşamak, ondan hiç çıkmamak isterdim. Hep o yaşlarda kalmak, hep genç olmak, hep hayatta onsekiz–yirmi yaşın tazeliği ile bulunmak isterdim.

Derken bir gün baktım ki, o çok sevdiğim yaşlarım beni terkedeli o kadar zaman olmuş ki. O korktuğu ihtiyarlığa yakın diye addettiğim zamanları yaşıyorum şimdilerde. Başımda taht kuran beyaz saçlar ise bana sürekli birşeylerin elimden alındığını hatırlatan birer ikaz memuru gibi. Saçlarımı her tarayışımda, aynaya her bakışımda bana hüzünle karışık bir korku veriyorlar. Demek ki, gençliğim de, tıpkı kurbanlardaki koçlar gibi bana verilmiş ve alınmış, geride hüzün gölgeleri bırakıp gitmişti. Sonra çocukluğum, bebekliğim, anneannem, babaannem, eniştem.. derken, hayatıma giren nice arkadaşımı hatırlıyorum. Ki, birinden yalnız yaz tatilinde ayrıldığımız için her yaz ağlayarak ayrılırdım. Sonra dünyama giren nice çiçekler, dost olduğum kelebekler, kuşlar, oğlumun bebekliği, üniversite yıllarım… Hepsi ama hepsi aynı oyunu oynayıp gitmiş. Sürekli birşeyler verilmiş. Hayatım durmaksızın yeni yeni verişlere sahne olmuş. Ama bir süre sonra, verilmelerin yerini alınmaların, yani kurban edilmelerin aldığı bir zamanda bütün bunları farkediyorum. Aristo’nun deyişiyle söyleyecek olursak, bize verilen herşey ancak çok acı bir biçimde geri alınmak için veriliyor sanki. Demek ki hayatımın her anı birer kurban zamanı gibi. Hayatıma giren herşey ise kurbanlık birer koç gibi. Ama ben öyle olduğunu yeni farkediyorum. Kurbanlardaki hüzün hayatımın özetidir aslında.

Ama o halde kurban neden bayram olsun? Belki buradaki sır açılsa, benim hayatımın sırrı da açılabilirdi.

Bu soru zihnimde olmak üzere, kurban hakikatinin bildirilmesine ilk vesile olan Hz. İbrahim ile İsmail’in (as) kıssasını tekrar dikkatle okumaya başladım. Kıssa şöyleydi: İbrahim (as) kendisine bir çocuk vermesi için Allah’a dua ediyordu. Şöyle yalvarıyordu Rabbine: “Ya Rabbi, bana salih kullardan olacak bir evlat nasip et”. Rabbi de onu yumuşak huyla bir evlatla müjdeledi ve oğlu İsmail’i gönderdi. Bir gün oğlu İsmail kendisiyle beraber iş görecek yaşa gelince, rüyasında oğlunu kurban ettiğini gösterdi Rabbi ona. Üç gün üst üste aynı rüyayı gösterince, İbrahim oğlu İsmail’e dedi ki, “Oğlum ben rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Sen buna ne dersin?” İsmail de: “Babacığım, sen emrolunduğun işi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” İkisi de Allah’ın emrine uydular. İbrahim kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada Rabbi O’na seslendi: “Ey İbrahim, sen rüyanda emrolunana uydun. Rabbinin emrine uyanları işte biz böyle mükafatlandırırız. Muhakkak ki bu apaçık bir imtihandı.”

Ve Rabbi ona oğlu yerine kurban etmesi için büyük bir kurbanlık koç gönderir. İbrahim’le İsmail’in o andaki hüzün gözyaşlarına, sevinç ve şükür gözyaşları karışır. Rablerine dua ve teşekkür ederler. Rablerinin gönderdiği koçu da Rablerine teşekkürün, Rablerinin azametinin, ikramının ifadesi olarak kurban ederler —yalnızca O Rabbe yönelmenin, O’nun adına hareket etmenin lezzetini hissederek…

İşte kıssayı dikkatle gözden geçirince, benim hangi noktaları gözden kaçırdığım birer birer gözümün önüne seriliverdi. Herşeyden önce, benim unuttuğum birşey vardı. Kurban bayramlarında gönderilen koçtan tutun da, hayatıma her an sokulan kuşlar, kelebekler, çiçekler, çocukluğum, gençliğim, anneannem, babaannem, kendi oğlumun bebekliği, hayatıma giren bunca arkadaşım, ve her birini saran, kuşatan duygularım. Onlardan her biri, ben öyle olmasını istediğim, onların sevilecek haller olmasını bildiğim ve ayarladığım için benim hayatıma girmiş değillerdi. Onları sevecek, bağlanacak tarzda hayatıma sokan ben değildim. Ben kendimi onları sever bir halde bulmuştum zaten. Onlar da tıpkı benim gibi, benim hayatıma kendileri istediği için girmiş, kendilerini bana sevdirmiş değillerdi. Aynen benim onları sever bir şekilde varedilişim gibi, onları seveceğim bir halde karşımda varedilmişlerdi. Hiçbir özelliklerini benim sevmem için ayarlayıp bana sunmuş değillerdi. Öncelikle gözden kaçırdığım ana nokta buydu.

Yani hem koçu sevdiren, hem gençliğimi sevdiren, hem oğlumun bebekliğini sevdiren bir başkasıydı. Onları bana veren, onları bana sevdirmişti de. Onları seveceğim bir tarzda yaratmıştı. Oysa ben onlar olmadan önce hangi tarzı seveceğimi bile bilemezdim. Ancak onları gördükten ve kendimi onları sever bir halde bulduktan sonradır ki, demek ki ben şöyle şöyle olanları seviyorum diyebiliyordum. Sonra da onlardan ayrılık vakti geldiğinde beni üzen de ben değildim. Ayrılığın beni üzmesini istemiyordum hatta. Mümkün olsa hiç üzülmezdim ayrılıklardan. Ama mümkün değildi. En küçük bir ayrılık hüzün ve acı veriyordu. Başka tüm insanlar içinde de durum buydu. Demek ki ayrılık acısını veren de bir başkası. Tıpkı kavuşma anlarında sevdiren başkası olduğu gibi.

Demek ki ben sevdiklerimi bana sevdirenin kim olduğunu unuttuğumda, onları kendim seviyorum zannettiğimde, ayrılık vaktinde beni onlardan ayıranın hikmetini soramaz hale geliyordum. Sanki güzel haller benim işim de, o güzel halleri bozan biri var gibi hissederek, boşluğa, anlamsızlığa, hatta isyana kadar gidiyordum. Sanki herşey yolunda giderken birisi dışarıdan anlamsızca gelip çomak sokuyor, tüm işleri bozuyor gibi hissediyordum.

Oysa o koçu bana verip sevdiren, koçtan ayrılık vakti geldiğinde hüznü verendi de. Ama neden? Sevindirenin de, üzenin de aynı Zât olduğunu farkettiğimizde bu soruyu sormak, böyle yaratmasındaki hikmeti aramak için soru sormak mümkün hale geliyordu. Ben hiç bilmezken bana seveceğim bu kadar şeyleri verdiği halde neden geri alıyor ve üstelik alırken beni neden hüzünlere boğuyor diye soruyordum bu kez.

Böyle sevdiren, böyle sevindiren, sevdiklerimi sırf beni üzmek, ağlatmak için veriyor olamaz. Çünkü onları sevmem için o kadar ince duygular veriyor; sevdiklerimi de tam bana verdiği duygulara göre sevimli, süslü, sanatlı yapıyor ki. Öyleyse bu işin içinde sırlar var. Sır bu çelişkide olsa gerek.

Gerçekten de hani İbrahim çocuğu kimden isteyeceğini biliyordu. Rabbinden istiyordu. Rabbi de O’nun duasını kabul ederek kendisine yumuşak huylu bir çocuk vermişti. İbrahim çocuğu kimden istediğini, çocuğu kimin verdiğini ve onu kendisine verdiği için kime teşekkür edeceğini biliyordu. Rabbi içinde bir imtihan koyarak, yani ilk anda kendisine güç gelen bir sır koyarak oğlunu kurban etmesini bildirdiğinde, bu emrin içinde rahmet saklı olduğunu anlayabiliyordu. Çünkü hiç yoktan oğlunu kendisine verip sevdirenin Rabbi olduğunun farkındaydı. Onun için İbrahim ve İsmail (as) Rablerinin bu emrine boyun eğmekte tereddüt etmemişlerdi. Bunun üzerine de Rableri onlara, Kendisinin verdiği duyguları yine Kendisinin emri üzere kullandıkları için mükafatlandırmış, kurbanlık bir koç ikram etmişti. Kurban etmek bir mahrumiyet değil, aksine yeni nimetler gönderilmesine vesile olmuştu. Bu nimete mazhar olması için yaptıkları şey ise, kendilerine duygularını, herşeyi Rablerinin verdiğini unutmayarak; O’nun emrinde rahmet, hikmet bulunacağını ümit ederek, emre boyun eğmek olmuştu. Bu halle beraber, Rablerinin rahmeti kendilerine ulaştırılmış; bayram coşkusu ve sevinci yaşatacak nimetler kendilerine sunulmuştu.

Öyleyse bir semboldü kurban. Bana verilen herşeyin kimden geldiğini, onları kimin verdiğini, kimin sevdirdiğini hatırlatan bir sembol… İçinde rahmet saklı bir imtihandı.

O imtihanla hatırlatıyordı ki gençliğim, sevdiklerim hayatıma rastgele girip çıkmış değillerdi. Sevdiklerimi bana sevdirip, sonra da ayrılıklarla acılar verenin bunda bir maksadı vardı. Sevdiklerimi kendimin sevmediğini, asıl sevilecek olanın kendileri değil, onları bana veren olduğunu anlatıyordu. Ayrılık hüzünlerini yaşatarak ise, ebedî kavuşmalar istetiyordu. Ebedî kavuşmaların izini, ışığını, ışığın kaynağını hatırlatarak gösteriyordu. Tıpkı gelip geçen su damlacıklarının, geçip gitmesiyle gökteki daimi güneşi gösterdikleri gibi.

Ayrıca madem veren O’ydu, ayrılırken hüzün veren ve bana ebedî kavuşmalar isteten de O’ydu. Ben hiç istemeyi bilmezken bunca sevimli, süslü, hayran olduğum, sevdiğim şeyleri bana versin, onları bana sevdirsin, istetsin de sonra da bana tekrar vermesin. Böyle rahmet sahibi bir Zâtın işi böyle rahmetsiz olamaz.

Gönlüm bu sırla teskin oldu. Artık bu bayram, kurbanlık koçların kurban edilmelerinin hüznüne, onları bana sevdirenin ebedî sevdirmesine işaret edişlerinin, verdiği neşe, sevinç eklenecek. Hüzün gözyaşlarıma vuslat gözyaşları karışacak. Bayram benim için de bayram olacak. Yine hüzünle karışık, ama hüzünde kalmayan, hüzünden sevince götüren; sevdiren ve sevindiren Rabbimin her işindeki rahmeti, büyüklüğü hissettiren bir bayram olacak. Bismillahi Allahuekber diyerek tüm duygularımızı ve sevdiklerimizi O’nun verdiğini ilan etmenin bir sembolü olarak keseceğiz kurbanı. O’nun isteğine uyarak, herşeyi O’nun adına kullanmak isteğimizin bir ifadesi olacak kurbanımız.


<*>

O koçu bana verip sevdiren, koçtan ayrılık vakti geldiğinde hüznü verendi de. Ama neden? Sevindirenin de, üzenin de aynı Zât olduğunu farkettiğimizde bu soruyu sormak, böyle yaratmasındaki hikmeti aramak mümkün hale geliyordu.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Meral Kaçar