Bağnazlığın Sefaleti

Abdülhakim Murad

İslâmî hareket şu ana kadar dikkate değer biçimde başarısız olmuştur. Kendimize sormalıyız: Nâsır gibi bir kasap, inançlarının bâtıllığına rağmen, nasıl olmuştur da Mısır gibi bir ülkeyi teslim alabilmiş; buna mukabil, kum gibi kaynayan milyonlarca üyesine rağmen, İhvan-ı Müslimîn altmış yıldır hep başarısız olabilmiştir? Böylesi bir kasvet ve yetersizlik zemininde, metodolojideki hataya yönelik köklü bir eleştiri kapılara dayanmakta gecikmeyecektir.



SHAKESPEARE’İN DEDİĞİ GİBİ, “KANIN MUHAKEMESİ yoktur.” Ne yazık ki, bugün Müslümanların saflarında bu fikre katılmayanların sayısı artmaktadır. Dünün küresel finans sisteminin sembolü olan Dünya Ticaret Merkezi, bugün küresel İslâm’ın Batının keyfî yollarının Doğu istikametinde değişmeye zorlanabileceğine inananları kontrol etme noktasındaki başarısızlığını gösteren bir anıt haline gelmiş durumdadır. Çoklarının yapmış olduğu gibi, ‘tünemek için kümeslerine dönen tavuklar’ hakkında şamata yapmak ve böylesi bir nefretin kaçınılmaz üreticisi olarak Washington’un İsrail’in etnik temizlik politikalarına ses çıkarmayışını protesto etmek kâfi değildir. Tabiî ki, Şabbir Ahtar’ın belirttiği gibi, iktidar gibi, iktidarsızlık da sürekli olarak ifsat edebilir. Ne var ki, kavramak, tasvip etmek veya hatta empati duymak değildir. Bir hedefi gerçekleştirmek için masum bir can almak en aşırı seküler faydacı etiğin ayırt edici bir özelliğidir ve dinin icap ettirdiği mutlak ahlâkî sınırlamaların zıt kutbunda durmaktadır.

Fazla uzak olmayan bir zaman diliminde, ‘ultra’lar’ İslâm’ı yeniden diriltme gibi âlemşümûl bir girişimin içinde ancak küçük bir noktayı teşkil ediyorlardı. Ama artık onları görmezden gelme lüksüne sahip değiliz. Aşırılık gelişti ve müstakim zemin ona yol vererek her yerde yerinden oynadı ve kafa karışıklığına maruz kaldı. Ve, müfritlerin sadece kendilerine değil, aynı zamanda kendilerini hakka adamış bütün Müslümanlara getirdikleri utanç, Peygamberin örnekliğinde bize emir buyurulan bu istikamet çizgisinin, bu orta yolun kuvvetten düşmesi olgusuna daha da ivme kazandırdı. Zira bu konuda medyanın tercihleri, diğer konularda da olduğu üzere, kesinlikle bizim aleyhimizedir. David Koresh Kitab-ı Mukaddes’ten mülhem kendi marjinal mesajını, Hıristiyanlığın, hatta onun Adventist kanadının imajı hiçbir surette lekelenmeksizin Ranch Apocalypse’den neşredebilir. Oysa, marjinal bir İslâmî grup Kahire’de İsveçli turistleri bombaladığında bunun çamuru hemen yeryüzünün her yerindeki ‘militan Müslümanlar’a teşmil edilir.

Eğer işler bu şekilde sürüp giderse, İslâmî hareket kültürel ve manevî yenilenmeyi hedefleyen otantik tebliğ grupları teşkil etmeyi bırakacak ve varlığını olsa olsa bölük pörçük çılgın hizipler suretinde devam ettirecektir. Müzakere ve muhalefeti hoşgörme kapasitesi ile bir zamanlar öteki bütün dinleri geride bırakmış bir dinin hikâyesinin böylesine dehşetli ve onur kırıcı bir biçimde bitmesi beklentisi, şimdi gerçek bir ihtimal durumundadır. Geçtiğimiz onbeş yılın İslâmî eserler tecrübesine bir bütün olarak baktığımızda, geleneksel İslâmî kurumların ve daha eski İslâmî hareketlerin Müslümanları gerçekleştirmeye değer ama şu an için imkânsız olan ‘İslâm Devleti’ arz-ı mev’ûduna götürmede başarısız oldukları düşüncesinin eşliğinde, radikalleşmenin artması olgusuyla yüzyüze geliyoruz.

Eğer bu nihaî felaketin önüne geçilecekse, anaakım inisiyatifi yeniden ele almak zorundadır. Ama, eğer bu gerçekleşecekse, itidal çizgisine yönelik radikal eleştirinin bir gücü olduğunu itiraf ederek işe başlamalıdır. İslâmî hareket şu ana kadar dikkate değer biçimde başarısız olmuştur. Kendimize sormalıyız: Nâsır gibi bir kasap, beceriksiz bir asker, kendini beğenmiş bir demagog, inançlarının bâtıllığına rağmen, nasıl olmuştur da Mısır gibi çok önemli bir ülkeyi teslim alabilmiş; buna mukabil, kum gibi kaynayan milyonlarca üyesine rağmen, İhvan-ı Müslimîn altmış yıldır hep başarısız olabilmiştir? Böylesi bir kasvet ve uzayıp giden bir yetersizlik zemininde, metodolojideki hataya yönelik radikal bir eleştiri kapılara dayanmakta gecikmeyecektir.

İşte böylesi bir zeminde—belki hayret verici, ama aynı zamanda kaçınılmaz olarak—biz İslâm içindeki manevî hayatın ihyası davamızı ibraz etmeliyiz. Bu, eğer yapılacaksa, ‘İslâmî diriliş’in buhran içinde olduğunu ve onun zihinsel imkânlarının çağdaş ihtiyaçları karşılamada yetersiz hale geldiğini görmek için yapılmalıdır. Buna cevap, dirilişçilerin ideolojikleşmiş neo-İslâm telakkilerini aşan ve daha klasik, daha bir yerli ve içten Müslüman diyalektiğine dönüşü gerçekleştiren kollektif bir muhasebe zemininde gerçekleşmelidir.

Hastalığın belirtisi, yegâne otantik Müslüman yorumunun, yani Allah’ın bu harekete yardımını göndermediği itirafının, İslâmî hareketin yaşadığı krizle ilişkili olarak getirilen bütün izahlar arasında bulunmayışıdır. “Onlar kendi nefislerini değiştirmedikçe. Allah bir kavmin durumunu değiştirmez” mealindeki Kur’ân âyetini sıklıkla duyduğumuz doğrudur. Ama öyle görünüyor ki, bu prensip hiçbir zaman zeki biçimde kavranılmıyor. Burada, kudsî kelâmın, kollektif bir cemaî başarının bir ön şartı olarak ferdin ahlâken yeniden biçimlenmesini emrettiği kabul edilir. Bununla birlikte, böylesi bir ahlâkî reformun, faziletlerin zahirî şartları yerine getirme (ki bu nisbeten kolay bir iştir) yoluyla mı, yoksa gerçek bir kalp arınmasıyla mı kendiliğinden ortaya çıktığına dikkat etmeksizin, fıkhı kriter alarak seçilmesinden daha tehlikeli birşey de yoktur. Ayet manevî bir değişimden, özellikle mü’minlerin nefsinin dönüşümünden bahsediyor; moral bir değişimden değil. Ve Kutlu Peygamber kurallara zahiren riayet etmenin, bu riayet kalbin içtenlikle hakka meyletmesini yansıtmıyor ve ondan kaynaklanmıyorsa, pek bir değerinin olmadığını hep hatırlatmıştır. Onun ifade buyurduğu üzere, “hiç kimse amelleri ile Cennete giremeyecektir.” Bu arada, nice modern dirilişçi İslâmcının temelden yargılayıcı ve amele yönelik tavrı, moral değerlerin gözle görülen tezahürlerine takılıp kalmış; vahyin maksadının ne olduğu gibi temel bir soruyu ele almayı başaramamıştır. Oysa, Allah’ın nihaî iradesinin kompleks kurallar manzumesine uyma yeteneğimizi sınamak olduğunu telkin etmek itikadî bakımdan anlamsızdır. O’nun maksadı, kendi gayretlerimiz ve O’nun inayeti ile, doğduğumuz andaki sâfiyet ve dengeye yeniden kavuşmamızdır. Kurallar, bu hedefin hayatî nitelikteki vasıtalarıdır; ve bu hedefe ulaşmamıza yardımcı olurlar. Ancak, bu hedefin yerine geçemezler.

Bu noktayı ifade etmek için, Kur’ân-ı Hakîm çarpıcı bir benzetmeyi kullanır. İbrahim sûresinde, 24 ilâ 26. âyetleri okuyalım:

“Allah’ın güzel-doğru bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musunuz? Kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanan güzel-diri bir ağaç gibi[dir o]; ki, Rabbinin izniyle her mevsim meyvesini verip durur. Allah insanlara [işte böyle] misaller veriyor ki, [değişmeyen gerçeği] düşünüp kendilerine ders çıkarsınlar. Ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, çürük bir ağacın durumuna benzer.”

Tefsir alimlerine göre, buradaki ‘söz’lerde atıf, iman ve küfür ‘sözleri’nedir. Önceki ağaç meseli, ahlâkî ve entellektüel başarısının gelişimi sağlam köklerle beslenen fıtrî bir gelişmeyi tasvir etmek için kullanılır. Sağlam kökler imanın temeline; bir kimsenin elde ettiği delillerin niteliğine, onun varlık hakikatine sıkı sıkıya sarıldığına tek başına işaret eden marifetullahtaki yakînine ve gücüne delâlet eder. Elde edilen meyveler—dinî hayatın elle tutulur faydaları—süreklidir (‘her zaman için’), ve insanın kendi başarısının bir sonucu değildir; zira onlar ancak ‘Rablerinin izni ile’ gelebilir. İşte sağlam imânî hayat budur. Bunun zıddı yegâne alternatifinden çıkarılabilir: Küfür hakikate değil yanılsamaya dayanır, ve bundan dolayı ‘hiçbir istikrarı yoktur.’

Daha önce Bakara sûresinde sunulan insan tiplerinin ikili ayırımlarından bazılarını hatırlatan bu âyet, iman ile ameller arasındaki, hakikî imanın muhafaza etmesi gereken ilişkiyi; aralarında var olan hiyerarşiyi, ve beslenme ile meyve verme, alma ile verme arasındaki sürdürülebilir dengeyi veciz bir biçimde tastamam ifade etmektedir.

Günümüzdeki ‘eylemci’ inanç tarzlarının keyfiyetini işte bu kritere göre muhakeme etmeliyiz. Genç ‘ultra,’ bazen kendini sinirli düzensizliklere duçar edebilen hiddeti ile ve nisbeten dar bir alana sıkışmış konu ve meselelere yönelik saplantısı ile, Kur’ân’ın tasvir ettiği anlamda, gerçekten sıkı sıkıya kök salmış ve meyveli midir?

Bunun cevabını kendi başımdan geçen tecrübeden yola çıkarak vermeye çalışayım.

Cemâat-ı İslâmiyye adlı radikal ‘İslâmî’ grubun lideri olan ve Mısır’ın Asyût Üniversitesinde öğrenim gören, çok iyi tanıdığım biri vardı. Bu zatın adı Hamdi idi. Uzun bir sakalı vardı, dişlerini sürekli misvakla fırçalardı, Kıptî Hıristiyanlar aleyhinde nefret uyandıran vaazlar vererek vaktini geçirirdi. Öyle ki, onun hutbeleri sonucu Kıptîlerden bazıları dövülmüştü. Yüzlerce takipçisi vardı; vâkıa, Asyût bugün sertlik yanlısı, Vehhâbî stili eylemciliğin kalesi olmaya devam etmektedir.

Hikâyenin ibretli tarafı şu ki; tanışmamızdan beş yıl kadar sonra kader Şeyh Hamdi’yi tekrar karşıma çıkardı. Ama artık, bir Kahire caddesinde Hamdi ile karşılaştığımda, neredeyse onu tanıyamayacaktım. Sakalları gitmişti. Bir pantolon ve süeter giymişti. Daha şaşırtıcı olanı, Avustralyalı olduğunu daha sonra öğrendiğim bir kadınla konuşuyor ve utana sıkıla onunla evlenme niyetinde olduğunu bana söylüyordu. Kendisiyle konuştum. Anlaşılan o ki, Hamdi artık dinini asgarî seviyede bile yaşayan bir Müslüman değildi, namazı bırakmıştı, ve hayattan istediği Mısır’ı terkedip Avustralya’ya yerleşmek ve para kazanmaktı. Bu olayda fevkalâde olan şey, İslâmî eylemcilik noktasındaki tecrübelerinin Hamdi’nin kendisi üzerinde hiçbir iz bırakmamış olmasıydı—o, yeniden, ‘radikal İslâm’a dönmezden önceki gibi çılgın, sıradan bir Mısırlı genç olup çıkmıştı.

‘Selefî tükeniş’ adını verebileceğimiz bu olgu, birçok modern Müslüman kültürlerinden birçoğunun aşina olduğu bir hususiyettir. İslâmî radikalin sıklıkla karşılaştığı bir kader olan hapis ve işkence, bu azim ve bağlılığı uzatabilir, ama nihayetinde bu neo-Müslümanların çoğunluğu selefî zihniyet manzumesinin bir kültü andıran âlemi içindeki deneyimlerinden ötürü, görünüşe bakılırsa ne daha iyi ne daha kötü halde, yeniden sapıtırlar.

Müfrit eylemciliğin bu gelip geçiciliği, muhteviyatı kadar kuşku uyandırıcı olsa gerektir. Hakiki Müslüman inancı böylesine kırılgan olmamalıdır; Kur’ân’ın buyurduğu üzere, onun kökü ‘sapasağlam biçimde’ toprağa yerleşmiştir. Bu durumda, insan, selefî aşırılığın Kur’ân’ın beyanı içinde tasvir edilen iki ağaçtan birincisinden ziyade ikincisine benzediği hükmüne ulaşmak zorundadır. Hepsinden öte, Ashâbın geçici bir kararlılık ve bağlılık hali üzere olduğu bilinmiyor: bilakis, onların bağlılık ve takvaları, vefat ettikleri ana kadar, eşine rastlanmadık biçimde katışıksız kalmıştır.

Genç Müslümanları bu tip geçici, ama yırtıcı bir eylemciliğe çeken şey nedir? Müslüman toplumların bugün yaşamakta olduğu genel güvensizlik halinin önemini anlamak için, determinist sosyal teorilere abone olmaya hacet yoktur. İslâm dünyası çok tahripkâr bir geçiş döneminden geçmektedir. Avrupa’da beş yüz yılı almış olan bir ekonomik ve bilimsel değişim tarihi, İslâm dünyasında iki nesle sığışacak biçimde yaşanmaktadır. Meselâ, çok değil sadece kırkbeş yıl önce, Suudî Arabistan’ın başkenti, binlerce yıldan beri olduğu gibi, balçıktan yapılmış kulübe kümelerinden ibaretti. Bugünün Riyad’ı cam kulelerin, kola makinelerinin ve akıp giden Cadillac’ların bulunduğu devâsâ bir yüksek teknoloji kentidir. Gerçi bu uç bir örnektir; ama, modernitenin herşeyi bir derece yerinden oynatması olgusu, bir elin parmaklarını geçmeyen ücra kabile halkları müstesna, bütün Müslüman toplumlarının müşterek gerçeğidir.

Böylesi bir geçiş dönemi, hiçbir şeyin sabit kalmasına izin vermeyen merkezkaç kuvvetleriyle, insanları çok güvensiz kılmaktadır. İnsanlar, çevrelerinde kendilerine kimlik kazandıracak birşeyler arıyorlar. Bizim durumumuzda bu şey genellikle İslâm olmaktadır. İnsanlar ona, normal bir hidayet ve iman sürecinden ziyade, bu ruhî güvesizlik duygusu yüzünden yönelmekte oldukları için, sürekli bir gelenekle temas kurmakla kazanılabilecek olan ve asla bir kitaptan öğrenilemeyecek olan bazı fıtrî dinî faziletlerden mahrum kalmaktadırlar.

Bunun nasıl işlediği şöylece tasavvur edilebilir. Kalabalık bir ailenin bir ferdi olan, sınırlı iş sahaları için başkalarıyla yarışmak zorunda kalan, fakirliğinden dolayı evlenemeyen, belki de hızla büyüyen bir şehre göçen bir Arap genci, kendisini hiçbir işaret taşı bulunmayan bir çölde kaybolmuş gibi hisseder. Bir sabah, bir gazete bayiinde Seyyid Kutub’un kitaplarından birini eline geçirir ve oracıkta ‘yeniden dünyaya gelir.’ İşte bu, onun muhtaç olduğu şeydir: ani bir kesinlik, önündeki eşya ve hadiseleri yorumlayabileceği, hayatının problem ve gerilimlerini çözebileceği bir çerçeve, daha hoş olanı, kendisini üstün ve kontrolde hissetmenin bir yolu. Bu genç bir gruba katılır, ve, yeni bulduğu kesinliği elde tutma endişesiyle, diğer bütün grupların yanlış yolda olduğu gibi alışılmış bir önermeyi kabul eder.

İslâm dinine dönüşte izlenmesi gereken yol, şüphesiz ki, bu değildir. Gerçekte bu dönüşle kastedilen, çok kudsî bir kişi veya mekânın varlığı ile ateşlenen bir entellektüel kemale erme sürecidir. Tevbe, geleneksel biçimiyle, neşeli bir dış görünüş, halinden memnuniyet ve başkalarına karşı derin bir şefkat duygusunu netice veriyordu. Buna karşılık, güvensizlik duygusunun ürünü olan modern tip tevbe, Müslümanları çoğunlukla dar kafalı, hoşgörüsüz ve dışlayıcı kılıyor. Hatta daha da göze çarpan bir olgu olarak, modern tip tevbe, zahirî yoğunluğuna rağmen, imanları aynen geldiği hızla kaybolmaya müsait kimseler ortaya çıkarıyor. Eylemcinin gerçek bir beslenmeden mahrum olan kalbi, en sonunda ölünceye kadar, aç kalmaya ve zayıflamaya devam ediyor.

*

Bu kargaşaya karşı nasıl bir mukabelede bulunmalıyız? İşe, İslâm’ın ne için olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, bizim dinimiz, en nihayeti, titiz bir şekilde uygulandığında cennetin pasaportu haline gelen bir kurallar listesi değildir. Bilakis, maksadı insanın kalbini arındırmak olan bir sosyal, entellektüel ve manevî teknoloji paketidir. Kur’ân’da Rabbimiz, Kıyâmet Gününde selîm bir kalp dışında hiçbir şeyin bize faydasının olmayacağını beyan eder. Meşhur bir hadis-i şerifte ise, Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem şöyle buyurur:

“Muhakkak ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. O sağlamsa bütün vücut sağlam olur. Eğer o bozuk ise bütün vücut bozuk olur. İşte o, kalptir.”

İslâm’ın diğer bütün emirlerini içine alan ve tek başına onlara bir anlam veren bu buyruk düşünüldüğünde, İslâm alimleri kalbin ‘halleri’ni tahlil etme ilmini ve onu bu sağlam hale ulaştırmanın yöntemlerini ortaya koymuşlardır. Zaman içinde bu ilim tasavvuf, İngilizce’de ‘sufism’ ismini almıştır—şimdilerde ona, daha kolay anlaşılsın diye, ‘İslâmî psikoloji’ adını verebiliriz.

Bu noktada, ayranlar kabarıyor ve iyi hazırlanmış itirazlar yükseliyor. Anaakım tasavvufun, ne geçmişte ne de şimdi bir akide sistemi veya bir düşünce okulu—bir mezhep—olmadığını anlamak hayatî önem taşıyan bir husustur. Bilakis, tasavvuf, çeşitli İslâmî mezhepler içinde işleyen bir içgörüler ve uygulamalar manzumesidir; başka bir deyişle, o bir mezhep değil, bir ilimdir. Diğer hemen hemen bütün İslâmî ilimler gibi, o da, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashâbı döneminde, ismiyle veya daha sonra geliştirilmiş biçimiyle bilinmiyordu. Bu, onun meşruiyetini azaltmaz. Hz. Peygamberden çok uzun yıllar sonra biçimlenen nice İslâmî ilim bulunmaktadır: örneğin, fıkıh usûlü, veya çok sayıdaki teknik hadis disiplinleri.

Bu, tabiî ki, çağımızın nice eylemcisi tarafından yararsız araçlar olarak görülen, ne var ki çoğu tarafından açıktan açığa yanlış anlaşılan iki nosyon olarak, sünnet ve bid’at kavramlarına götürür. Klasik Oryantalist teze göre, İslâm, ‘verimsiz bir Sâmî dini’ olduğu için, kendi gelişimi için mekanizmalar oluşturmaya muvaffak olamamıştır ve kurucusunun vefatı ile taşlaşmıştır. Fakat bu, kökleri ilk Oryantalist sentezcilerin (Muir, Le Bon, Renan, Caetani) görüşlerini şekillendirmiş olan ondokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin etnik determinizminde yatan bir zırvadan ibarettir. İslâm, gerçekte, ahirzaman için dizayn edilen bir din olarak, tarihin bu nihaî ve en ‘entropik’ safhasını karakterize eden hızla değişen şartlara başarıyla uyum sağlayabilir durumda olduğunu ispatlamış durumdadır.

İslâm hukukunun klasik tanımlamalarına göre, bid’at nedir? Meşhur hadis-i şerifi hepimiz biliriz:

“Yeni başlatılan meseleler konusunda dikkatli olun, zira her yeni başlatılan şey bid’attir, her bid’at de sapıklıktır, ve her sapıklık da ateştedir.”

Bu, ilk nesil Müslümanlarınca bilinmeyen herhangi bir şeyi İslâm’a dahil etmenin reddedilmesi gerektiği anlamına mı gelir? Klasik ulema böylesi bir harfî yorumu kabul etmemektedirler.

Gelin, Sünnî İslâm’da herkesçe hüccet kabul edilen İmam Şâfiî’den bir tanım alalım. İmam Şâfiî şöyle yazıyor:

“İslâm’a dahil edilen meseleler (muhdesât) iki türlüdür. Biri, Kur’ân’ın nassı ile, veya Sünnet ile, yahut ilk Müslümanlardan rivayet edilen bir kayıt (eser) ile, veyahut Müslümanların mutabakatı (icmâ) ile çatışan şeydir: sapıklık bid’ati (bid’at-ı dalâle) budur. İkinci türü ise, zâtında güzel olan ve bu şer’î delillerden hiçbiri ile çatışmayan şeydir: bu, ayıplanmamış bid’at (bid’at-ı gayri mezmûme)’dir.”

Kabul edilen ve kabul edilmeyen bid’at biçimleri arasındaki bu temel ayırım, klasik ulemanın ezici bir çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Meselâ, onların arasında el-Izz İbn Abdisselâm’a (ki İslâm tarihinin altı veya yedi büyük müçtehidinden biridir) göre, bid’atler şeriatın beş değer hükmü başlığı altında yer alırlar: vacip, mendub, mübah, mekruh ve haram.

‘Vacip bid’at’ kategorisi içinde, İbn Abdisselâm şu örnekleri verir: kaybolma tehlikesi olduğu bir zamanda Kur’ân âyetlerini ve İslâm’ın kanunlarını yazı ile kayıt altına almak, Kur’ân üzerindeki ihtilafları çözmek için Arap dili gramerine çalışmak ve Mu’tezile’nin iddialarını çürütmek için felsefî teoloji (kelâm) geliştirmek.

İkinci kategori, ‘mendub bid’at’tir. Alimler, bu başlık altında, medreseler yapmak, yararlı İslâmî konularda kitaplar yazmak ve Arap dilinde derinlemesine araştırmalar yapmak gibi faaliyetleri sıralamışlardır.

Üçüncü kategori, ‘mübah’ veya ‘nötr bid’at’tir. Bu da unu elekle elemek ve Medine’de bilinmeyen çeşitli biçimlerde evler inşa etmektir.

Dördüncü kategori, ‘mekruh bid’at’tir. Bu, mescitleri veya Kur’ân’ı aşırı süslemek gibi kusurlardır.

Beşinci kategori, ‘haram bid’at’tir. Bu, gayrimeşru vergiler çıkarmayı, kadılıkları vasıfsız kimselere tevdi etmeyi ve Kur’ân ve Sünnetin bilinen prensipleri ile açıkça çelişen itizalî inanç ve uygulamaları içine alır.

Yukarıdaki bid’at tipleri sınıflaması, Ehl-i Sünnet fıkhının dört mezhebince de kabul edilmiş olmakla, şeriat literatüründe norm haline gelmiş bir sınıflamadır. Bu anlayışın İslâm düşünce tarihinde sadece iki önemli istisnası olmuştur: İbn Hazm tarafından geliştirilen Zâhirî mezhebi, ve Hanbelî mezhebinin İbn Teymiyye’nin temsil ettiği bir kolu. İbn Teymiyye, bu meselede klasik icmâya muhalif gider ve güzel olsun kötü olsun bütün bid’atlerin gayr-i İslâmî olduğunu iddia eder.

Durum buysa, neden bugün birçok Müslüman her tür yeniliğin İslâm’da kabul edilemez olduğuna inanıyor? Bir faktöre zaten değinildi: insanlara mutlakçı ve harfî yorumlamalarla teselli bulma eğilimini veren, güvensizliğin sebep olduğu zihnî kompleksler. Diğer faktör ise, liderleri her türlü gelişme ihtimalini reddetmeleri ile meşhur olan, Vehhâbîlik olarak adlandırılan iyi finanse edilmiş neo-Hanbelî mezhebin etkisinde yatmaktadır.

Her hâlükârda, İslâm’ın yeniliği kabul etme ve sindirme noktasındaki kabiliyetine dair daha sofistike ve klasik bir şuur elde ederek, Müslüman medeniyetinin yeni problemler ortaya çıktıkça onlarla uğraşacak yeni akademik disiplinleri çabucak üretmeye ne derece muktedir olduğunu anlayabiliriz.

İslâmî psikoloji, Kur’ân’da gizli ve zımnî biçimde var olmuş olsa da, ilk kez Abbâsî devletinin başlangıç dönemindeki İslâm kültüründe sistemleştirilen yeni ilimlerin bir karakteristiğidir. Kur’ân’ın ‘selim bir kalb’ edinmeye verdiği önem dikkate alınırsa, İslâmî psikolojinin etkisinin muazzam ve çok yaygın olduğunu görmekle şaşırmayız. İslâm’ın biçim verici nitelikteki ilk dört asrında; tefsir, hadis, gramer ve benzeri alanlarda büyük eserler ortaya konulduğu dönemde, alimler zihinlerini selîm kalp problemi ile de meşgul etmişlerdir. Bu, ilk kez, Tâbiîn örneğini takiben, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan-ı Sevrî ve Abdullah b. Mübârek gibi zâhitlerin, ilgilerini açıktan açığa kalbi arındırma sanatı üzerinde yoğunlaştırdıkları dönemde görülmüştür. Onların tavsiye ettikleri metotlar sık sık oruç tutma ve gece namazı, belli aralıklarla inzivâya çekilme, ve bir de, murâbata ile, yani Küçük Asya’nın sınır kalelerindeki gönüllü savaşçıların yaptıkları türden bir hizmet ile meşgul olma idi.

Bu tip takvacı yönelim, bu dönemde hiçbir şekilde sistematik değildi. Feragat, ihlas, ve vahye derinden bağlılık gibi nebevî faziletler yoluyla felâhı arayan bütün Müslümanları bağrına basan gevşek bir kategori konumunda idi. Bu erkek ve kadınlar, Kıyamet Gününden duydukları endişe sebebiyle ‘ağlayanlar’ (el-bekkâûn) veya zâhidler (zuhhâd) veya sürekli ibadetle meşgul âbidler (ubbâd) gibi değişik lâkaplarla anılıyorlardı.

Bununla beraber, Hicrî üçüncü yüzyıla gelindiğinde, özgün bir dinî bağlılık mezhebine ait olduğu anlaşılabilecek eserler bulmaya başlıyoruz. Abbâsî şehir cemiyetinin artan lüksü ve maddeciliği, birçok Müslümanı Peygamber döneminin sadeliğinin yeniden ihyası yolunda bir seferberliğe teşvik etti. Kalbin safiyeti, başkalarına merhamet, ve sürekli Allah’ı zikretme, bu temayülün ayırt edici özellikleri idi. Bu dönemde, muhasebe metoduna; yani, niyet bozukluklarını ortaya çıkarmak için kendini-sınama yöntemine göndermeler yapıldığını görüyoruz. Vurgulanan başka bir şey de, riyâzet, yani kendi kendini disiplin altına almak idi.

Yine bu zamanda, Kur’ânî psikolojinin anahatları ortaya konulmuştu. İnsan fıtratının dört parçadan: cisim, akıl, ruh ve nefisten örülü olduğu anlaşılmıştı. İlk ikisi pek yorum gerektirmiyor. (En azından modern eğitim almış kişiler tarafından) daha az bilineni ise, üçüncü ve dördüncü kategorilerdir.

Ruh insan vücudunun, o öldükten sonra da varlığını sürdüren temel özüdür. Kur’ân’ın buyurduğu üzere, ilâhî ilhamın bir parçası olmasından dolayı, onu aklen anlamak zordur:

“Sana ruhu soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ondan çok az ilim verilmiştir.”

İlk İslâmî psikologlara göre, ruh bütün insan vücudunu kuşatan, fakat kalbi merkez edinen gayrimaddî bir hakikattir. O, insanın bu dünyadan olmayan ve onu Yaratıcısı ile bağlayan ve eğer bahtiyar ise ona öte dünyada Allah’ı görme imkânını veren bir parçasını temsil eder. Doğduğumuzda ruh temizdir ve katışıksızdır. Ama, biz dünyanın meşgalelerine daldıkça, Kur’ân’ın sözünü ettiği bir pas (rân; bel râne alâ kulûbihim) ile örtülür. Bu pas iki şeyden oluşur; günahlar ve marifetullahtan uzaklaştıran meşgaleler. Riyâzet süreci ile; yani, âbid günahtan korunduğunda ve bütünüyle Allah’ın huzuru ve hakikati üzere yoğunlaşmak için riyazet sürecine girip de bu meşgaleleri dünyasından sürgün ettiğinde, ruh tekrar hürriyetine kavuşur. Böylece kalp zinde hale gelir, felâh ve Allah’a yakınlık gerçekleşir.

Bu, çok basite benziyor. Ama, ilk Müslümanlar böylesine değerli şeylerin ancak değerleri ile mütenasip birer bedel verdikten sonra geldiklerini öğretmişlerdir. Kalbin kirli yerlerini temizlemek çok eziyet verici bir meydan okumadır. Dinin kurallarına zâhiren uymak yeterince basittir; ama bu ancak bir ilk adımdır. Daha çok gayret gerektireni ise, mücahede; yani nefse karşı verilen güne gün mücadeledir. Kur’ân’ın buyurduğu gibi:

“Ama Rabbinin huzurunda korku ile duranın ve nefsini kötü arzulardan alıkoyanın varacağı yer cennettir!”

Bir Sûfî buyruğu da şu şekildedir:

“Benliğinizi mücahede bıçakları ile boğazlayınız.”

Nefis bir kere kontrol altına alındı mı, artık kalp temiz olur ve bundan kolayca ve fıtrî olarak faziletler neş’et eder.

Hedefi sadece ve sadece felâh olduğundan, bu hayâtî İslâmî ilim, klasik İslâm’ın büyük alimleri tarafından insicamlı bir biçimde açıklanmıştır. Bugün Vehhâbî ya da Oryantalist gündemlerden etkilenen birçok Müslüman tasavvufun İslâm’da hep bir nebze marjinal bir varlık sürdürmüş olduğuna inanıyor olsa da, vâkıa, klasik alimlerin ezici bir çoğunluğunun tasavvufa fiilen girdikleridir.

Horasan’ın ilk Şâfiî alimleri el-Hakîm en-Nişâbûrî, İbn Furâk, el-Kuşeyrî ve el-Beyhakî; hepsi de İmâm Hüccetü’l-İslâm el-Gazâlî’nin başarısı ile doruğa erişen Abbâsî dönemi İslâmının en zengin akademik geleneği içinde halkalar teşkil etmiş olan sûfîlerdi. Arap felsefesi ile İsmâiliyye’nin kesin olarak çürüten kitapları, Şâfiî fıkhına dair üç büyük ders kitabı, usûl-i fıkhın en iyi bilinen risalesi ve çeşitli kelâm risaleleri dahil üçyüz kadar eserin yazarı olan Gazâlî’nin kendisi de, bize Ehl-i Sünnet tasavvufunun klasik beyannamesini, İhya-u Ulûmi’d-dîn’i miras bırakmıştır. Bu kitap hakkında İmam Nevevî şu mütalaada bulunmaktadı:

“Bütün İslâm kitapları kaybolup da yalnızca İhyâ kalsaydı, İhyâ onların hepsinin yerine geçebilirdi.”

İmam Nevevî’nin kendisi de, varlıklarını tasavvufa borçlu olduğunu kaydettiği iki kitap yazmıştır. Bunlardan biri Bustân el-Ârifîn, diğeri de el-Makâsıd’dır.

Tasavvuf Mâlikîler arasında da yaygındır. Es-Sâvî, ed-Dardîr, el-Lakkânî ve Abdulvehhâb el-Bağdâdî, hepsi de tasavvufta temayüz etmiş kimselerdi. Kahireli Mâlikî fakîh Abdulvehhâb eş-Şa’rânî tasavvufu şöyle tanımlar:

“Sûfîlerin yolu, Kur’ân ve Sünnet üzere bina edilmiştir, ve enbiyâ ile asfiyânın yaşadığı gibi yaşama esasına dayanır. Kur’ân’ın açık beyanına, Sünnete veya icmâya aykırı düşmediği müddetçe, zemmedilemez. Şayet o bu kaynakların herhangi biri ile çelişmiyorsa, onu mahkum etmek için, kişinin başkalarına dair bayağı görüşü veya onların yaptığını gösteriş olarak yorumlaması gibi hepsi de gayrimeşru bahaneler dışında hiçbir kulp kalmaz. Üzerinde bulunduğu yoldan bîhaber olan cahiller dışında hiç kimse, sûfîlerin ifadelerini inkâr etmez.”

Hanbelî Sûfiliği için Abdullah Ensârî, Abdulkâdir Geylânî, İbnü’l-Cevzî ve İbn Receb gibi saygın şahsiyetlere bakmak yeterlidir.

Aslında Orta Çağ İslâmının neredeyse bütün büyük alimleri; es-Suyûtî, İbn Hacer el-Askalânî, el-Aynî, İbn Haldûn, es-Subkî, İbn Hacer el-Heytemî; keza, Beydâvî, es-Sâvî, Ebussuûd, el-Beğavî ve İbn Kesîr gibi tefsir yazarları; Taftazânî, en-Nesefî, er-Râzî gibi akâid yazarları, tasavvufu destekleyici mahiyette eserler yazmışlardır. Gerçekte, onlardan birçoğu, sûfî ilham konusunda müstakil eserler telif etmişlerdir. İslâm tarihinin, Osmanlılar ve Moğollar dahil büyük hanedanlarının alimleri, sûfî görüş açısını İslâmî ilimlerin en merkezî ve en ayrılmaz olanı kabul ederek, ondan derinlemesine dersler ve ilhamlar almışlardır.

Tasavvufun İslâmî meşruiyeti olduğunu, onun mümessili olarak temayüz edenlerin İslâm’ı İslâm dünyasının sınırlarının dışına taşımadaki coşku ve heyecanları da teyid etmektedir. Hindistan, Zenci Afrika ve Güneydoğu Asya’daki İslâmlaşma süreci büyük ölçüde gezgin sûfî hocaların elleriyle gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, İslâmî cihad ödevi sûfî tarikatlar tarafından özel bir gayret ve coşku ile yürütülmüştür. Bütün ondokuzuncu yüzyıl cihadçıları; Osman dan Fodio (Hausa diyarı, yani Nijerya), es-Senûsî (Libya), Abdulkâdir el-Cezâirî (Cezayir), İmâm Şâmil (Dağıstan) ve Padre İsyanının liderleri (Sumatra) tasavvufu bilfiil yaşayan insanlardı ve seferberlikleri esnasında tasavvufla ilgili hayli yazı kaleme almışlardı. Böyle olunca, tasavvufun İslâm’ın sükutçu, teslimiyetçi ve gayri askerî biçimini temsil ettiği iddiasının hiçbir temeli yoktur.

Bütün bunlarla birlikte, biz bir paradoksla yüzyüzeyiz. Tasavvuf, tarihimiz boyunca Müslümanın entellektüel ve politik hayatının çok saygı duyulan bir parçası olagelmiş iken, bugünlerde niçin onun aleyhine sesler yükseliyor? Bunun iki temel sebebi var.

İlki, tekrar edelim ki, en azından 1922’den önceki Oryantalist ilim anlayışının yaygın etkisidr. O tarihte Essai sur les origines de la lexique technique adlı eserini yazan Massignon, tasavvuf gibi verimli ve derin etkileri bulunan birşeyin esas itibarıyla İslâm’ın ‘çorak ve legalistik’ toprağında gelişmiş olamayacağı görüşündeydi. Müslümanların dillerine çevrilen Oryantalist eserler, anahtar konumdaki Müslüman modernistler üzerinde etkili olmuşlardır. Bunlardan biri, Muhammed Abduh, yazdığı son eserlerde İslâm’da sûfî söylemin merkezîliğini ve hatta meşruiyetini sorgulamaya başlamıştır.

İkincisi, Vehhâbî davasının ortaya çıkmasıdır. Bundan yaklaşık ikiyüz yıl kadar önce Muhammed b. Abdulvehhâb Suudî kabilesi ile bir olup komşu aşiretlere saldırdığında, bunu esas itibarıyla İslâm’ın neo-Hâricî versiyonu etiketi altında yapıyordu. İbn Teymiyye’den büyük ölçüde faydalanmasına rağmen, onun hakkında bile çekinceleri vardı. Zira, bizzat İbn Teymiyye, bazı sûfî grupların aşırılıklarını eleştirmiş olsa da, anaakım tasavvufun bir koluna bağlanmış durumdaydı. Bu, oldukça açık bir husustur. Çünkü, İbn Teymiyye, altıncı yüzyılda yaşamış Bağdatlı velî Abdulkâdir Geylânî’nin anahtar niteliğindeki eseri Fütûhu’l-Gayb’ın bazı ıstılâhî noktalardaki bir yorumu niteliğini taşıyan Şerhu Fütûhu’l-Gayb adlı eserin sahibidir. Kitap boyunca İbn Teymiyye kendisini Geylânî’nin sadık bir tilmizi olarak gösterir ve ondan ‘şeyhimiz’ (‘şeyhunâ’) diye söz eder. Bu Kâdirî aidiyet, Kâdirî tarikatındaki daha sonra gelen literatürde de doğrulanır ve kitaplar İbn Teymiyye’yi silsilede, yani Kâdirî öğretilerini nakletme zincirinde anahtar bir halka olarak kaydederler.

Bununla birlikte, İbn Abdulvehhâb bunun çok ilerisine gitti. Orta Arabistan’ın Necid bölgesinin geniş sahralarında yetişen bu zât anaakım Müslüman ilim anlayışı ile hemen hiç temas kuramadı. Gerçekte, İbn Abdulvehhâb’ın davası ortaya çıkıp da meşhur olduğunda, günün alim ve müftüleri bu durumu şu meşhur Necd hadisine tatbik ettiler:

“İbn Ömer Hz. Peygamberin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ‘Ey Allahım, bize Suriye’mizde saadet ver! Ey Allahım, bize Yemen’imizde saadet ver!’ Hazır bulunanlar: ‘Necd’imizde de, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler. Fakat o yine ‘Ey Allahım, bize Suriye’mizde saadet ver! Ey Allahım, bize Yemen’imizde saadet ver!’ buyurdu. Orada hazır bulunanlar yine: ‘Necd’imizde de ey Allah’ın Resûlü!’ dediler. İbn Ömer onun üçüncü keresinde şöyle buyurduğunu düşündüğünü belirtir: ‘Orada depremler ve kavgalar (fitne) vardır, ve oradan şeytanın boynuzu zuhur edecektir.”

Manidardır ki, hemen bütün İslâm topraklarından farklı olarak, Necd, meşhur hiçbir alim yetiştirmemiştir.

Buna mukabil, Necd kaynaklı Vehhâbî davası daha gür olarak, Suudî petrol serveti patlamasından sonra duyulmaya başlandı. Kahire ve Beyrut’taki İslâmî yayınevlerinin pek çoğu, hatta hemen hepsi Vehhâbî teşkilâtları tarafından finanse edilmektedir. Böyle olduğu için de Vehhâbîler tasavvufa ilişkin geleneksel eserlerin yayınlanmasını engelliyor ve diğer eserlerdeki Vehhâbî doktrinine aykırı kabul ettikleri pasajları çıkarıyorlar.

Vehhâbîliğin neo-Hâricî niteliği onu diğer İslâmî ifade biçimlerinin hepsine karşı hoşgörüsüz kılmaktadır. Bununla birlikte, kendine ait iç tutarlılığı bulunan bir fıkhı bulunmadığından—ki, o ortodoks mezhepleri reddetmektedir—ve yalnızca çok temel ve ilkel biçimde antropomorfik [Allah’ı insan suretinde tasavvur eden] bir akidesi bulunduğundan, bu inanca bağlı olduklarını ikrar edenler arasında bölünmeleri ve alt bölünmeleri netice veren akışkan ve amip-misâli bir temayüle sahiptir. İslâmî gruplar artık esas itibarıyla tutarlı bir mezheple ve Eş’arî [veya Mâturîdî] akîdesi ile birlik üzere olamamaktadır. Tam tersine, hepsi de kendi başlarına Kur’ân ve Sünnetten hüküm ve akide çıkarmaya çalışmaktadır. Sonuç, modern selefî durumu çirkinleştiren müthiş bir bölünme ve ihtilaf vaziyetidir.

Tarihimizin bu kritik döneminde, ümmetin ancak tek bir ayakta kalma ümidi vardır. Bu da, sancılı münazara ve ilim asırları boyunca üzerinde çalışılan ve sofistike klasik icma ile tesbit olunan ‘orta yol’u yeniden eski haline kavuşturmaktan geçer. Tek başına bu icma, birliğin temelini sağlama hususunda isbatlanmış bir yeteneğe sahiptir. Ne var ki, onu yeniden elde edebilmemiz, ancak kalplerimizi arındırıp şefkat, hürmet, hoşgörü ve uzlaşma gibi İslâmî meziyetler ile doldurduğumuz takdirde mümkün olacaktır. Tasavvufun yeteneğini geleneksel olarak isbatladığı bu içsel reform, İslâmî hareketin birliğinin yeniden temini için bir ön şarttır. Bunun alternatifi ise, muhtemelen, sürüp gidecek olan ızdırap verici başarısızlıktır.

  5.03.2004

© 2021 karakalem.net, Abdülhakim Murad