Linköping’de Ramazan: yaşayan bilir!

Zeyneb Hafsa

Kuzey yarımkürenin en kuzey sınırına yakın bu ülkedeki şu küçük şehri bile oruçsuz bırakmıyor Yaradan. Hâsılı, zorlukların kolaylıkla dengelendiği bir Ramazan tecrübesi yaşıyoruz İsveç’te.


SİZİ SUKūT-I HAYALE UĞRATMAK İSTEMEM ama bu yazıda ‘İsveç’te Ramazan nasıl geçer?’ gibi boyumdan büyük bir mevzu hakkında yazma cüretine kalkışmayacağım. Zira ben olsa olsa ancak İsveç’in 100 bin nüfuslu küçük bir şehrinde, Linköping’de, yaşayan birinin Ramazan tecrübelerinden bahsedebilirim.

Tecrübelerimin önce zahirî tarafından başlayayım. Malum, bir süredir Ramazan ayı, biz kuzey yarımkürede yaşayanlar için, yaz vakitlerine denk geliyor. Yani havanın daha sıcak, günlerin daha uzun olduğu vakitlere... “Siz orada bu iki unsurdan payınızı ne kadar alıyorsunuz?” diye sorulacak olursa, günlerin uzunluğu hususunda yeryüzünde nerdeyse elimize su dökecek yoktur diyebilirim.

Oruç uzunluğuyla sevap arasında bir ilişki varsa, İsveç Müslümanları yaşadı!

20 saatten fazla bir süre oruç tutuyoruz. Rabbim oruç uzunluğuyla sevap arasında birebir bir ilişki kuruyorsa, ‘Yaşadık!’ diyebilirim. İnşallah. Sıcaklık hususundaysa benzeri bir durumumuz olduğunu söyleyemem. Çünkü sıcaklık bu aylarda genelde 25 dereceyi pek aşmamakta. Şükür, Rabbim başka bir yerden dengeliyor işte zorluğu.

Gelelim Ramazan ayına dair bâtınla ilişkili unsurlara... Yine malumunuzdur ki bugünlerde sıkça şikâyet konusu edilen bir kaç unsur mevcut: oruçlu da olmanın vermiş olduğu iştiyakla alış-veriş yapma çılgınlığı ve zengin sofrası türünden iftarlar. Yaşadığımız bir avuççuk şehirde insanları çılgına çevirecek türden şaşaalı alış-veriş merkezleri mevcut olmadığı için insan bu ayak kaydırıcı unsurdan rahatça sıyrılabiliyor. Öte yandan, eğer tatil ve Ramazan ayı için ülkelerine gitmeyen bir avuç Müslüman kalmışsa şehirde, onların çoğu da çok zengin kişiler değiller ki gösterişli iftar sofraları kurulsun. Velhasıl, Türkiye’de sık sık zikredilen bu iki unsurun problematik olarak ele alınışı henüz çok yabancı buralara.

Camisiz, ezansız Ramazan: hissettiğin ve yaşadığın kadar...

Ramazan ayına dair bir başka mesele de insanların kendilerini alış-verişin yanı sıra hır gür ve koşturmacadan, yoğun iş temposundan bir nebze sıyırıp her şeyden önce kendileriyle baş başa kalıp tabiata daha bir yakınlaşması halidir. Ben bunu oldukça önemsiyorum ki buna dair de hatırı sayılır imkânlar mevcut burada. Trafik denen şeyden uzağız mesela. İlaveten, oldukça düşük tempoda yaşadığımız hayat Ramazan ayında daha bir dinginleşiyor. Buna bir de tabiatın birçok veçhesine olabildiğince yakınlık eklenince, değmeyin içsel keyfimize!

Şimdi, buraya kadar anlattıklarıma bakarak gülistan içre olduğumuz da anlaşılmasın. Yine denge meselesi... Yukarıda saydığım kolaylıkların ve güzelliklerin yanı sıra oldukça zorlayıcı unsurlar da mevcut. Bir kere dış hatırlatıcılar hemen hemen yok denecek kadar az. Cami yok, ezan yok, mahya yok, pide kuyruğu yok. Hatta Ramazan ayında olduğumuzu bilen bile pek yok. Bu sebeple ben buradaki Ramazan ayını şöyle özetliyorum soranlara: “Burada Ramazan ayı hissettiğin ve yaşadığın kadar var.” Bu, her yer için geçerli olabilir ama burası için daha çarpıcı bir biçimde geçerli bence.

Zorlukların kolaylıkla dengelendiği bir Ramazan

Netice itibariyle, zorlukların kolaylıkla dengelendiği bir Ramazan tecrübesi yaşıyoruz burada. Daha makro ölçekli bir denge de şu olsa gerek ki Kuzey yarımkürenin en kuzey sınırına yakın bur ülkedeki şu şehri bile oruçsuz bırakmıyor Yaradan. Yazıyı Mahmud Erol Kılıç’tan bir alıntıyla nihayetlendirmek istiyorum. Ramazan’da yaşananlar hususunda onu rahatsız eden bir şeylerin olup olmadığı sorusuna şu ince cevabı veriyor Kılıç: “Her şey olması gerektiği gibi. Herkesin Ramazanı var... Hangisine talip iseniz o çıkar karşınıza.” Bizim de işte burada hissederek, hissettirerek yaşamaya çalıştığımız bir Ramazan’ımız var. Allah daha güzel Ramazanlara talip olmayı ve karşımızda bulmayı nasip etsin inşallah.

  19.07.2014

© 2021 karakalem.net, Zeyneb Hafsa