“Türkçe ezanın sebebi hikmeti”

Mete Tunçay ile söyleşi

Mustafa Kemal, Milli Mücadele zamanında kanunla diktatör olmuştu. Onun yönetimine ‘otokratik diktatörlük’ demekte sakınca yok. 1930’larda kendisi de söylüyor: “Bugün gözümü kapasam arkamda bırakacağım manzara diktatörlüktür.”


BU TOPRAKLARDA, ‘TANRI ULUDUR’LU EZANIN minarelerden yükselişinin üzerinden tam 79 yıl geçti. 29 Ocak1932 tarihinde Fatih Camii’nde bir Ramazan ayı Hafız Rıfat tarafından okunmaya başlanan Türkçe ezan 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürdü. 1932 Ramazanı’nda sadece ezan değil, Kur’an, tekbir, hutbe ve salalar da Türkçeleştirilmişti. Başı açık, kravatlı bir şekilde Fatih Camii minaresine çıkan Hafız Rıfat, Türkçe ezanı elindeki kâğıda bakarak okumuştu. Yeni yasaklar çok ciddi takipleri ve cezaları beraberinde getirdi. Demokrat Parti’nin iktidarına kadar ezan Türkçe okundu.

Bu röportaj 2005 yılında Prof. Dr. Mete Tunçay ile ‘Türkçe Ezan ve Dinde Reform’ girişimlerini anlatan bir belgesel için yapıldı. Yaklaşık bir saat süren söyleşinin çok sınırlı bir kısmı belgeselde yayınlanabildi. 1932 Ramazanı’nda başlatılan Türkçe ezan (29 Ocak 1932), Türkçe hutbe (5 Şubat 1932), Türkçe Kur’an (28 Ocak 1932) ve Türkçe tekbir (5 Şubat 1932) uygulamalarının yıldönümü dolayısıyla Mete Hoca’yı aradım ve röportajı yayınlamak istediğimi söyledim. Sağ olsun bizleri kırmadı, eklemeler yaparak ve güncelleyerek röportajı sizlere sunmamızı sağladı.

RÖPORTAJ: MUHARREM COŞKUN



• Hocam, isterseniz ‘Dinin Türkçeleştirilmesi’ veya ‘dinde reform’ girişimlerinin temelinde yatan düşünce nedir, buradan başlayalım...

Ziya Gökalp gibi ideologlar, çağdaşlaşmanın bir parçası olarak “Türkleşmek ve İslamlaşmak” diyorlardı. Tabiî burada ‘İslamlaşmak’tan kastedilen şey, o vakte kadar İslamiyet’i uygulandığı haliyle bırakmak değil, herhalde biraz değiştirmekti. 1928’de ilahiyat fakültesinde bir layiha hazırlanmış, heyete; Köprülüzade, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Halil Halit, Halil Nimetullah, Şemseddin Günaltay, Şerafettin Yaltkaya, Şekip Tunç, Yusuf Ziya Yörükan dahil olmuşlar. Öneriler arasında, camilerde oturacak yer sağlamak, camiye müziği ithal etmek gibi şeyler de var. Fakat bu öneriler herhangi bir somut uygulamaya dönüşmemiş.

Börekçi bile karşı çıktı

• 1928’de somutlaşmamış ama 1932 Ramazan’ında ‘Dinin Türkçeleştirilmesi Projesi’ tatbik mevkiine konulmuş. Ancak daha sonra bu proje de, Türkçe Ezan dışında rafa kaldırılmış. Neden olabilir?

Bana öyle geliyor ki; İslamiyet’te bazı şeylerin reforme edilmesi, değiştirilmesi, çağdaşlaştırılması İslam’a yeni bir güç kazandıracağı endişesiyle bundan vazgeçilmiştir. Atatürk’ün, o meşhur Balıkesir Hutbesi’nde de görüyoruz. “Bu camiler yatıp kalkmak için değil, memleket meselelerini konuşmak içindir” diyor. Bu yöne gidilse, camiler salt dini işlevlerinin dışında, ek işlerde de kullanılacak olsa din de çok güçlenecekti. Oysa halifeliğin 1924’te kaldırılmasından sonra, dinin, devlet denetimi altında tutulması ve fazla güçlenmemesi düşünüldü. Tarikatların etkileri arandı ve onlara karşı sıkı kovuşturmaya geçildi.

• Peki neden din kovuşturulmaya başlandı?

O dönem, özellikle iki dünya savaşı arasında, laikliği seçen ülke sadece Türkiye değildi. Rusya, Meksika gibi başka ülkeler de vardı. Devrin havasında böyle din konusunda mübalatsız bir hava hakim oldu. Mesela 1920’li yıllarda, ressamlar resimlerini teşhir edecekleri yer bulamayınca, Sultanahmet Camii’ni kararlaştırıyorlar, fakat ışık bulamayınca da kubbeden delik açmayı teklif ediyorlar. Toplanan komisyonda sadece Mimar Kemalettin karşı çıkıyor. O da mimari estetik kaygılardan dolayı karşı çıkıyor. Bir mabedi bir resim galerisine çevirmek büyük cüret ama bu bile düşünülmüş o devirde.

• 1932’de yapılan, “dinde reform” muydu, yoksa “dinin millileşmesi projesi” miydi?

1930’larda yapılmaya çalışılan şey, çok daha muhafazakâr. İbadete çağrının diliyle oynamak. Benim çocukluğumda ezan Türkçeydi. Önce “olabilir” dendi. Ardından cezai hüküm getirildi. Atatürk’ün saygın olarak düşündüğü Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi dahi Türkçe ibadet yapılamayacağını söylemiştir. Din adamlarında buna yeşil ışık yakan olmamıştır. Caiz olmadığı fetvası verilince bu yola gidilemedi. Fakat ezanda Türkçe olabileceği düşünülmüştür.

‘Ve emrehu şura beynehum’

İslam güçlenir korkusuyla Türkçe ibadet rafa kaldırıldı.

• Bir devlet hem de yeni kurulmuş bir devlet, onca sorun varken neden din gibi bir olguyla bu denli ilgilenmiştir?

Tek Parti Dönemi boyunca, 1923-1945 arası laiklik, din-devlet işlerinin ayrılması derken, fiiliyatta dinin devlet denetiminde tutulması hedeflendi. Güçlenmesine, yayılmasına, gelişmesine göz yumulmadı. İzin verilmedi. Oysa Milli Mücadele’de dinden çok yararlanıldı. Daha yaygın bir milliyetçilik bilinci olmadığı için, din kardeşliği başlıca tutunum öğesi olarak çok vurgulandı. Mesela Büyük Millet Meclisi çok dindar, başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvara “Birbirinize danışarak yönetin” anlamına gelen (Ve emrehu şura beynehum) ayet asılıdır. Meclis’te Müslüman olmayan tek kişi yok. Sadece birinci grupta değil, ikinci grupta da çok sayıda sarıklı din adamı, ulemaya mensubiyeti gösteren var. Dolayısıyla Osmanlı döneminde olmadığı kadar İslamiyet önem kazanmışken Milli Mücadele yıllarında, ondan sonra hızla bu önem baltalanıyor. Hilafetin kaldırılması da, aslında devletin başında iki başlılık olmaması için. Tek Parti yetkisini paylaşmak istemiyor. Vakıflar da, genel müdürlüklere çevriliyor, denetim altına alınıyor. Devlet, ‘alın vakıflarınız’ dese başka şeyler olur diye endişe ediyor.

• Bunda, “dinin ilerlemeye engel olduğu” inancı mı vardı?

Dinin Türkiye’yi gelişmekten alıkoyan olgu olduğu fikri 19. yüzyıldan beri vardı. Tek Parti tabi sert bir yönetimdi. Her hangi bir muhalefete, gerginliği boşaltacak adıma müsaade etmiyordu.

Atatürk ‘otokratik diktatör’dü

• Mustafa Kemal’in yönetim anlayışına ve diktatörlük yakıştırmalarına ne diyorsunuz?

Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele zamanında kanunla diktatör olmuştu. Diktatör lafı Roma’daki manasıyla Meclis yetkilerini tek başına yönetmek demekti. Tek Parti Dönemi’nin bir baskıcı dönem olduğu, Fransız jakoben modeli gereğince, yukarıdan aşağıya, halkın yararına fakat halka rağmen bir takım şeylerin yapıldığı muhakkak. Mustafa Kemal Paşa’ya, onun yönetimine ‘otokratik diktatörlük’ demekte sakınca yok. Kendisi söylüyor. 1930’larda, “bugün gözümü kapasam arakamda bırakacağım manzara diktatör manzarasıdır. Oysa ben bütün gençliğimde Abdulhamid istibdadına karşı formasyon aldım. Bu ne hazin şeydir” diyor.

• Demokrat Parti’yle birlikte ezan özgürleşti. DP, CHP’den çok mu farklıydı?

Demokrat Parti(DP)’den önce, katı laiklik anlayışından tavizler CHP tarafından verildi. DP, hiçbir zaman laiklik karşıtlığı yapmadı. Sadece ezanı Arapça okumaya izin verdi, o kadar. Said Nursi’yi kovuşturdu. Belki Halk Partisi’nin en aşırı giden yönlerini yumuşattı.

Türkçe ezan Turancılık içindi

• Mustafa Kemal kendini dini bakımdan nasıl görüyordu ya da ifade ediyordu?

Mustafa Kemal kendisinin bir Müslüman değil, “Yaradancı” olduğunu düşünüyor. Müslümanlığı da pek önemsemiyor. Onun Kur’an’ı Türkçeleştirme girişimi de, milliyetçiliği ile ilgili bir şeydi. Turancı milliyetçiler, İslamiyet’i Arap emperyalizmi olarak görüyordu. Atatürk’ün de bu metinleri Türkçeleştirmesinde ben ulusçuluk faktörünü görüyorum.

• Siz kendinizi nasıl ifade ediyorsunuz?

Ben “mümin” değil, kültürel Müslümanım. Agnostikim(bilinemezci). Bu göreneklerle fazla oynanmasından yana değilim. Mesela rahmetli Aziz Nesin, laik cenaze töreni istedi öyle yapıldı, ben kendim için cenaze töreninde bir şeyler okunmasından rahatsızlık duymam.

• Siz ezanın Arapça olmasından rahatsız değilsiniz yani?

Ezan Türkçe olsa ne olur, Arapça olsa ne olur. Bir kesim var, bunlar kendini devrimci ilerici görüyor, bir de dindar kesim var. Bunların değerleriyle oynamak ayrışmayı körükler.


Not: Bu söyleşi, Star Gazetesinin 31 Ocak 2011 günkü nüshasından iktibas edilmiştir.

  2.02.2011

© 2021 karakalem.net, Mete Tunçay ile söyleşi