Sırası gelemeyen sorular

Mehmed Boyacıoğlu

MENHUS ZİHNİYETİN ÜNİVERSİTELERDE BAŞLATTIĞI TESETTÜR yasağı otuz yıla yakındır, şiddeti zaman ve yere bağlı olarak değişse de, sürüp gidiyor.

Kemalist laik kesimin bu yasağa yönelik tavrı bellidir. Onlar bu yasağın devam etmesinden pek rahatsızlık duymuyorlar.

Dindarların da eleştirileri belli birkaç noktada yoğunlaşıyor. Onlar başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu, dinin her alanda yaşanılası bir din olduğunu vurguluyorlar.

Liberal laikler ise meseleye daha çok kişi hak ve özgürlükleri zaviyesinden bakıyorlar. Baskının demokratik bir cumhuriyete yakışmadığını, onun daha çok tepeden inmeci bir anlayışın ürünü olduğunu işliyorlar.

Onların dile getirdikleri bir başka ilginç nokta ise, başörtüsüyle üniversitede okumak isteyenlerin kültürlü burjuva sınıfa dâhil oldukları, dolayısıyla zihniyetlerinin ister istemez değiştiği, bir nevi ehlileştikleri hususu.

Sürüp giden bu yasak bunların dışında bir bakış açısının konuşulup yazılmasını, engelliyor veya öteliyor.

Oysa bu konu çok farklı yönleriyle ele alınması gereken, daha büyük problemlerin bir cüzüdür. Şimdi bu sorulardan bazılarını (bu yazı bir öneri yazısı değildir; sorularla bir meselenin varlığını hissettiğimi haber veriyorum yalnızca) ana hatlarıyla ele alalım.

Kariyer yapan hanımların geç evlenmeleri önümüzde duran bir gerçek. Bir de maddi durumun elverişli olmamasından dolayı evlilik geciktirildiğinde, dünya evine girme yaşının otuzu geçmesi pekâlâ mümkündür. Mustafa Özcan Mısır’da kadınların önemli bir kesiminin 35 yaşına kadar bekâr kaldıklarını yazmıştı. O zamana kadar evlenmeyen, bir erkeğin, feminist deyişiyle, “tahakküm” ve “emri”ne girmeye alışık olmayan birinin o dönemden sonra mutlu bir evlilik yapması ne derecede mümkündür? (Araplar evde kalan kıza ànis -عانس- derler. Normal Arapça kurallarına göre ànise olması gerekirken ànis. Neden? Böyle bir kadın bir nevi erkek sayılır. Türkçe ifade edersek, o bir “hanım ağa”dır.)

Mutlu bir geçimin zorluğundan dolayı, zaten gecikmiş olan evlilik kısa süreceğinden, ailedeki çocuk sayısı da az olmayacak mıdır?

Ve bunun, dünyanın batısında kendini açıkça belli eden, bizde ise işaretleri yavaş yavaş görünen yaşlı nüfus problemini artırıcı bir yönü olmayacak mıdır?

Feminist lobinin baskısından dolayı pek dillendirilemeyen, çocukların Karl Zinsmeister’in deyimiyle “emanet bakım” usulüne göre, anne şefkatinden uzak; kreşlerde ve sözüm ona anaokullarında yetiştirilmeleri problemi gün gibi aşikâr değil mi? Bu medeniyet annelerimizi çalmadı mı? Okullarda ve hayatın daha sonraki aşamalarında insan ilişkileri zayıf olanlar, bu anne şefkatinden mahrum büyüyen kimseler arasından çıkmıyor mu?

Cevabı hazır verilmiş, (İnci Şirvan’ın kulaklarını çınlatalım), ama sorusu üzerinde hemen hiç düşünülmemiş bir husus da kadınların erkeklerle aynı işlerde çalışabilme hak ve özgürlükleridir. Günümüzün otomasyon ve hatta sibernasyon devrinde, Küçük Güzeldir yazarı Schumaher’in tespitiyle; insanların pek azının çalışması ile onların bütün ihtiyaçlarının karşılanması mümkündür. Bu mümkün ise, tam istihdama kadın erkek herkesin çalışmasına ihtiyaç yoktur. Tam istihdam olsa olsa, kaynakları hoyratça tüketilen dünyanın daha da vahşice sömürülmesini netice vermeyecek midir?

Çalışmaya gerçekten ihtiyacı olan annelere, onları evlerinin ve çocuklarının sıcaklığından mahrum etmeyecek büro işleri, özellikle elektronik iletişim çağında bulunamaz mı?

Bizim çalışmaya, üretmeye ihtiyacımız var, zaten iki kişinin çalışmasıyla zor ayakta duruyoruz diyenlere şu söylense yerinde değil midir? Evde kullandığımız eşyaları tasnife tabi tutsak, gereksiz olanları bir kenara ayırsak, onların elde edilmesi için eşlerden birinin maaşı kadar para harcanabildiğini görmeyecek miyiz? İktisadı esas tutan bazı tek maaşlıların eli delik bazı çift maaşlılara borç para verebildiğini gözlemlerimden biliyorum.

Bazı mesleklerde kadının çalışması zaruridir diyenlere de şunu sorarım: Lem’alar’ı açalım. Sünnet-i Seniyye Risalesinde şu cümle geçer:

“Nasılki bir tabîb, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilâf-ı edeb denilmez. Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder, denilir…”(*1)

İslâmcı düşünce (Müslüman olduğu halde, bazı hususlarda Batılı gibi ilerleyememiş olmanın ezikliğini yaşayan düşünce) muvacehesinde fikir yürütülürse, mukadderat-ı İslâm konusunda hassas bir üstadın burada şöyle bir haşiye düşmesi gerekmez miydi? ‘Aziz kardeşlerim, her ne kadar böyle olsa da siz, saliha hemşirelerimizi doktor olmaya teşvik ediniz.’ Biz böyle bir dipnotu orada göremiyoruz. Üstelik Lemaat’ta tersi yönde bir tahşidat görüyoruz.

Bir başka husus, okumaya karşı değiliz, bilgili irfanlı anneyi elbet isteriz. Ancak giderek birer ekmek belgesine indirgenen diplomalar vermekten başka, kızlarımıza hemen hiçbir şey veremeyen günümün okulları ile özlediğimiz irfan; aile ve cemiyet huzuru gerçekleşir mi? Bu konuda alternatif projelerimiz, müfredat programlarımız, pırıl pırıl kitaplarımız var mı?

Sorular daha da uzatılabilir. Ancak, umarım maksat hâsıl olmuştur.

Demem o ki, çok yönlü bir mesele önümüzde duruyor. Birçok sosyal bilimcinin salim kafa ile gözlem yapacakları ve kütüphanelerde sabahlayacakları bakir bir alan…

Allah, iyi niyetle bu meselelere eğilecek olanlara kolaylıklar versin.


  1. Said Nursi, On Birinci Lem’a, Lem’alar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat 1994), s. 59.
  2.   1.09.2010

    © 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu