Bilginin kaynağı

Metin Karabaşoğlu

ÜNİVERSİTENİN YANILMIYORSAM ÜÇÜNCÜ SINIFIYDI. O dönem görmekte olduğumuz ‘Sosyal Bilimlerde Yöntem’ dersi, sınıfın içerisinde ‘bilginin kaynağı’ üzerine günler boyu süren bir müzakereyi tetiklemişti. ‘Bilginin kaynağı nedir?’ sorusu üzerine gelişen bu tartışma aklın gücü ve sınırları, akıl-vahiy ilişkisi, vahyin yeri ve önemi gibi konular üzerine derinlemesine imkânı sağlamıştı bizim için. Onlarca arkadaşla akşama kadar süren tartışmalar, geceleri uykuya tesir eden sessiz düşünme zamanları, ertesi sabah yeniden sınıfta müzakereler derken, günün birinde matematiğin de yardımına başvurarak bulduğum basit bir misal, benim ve birçok arkadaşımın zihninde düğümün tam olarak çözülmesini sağlamıştı. Buluncaya kadar kafamızı çatlatan, ama bulduğumuzda ne kadar ‘basit’ olduğunu düşündüğümüz bir gerçekti ortadaki.

Misal, şuydu: Sıfırı sıfırla toplasanız, çarpsanız, bölseniz, sonuç asla değişmez. Sıfırın sıfırla beraberliğinden elde kalan, ancak sıfırdır. Ancak elinize sıfır değil bir verilmiş ise, siz o birle binlere, milyonlara, milyarlara ulaşabilirsiniz. Aynı şekilde, insan bizatihî bilginin kaynağı ve üreticisi değildir. İnsan bu kadar bilgi ortaya koyabilmişse, bu onun eline verilen ‘bir’ bilgi sayesindedir. Kısacası, vahiy ve vahiyden daha alt derecede olmakla birlikte yine ilâhî menşeli ilham iledir ki, insanlık bunca bilgiye sahip olmuştur. İnsan bilgisinin kaynağı ilâhî menşelidir; insanlık bütün bilgisini, hikmetini, vahiy ve ilham yoluyla, âlemlerin Rabbine borçludur.

Rabbimizin o vakte kadar da okuyor olduğumuz Kitabına daha farklı bir bakışla bakıp daha taze bir imanla okumamıza vesile olan bir sonuçtu bu bizim için. Bu noktada ikna olduktan sonra, müzakerelerimiz ‘talim-i esma,’ yani Âdem’e isimlerin öğretilmesi hususunu da ‘bilginin kaynağı’ sorusu çerçevesinde ele alma noktasına doğru ilerleyecek; sonrasında bütün bir insanlık tarihini, insanlık tarihindeki bütün hakikî ilerlemeleri O’nun ihsanı olarak bilme, tarihe bakışımızı bu çerçevede yeniden şekillendirecektik.

Aydınlanma felsefesini, aklı putlaştıran pozitivist anlayışı merkeze alıp insanlık tarihini sözümona büyü, totem ve tabudan dine, dinden akla diye açıklamaya kalkışan Malinowski gibi kâfirlerin fikirlerinin birbirine eklenmesiyle gelişmiş ‘antropolojik’ duyumlar alan bir sosyal bilimler öğrencisi için bilhassa önemli olan bu keşif, hayatımızın sonrakı safhalarında Kur’ân’la kabiliyetimiz nisbetinde sürekli hemhal olabilme çabamızın ve duamızın muharrik unsuruydu bizim için. Bu izleği takip edince, sadece vahyin değil, vahyin mübelliği ve onun mucibince nasıl amel olunacağının örneği olan Hz. Peygamberin sünnetinin de hayatlarımız için hayatî önemini kavrayıp nefse de anlatmak hayli kolaylaşmış durumdaydı bizim için.

Sonraki zamanlar boyu, Kur’ân âyetleri arasında dolaşırken, bu meseleye işaret eden nice nice âyetler çıktı karşımıza. Kur’ân, İblis’in insanlığa mirası hasedin tahrikiyle kardeşini öldüren Kâbil’in, kardeşi Habil’in cansız bedeni öylece yerin üstünde ne yapacağını bilemez halde bekleşirken, karşısında beliriveren bir kargadan aldığı ‘defin’ dersini haber veriyordu meselâ. Yahut Musa aleyhisselamın hayatındaki büyük dönüşümleri anlatırken, Firavun sarayında ‘prens’ muamelesi gören bir isim iken Allah’ın ‘ulu’l-azm’ bir peygamberi olarak Mısır’a dönüşünde en kritik olaylardan biri olarak Medyen’de Şuayb aleyhisselam olarak tesbit olunan bir peygamberin rahle-i tedrisinde geçirdiği sekiz veya on yıla işaret ediyordu.

Yusuf aleyhisselam kıssası içerisinde geçen ‘küçük’ bir nüktenin de, bilginin kaynağı ve insanlığın gerçekleştirdiği hakikî ilerlemelerin noktasında vahyin yerine atıfta bulunduğunu, yakın bir zaman önce farketmiş oldum.

Kıssada, zindanda yaşadığı dönem içinde âlemler Rabbinin nübüvvet ile şereflendirdiği, bu minvalde rüyaların mesajını tam da olduğu şekilde görme gibi bir nimete mazhar kılınmış Yusuf aleyhisselamın Mısır kralının rüyasını yorumlarken söylediği sözde dikkate değer bir ‘ayrıntı’ sözkonusuydu. Kralın rüyasındaki yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ve yedi yeşil başak ile yedi kuru başakı tabir eden Yusuf aleyhisselam, bunun yedi bolluk senesinden sonra gelecek yedi kıtlık senesine işaret ettiğini bildirirken, ‘yedi zayıf inek’ ile ‘yedi kuru başak’ın haber verdiği kıtlık seneleri için ‘yedi semiz inek’ ile ‘yedi yeşil başak’ın temsil ettiği yedi bolluk senesinde yapılması gerekeni şöyle ifade ediyordu: “Yedi sene âdetiniz üzere ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakın—yiyeceğiniz az bir kısım müstesna...”

Yusuf aleyhisselamın bu rüya tabirinde geçen bir ifade, farkına vardığımda, bir derece ziraatla meşguliyeti olan biri olarak kendime sorduğum bir sorunun cevabını verdiği gibi, daha da ötesine işaret ediyordu.

Önce kendi kendime sorduğum soruyu ele alacak olursak; âlemler Rabbinin her halde ‘istifçiliği,’ Allah’ın nimetlerinden Allah’ın kullarını mahrum etmeye dönük bir gayretkeşliği kırmak gibi bir hikmeti de içerir şekilde koyduğu bir âdetullahı ile, buğday, mısır, pirinç, incir, ceviz.. derken, nice nimet üzerinden yıl geçtikten sonra ya kurtlanıyor, ya böcekleniyor. Böyle bir âdetullah cari iken, hasadı yapılan buğdayların en az sekiz sene nasıl böceklenip kurtlanmadan sapasağlam kalabildiği, bir merak konusu idi benim için. Ama Yusuf aleyhisselamın rüya tabiri, bir zamanlar memleket hatırası olarak devşirip evimize getirdiğim başaklardaki buğdayların öyle sapasağlam kaldığını belki üzerinden on sene geçtikten sonra farkettiğimde gördüğüm bu gerçeğin, temel gıdaların muhafazasında bir yol yordam olarak ilk olarak bir peygamber tarafından öğretildiğini gösteriyordu. Yedi kıtlık senesine hazırlanmakla yaşanacak yedi bolluk senesinde toplanan mahsul için ‘yiyeceğiniz az kısmı müstesna, biçtiklerinizi başağında bırakın’ buyuruyordu zira Yusuf aleyhisselam. Çünkü, ancak bu şekilde bu gıdaların böceklenip kurtlanmadan, bozulmadan muhafazası sağlanabiliyordu.

Temel gıdaları uzun yıllar bozulmadan saklayabilmenin, kıtlık günleri için bir ihtiyat olarak bir kenarda tutabilmenin yolunu, açıkçası, insanlığa bir Peygamber öğretmişti sûreden anlaşıldığı kadarıyla. Böyle bir tedbire imkân veren bilgi, ilâhî ve nebevî bir kaynağa varıp dayanıyordu kısacası.

Açıkçası, ‘sünnet’ sahibi bir peygamberden mahrum halde yaşayan Batılıların aya gitmeyi akıl edebildikleri halde taharet için su kullanmayı hâlâ akıl edemeyişleri gibi uç örneklerin de karşımıza çıkardığı bir gerçek var karşımızda.

İnsanlık, ahiret hayatına bakan her hakikat için olduğu gibi, dünya hayatında gerçekten yararlı her türden ilim ve usulü peygamberlere borçlu kısacası. Dolayısıyla, ‘bilim’den ‘teknik’ üretirken de, peygamberlerin rehberliğine ve öğreticiliğine tabi olması gerekiyor.

Bediüzzaman’ın bilim ve teknolojinin nebevî asıllarına işaret ettiği “Yirminci Söz”ünü, bu ‘küçük ayrıntı’ ışığında tekrar okumaları. Özellikle de, bu risaledeki bu bilgileri ‘kaynağı’nı gözardı ederek ‘tekniğe dönüştürme’ çabalarının yol açacağı dünyevî ve uhrevî arızalara dair uyarıları...

  15.09.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu