Bir celâl tecellisinden payıma düşenler

Mona İslam

RUHUMU DÜŞÜNÜYORUM son demlerde. Onu nefsimden ayırd etmeye çalışıyorum. Üstadın iç içe dairelerini getiriyorum aklıma. Cisim dairesi, nefs dairesi, kalp dairesi, ruh dairesi. Cisme ve ona bağlı hazlara yönelik nefs, bedenle iç içe geçmiş sanki. Beden hareket ettikçe o da ediyor. Beden durdukça nefsin canı sıkılıyor. Zaten nefsin diğer adı da can. Sufiler öyle diyorlar. Bu yüzden canımız sıkıldığında ekseriyetle “nefsimiz sıkılmış” demek istiyoruz. Oysa ruh öyle mi ya! Bazen insanın canının fena halde sıkıldığı durumlarda ruhun felahı var. Devşirilen bir marifet dersi var. Kimi zaman da beden durdukça, ruh daha bir hareketleniyor. Tıpkı rüyalarda yatakta yatan bedene mukabil, yedi cihanı dolaşan ruh gibi. Çoğu zaman ruhun düşünebilmesi için bedenin durması gerekiyor. Durup düşünmek diyorlar buna. Hareket halinde düşünülemiyor.

Nefsten ruha varana dek bir katman daha geçmek lazım. Birincisi kalbin dairesi. Duygularımız, korkularımız, sevdalarımız var burada. Nefis arzularına malzemeyi buradan topluyor aslında. Her sevdayı bir arzu nesnesine çevirip suretler âleminden bir surete odaklayıp, “Aha budur!” diyor nefs. Oysa kalbin sevdaları soyut şeyler. Hikmet gibi, aşk gibi, emniyet gibi. Onların anlamını ruhun dairesine geçmeden bulmak mümkün değil, onları ruh kapmazsa nefs kapıyor adeta. Sizi bir suretin peşine öyle bir takıyor ki, hayatınızı uğruna feda edecek derecede delirtiyor. Oysa ruha bir bakış atabilse insan, kalpteki hissiyatın anlamını söyleyecek ruh. Ancak o bilge kendisine tam yönelinmeden, vereceği himmete tam ihtiyaç duyulmadan ağzını açmıyor. Adeta “Madem suretin peşinde koşuyorsun, git de kendin gör, hakikati neymiş!” diyor. Ne zaman ruhun önünde diz çöker “yardım et” dersiniz, o zaman felaha erersiniz. Nefs ve ruh, kalbi biri sağdan ışık tutarak, diğeri soldan ateş yakarak kontrol altına almaya çalışıyor. Bu yüzden insan kalbinin ne zaman doğruyu, ne zaman eğriyi sevdiğini bilemeyebiliyor.

Ruh âlem-i emirden. Âlem-i emir ise sebeplerin olmadığı, eşyanın sebebe bağlı yaratılmadığı bir âlem. Meleklerin âlemi olan melekutun çatısı sanki âlem-i emr. O size hissiyatınız için sebep olarak sadece Müsebbibü’l-Esbab’ı gösteriyor. Yaşadıklarınızı sadece O’na bağlıyor. Artık ne kendinize, ne de bir başka surete bakıyorsunuz nedensellik için. “Bir celal tecellisiydi bu, sarsıldım. Bir kabz tecellisiydi bu sıkıştırıldım. Bir vedudiyet tecellisiydi bu, avutuldum. Bir Gafur tecellisiydi bu, affedildim” diyoruz. Ruh bize sonsuzluktan bir ışık. Bir anlam bulucu, bir şifre çözücü, bir kurtarıcı. Bu âlemin ne toprağından, ne suyundan, ne havasından, ne de ateşinden o. Sadece ışık. Maddeden tecerrüd etmiş bir nur. Basiret sahibi isek aslında sadece nuru seviyoruz; ve nurun ülkesinden ruhları...

Cisim ruhu bir kılıcın kabzası gibi sımsıkı kavrar. Kabza kabz fiiline işarettir. Ruh cisimle kabz olur. Cisim ister güzel ister çirkin olsun, bu ruha değen bir özellik değildir. Kabzadaki yakut ve zümrütler kılıcın keskinliğine tesir etmez. Kılıcın keskinliği onun maddesinden, ustasının hünerinden, bakım ve bileyinin ihmal edilmemesinden, ve onunla çok savaşılmasından kaynaklanır. Kılıç barış ve sükunet anlarında kında durur. Yalnızca tehlike ve kavga anlarında kından çıkar. “Bir insanı tanımak için onunla dövüşmek lazım, kendimizi tanımak için de kendimizle dövüşmek.”* Bazen karşınızdakini bir kavgaya dek hiç tanımamış olduğunuzu anlarsınız. Kabzasındaki süslere, nakışlara aldanmış, kılıcını Furkan sanmış olabilirsiniz. Oysa o kör bir kılıçtır. Zalimane keser. Hikmetle davranmaz. O zaman anlarsınız ki, bu ruha hiç bakım yapılmamış, paslanmış, köreltilmiş. Onu kılıç ustasından başka kimse temizleyemez hale gelmiş. Bu sebeple insan ruhu en çok savaşırken, cihad ederken inkişaf eder. Rahat, istirahat, atalet, durağanlık, nefse yarasa da ruha yaramaz. Çünkü ruh nur kaynağı olan vahiyden kopmadıkça melekler gibi asla yorulmaz.

Kılıçtan ve kından bahsetmişken, dünyadaki savaştan berzahtaki barışa doğru uzanmamak olmaz. Berzah kılıçların kınlarından, ruhların cisimlerinden kurtuldukları, kabz halinden bast haline çıktıkları yerin adıdır. Oraya nefsi ve nefesi bırakır girersiniz. Artık nefes almaya bile muhtaç değilsiniz. Özgürsünüz. Bu haps-i nefes etmemiş, nefsini gemlememiş olanlar için korkutucu bir tecrübedir. Ömrünce ruhunu yok saymış insan, nefsini ve nefesini geride bırakırken, yok oluyorum sanır. O hevasına bağımlıdır. Ancak hayvani nefs hayatı hava kaynaklı sanır. Oysa yaşam Hayy kaynaklıdır. Hayy ise berzahta dünyadan çok derece daha kuvvetle tecelli eder. Berzah ruhların egemenliğindedir. Nurun ülkesidir. Ruhun evidir. Azrail’in güven veren cebidir. Göz kamaştıran ışıktır. Bu dünyada güneşe bakamayan cisim gözü, berzahtaki ışığa bakamaz tabii. Bu yüzden geride bırakılır. Onun orada işi yoktur.

Ruhun da ihtiyaçları vardır. Allah dışında ne varsa, ali süfli, hepsi rızka muhtaçtır. Ruhun rızkı marifettir. Çünkü nur ancak nurla beslenir. Ruhun ve kalbin derece-i hayatına geçenler herşeyden ziyade marifet ve muhabbetle beslenirler. Sevgiyi hissetmedikleri an ölecek gibi olurlar. Sonra fark ederler ki, nefeslerini tutmuşlardır. Salıverirler o an, ciğerler sevgiyle dolar. Göğüs kafesi genişler, içine âlemi alır, bast eder. Bazılarında ise hava kadar bol sevgi ciğerlerine girememekten olsa gerek, ciğerler kurumaya, alveoller kapanmaya başlar. Allah ne kadar çok sevgi rüzgarı gönderirse göndersin, bunlar fırtına gibi esip gürlese de, ciğerleri kurumuş adamlar büyük bir tehlikeden kaçınırcasına sevgiden kaçınırlar. Onu ciğerlerine çekmek, başlarını döndürür. Onlar oksijensiz solunumla yaşarlar. Sürekli bir gardını almışlık ve korku içindedirler. Daima tehlikededirler. Emniyet nedir, güven nedir bilmezler. Hiçbir şeyi riske atmak istemezler, bu yüzden hiçbir şey de elde edemezler. Tuhaf yaratıkların yaşamı...

Oysa kalp ancak muhabbetsizlikle kriz geçirir. Muhabbet olmadığı yerde kalp ölür. Ciğerlerinizi rızkından mahrum ederek yaşadınız diyelim, ama kalbinizi mahrum etmeye kalkmanız sizi bir daha dirilmemek üzere öldürecektir. O zaman sizin için ahirette de halas olamaz. Çünkü kalp toprağına tek bir çekirdek dahi düşmemişse neyin yeşermesi beklenebilir? Sadece çekirdeğe sahip olanlar ağaç umabilirler. Sevgi ile beslenen kalplerin dışarıya attığı şey de gözyaşları olsa gerek. Öyle ya, bu dünyada herşey girdiler ve çıktılar dengesine oturur. Kalpleri hüşyar adamların gözleri de güler. Onlar sanki sağanak yağmur indiren rahmet bulutlarına benzerler. Gülen gözler kırışır. Ne güzel kırışıklıktır gözleri güldüren! Ne güzel yaşlardır, kalpten göze tazyikle fışkıran! Bir çeşme, bir ab-ı hayattır ağlamak. Yıkanmak, tezkiye olmak. Sevmek, toprağa yakın olmaktır. Çünkü kalp topraktandır. Sevgi sizi hor ve hakir kılar. Zira toprak asla bakmaktır, mebde-i hilkatine, aczine. Sevgi adamı aciz bırakan bir şeydir. Sevgi sizi âlemin üstüne çıkarır, dayanıklı kılar. Sevgi size secde ettirir. Secde sadece toprağa yapılır. Topraktan daha dayanıklı hiçbir unsur yoktur.

Marifete gelince, o elinizden tutar ve sizi adım adım yetkinliğe götürür. Ruh marifet yer içer. Marifet solur. İlim gayrı bilmektir. İrfan kendini bilmektir. Marifet ise Allah’ı bilmektir. O’nu bilmek herşeyi bilmektir. O’nu bilmek, tanımak, aşina olmak, dost olmaktır. Her tecellide bir adım daha yaklaşır insan yetkinliğe. En çok yol aldıranlar celal tecellileridir kuşkusuz. Sizi sarsar, korkutur, ancak “Allah’tan korkun, O size öğretir”** denilmektedir. Demek Allah’ın celalinin gölgesinde oturan takva sahipleri marifetle rızıklanırlar. “İnsana yetkinlikten daha fazla haz veren bir şey de yoktur.”*** Kendisi hayır olanın yolu da hayırdır. Marifet güzel taşlarla döşeli, nurunu Güneşler Güneşinden alan, geniş ve aydınlık bir yoldur.

Yürüyelim, zaten başka çaremiz de yok…


* Dücane Cündioğlu

** BAKARA 282

*** İbn Arabi.

  31.08.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam