Rüya (I)

Editör

BU KÖŞEDE SON BİR AY içinde yazılan bir dizi yazının hitamında, “Güzel bir ayrılış” notu vardı. ‘Güzel’ sıfatıyla da anılsa, ‘ayrılık’ kalblere yeterince hüzün veren bir kelime olmalı ki, bir hikmete binaen yoruma ve mesaja kapalı yazı dizisinin bu en sonuncusunun akabinde bana hüznünü aktaran gönül dostlarımız da oldu, endişesini aktaranları da. Hüzünlenenler ‘evveliyatı’ bir derece biliyor olanlardı, endişe edenler ise iç dünyamda bir ‘kopup gitmek’ feveranı hissedenler...

Halbuki o yazılar, bir kaçış psikolojisiyle, bir kopup gitme feveranıyla, bir son verme arzusuyla yazılmadı. Bilakis, bir başlangıcın, yeni ve taze bir başlangıcın mukaddimesi satırlar idi onlar. Yolu bırakmanın değil, yolda oyalanmayı bırakmanın satırları. Defalarca denendiği üzere, daha yolun başında, daha bir adım bile atılmamışken bunca gıll u gîşın mevcudiyeti gerçeğine binaen, oyalanmadan yola koyulabilmek için ihtiyacı duyulan bir tavzihin dile gelişiydi.

Ve o satırların yazıldığı sıralarda, evet, ‘ümit millî’lerle bir yola koyulmuş durumda idik zaten. ‘Ümit millî’ler ile ve taze bir ümitle...

Bilmeyiz, bu yollarda hep Bediüzzaman’ın yaşadığı türden tecrübeler mi yaşanıyor yoksa zoraki bir özdeşleştirmenin mi peşine düşüyoruz; ama bizim canibimizden, tecrübe ettiklerimiz, Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde tecrübe ettiklerini ziyadesiyle çağrıştırıyor. Bediüzzaman’ın “kendi memleketinde ve İstanbul’da” o kadar âlim, yüzlerce yardımcı varken yapamadıkları; hele kendi tabiriyle ‘delinmemiş kavi benlerin biz olamadığı’ Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de yaşadığı büyük hayal kırıklıklarını...

Buna karşılık, Yeni Said’in Barla sürgününde, ‘ben’lerin ‘biz’e dönüşebildiği o manidar zeminde, zahirde çok daha olumsuz şartlara ve çok daha yetersiz ve zayıf gözüken bir insan malzemesine karşılık gerçekleşenler...

Bilmem Bediüzzaman’ın zahiren bahar İstanbul kışından zahiren kış Barla baharına ‘sürgün’ünde sürgün veren güzelliklerin bir lem’asından bizim de nasibimize yazılmış mıdır?

Ümidimiz o, ve o ümitle kendimizi kendi irademizle çorak zeminlerden sürgün ederek taze bir başlangıcın adımlarıyla meşgulüz.

Bu süreçte, öncelikli hedefimiz, Karakalem’in iki aylık aralıklarla çıkmasını sağlamak. Sonra, iki yıldır inkıtaya uğrayan Karakalem Seminerlerine Ramazan sonunda yeniden başlamak...

Bunlar, evvelce zaten yapıyor olduğumuz, daha doğrusu yapmaya söz verdiğimiz şeyler.

Bunların ardısıra, bir dizi hedefimiz daha var. İlkini, on yıl öncesine dair hüzünlü bir hatırayla, daha önceden ifşa etmiştik esasında. ‘Kırık ama hala yaşayan’ bir hayal, bir rüya, bir ideal, dahası bir ihtiyaç olarak, cemaatî angajmanlardan bağımsız, serâpa hür bir ‘Risale-i Nur araştırmaları dergisi’nin yayınına başlamak...

Risale-i Nur’un usulünü ve üslubunu daha geniş bir zeminde yeniden üretmeye talip Karakalem gibi dergilerin yanısıra, doğrudan Risale-i Nur üzerinde yoğunlaşan bir dergi ihtiyacını yirmi yıl önce de, on yıl önce de hissediyorduk; ve bu ihtiyacın bugün de doldurulmamış surette ortada olduğunun farkındayız.

Risale-i Nur araştırmaları dergisi olmaya aday, daha doğrusu bizatihi bu misyonu ifa ediyor olduğu düşünülen dergiler yok değil. Ama bu dergilerde gördüğümüz aşılamayan kronik zaafları da görüyoruz.

Belli bir cemaatî angajmana sahip olup cemaatî ‘resmî ideoloji’nin sınırları içinde kalmaya mahkum oluşu, ‘araştırma’ ve ‘düşünce’ dergisi olmaya talip bu dergilerin en ciddi handikapı.

İkinci bir zaaf, ‘araştırma’ ve ‘düşünce’ dergisi deyince, ille de akademik dilin kalıpları içinde kalmaya mahkum hissedilmesi. Halbuki, yirmibeş yıllık dergicilik tecrübemiz, yirmi-otuz sayfalık blok yazıların arka arkaya sıralandığı soğuk ve ketum bir dergiye dönüşmeden de bir araştırma ve düşünce dergisinin mümkün olabileceğini bize söylüyor. Nitekim, Allah nasip ederse, hayalini kurduğumuz bu dergi, işte bu imkânı bilfiil sergilemeye aday.

Üçüncü bir zaaf ise, bu dergilerin Risale-i Nur adına düzenlenen değişik sempozyumların sermayesini tekrar tekrar kullanmaktan yahut ‘dışarıdan’ isimlere bir derece zoraki yazı ısmarlamış olmaktan öte bir performans gösteremeyişleri ile ilgili. Halbuki, uzun yıllardan beri değişik vesilelerle tekrarlayageldiğimiz kanaatimiz o ki, Risale-i Nur adına bir düşünce birikimi ortaya konulması ve Risale-i Nur’un mesajının yeniden üretilmesi sözkonusu ise, bunu ancak Risale-i Nur açısından ‘içeride’ olup Risale-i Nur’un künhüne de, ‘dışarı’nın diline de vakıf olanlar başarabilir. Ama Risale dairesinin sözümona ‘dışa açık’ muktedirlerinde, sözünü ettiğimiz bu kıvamla ‘iki kanatlı’ olabilmiş yeteneklere karşı (sebepleri sosyo-psikolojik tahlili hak eden) bir mesafe ve hatta kapalılıktan söz etmek mümkün. Hayalini kurduğumuz Risale-i Nur araştırmaları dergisi ise, diplomatik bir ‘dışa açık’lığın zıddına, sözünü ettiğimiz ‘iki kanatlı’lığa talip olacak.

Şahsen, bu derginin ilk sayısının suretini hayalimde görebiliyorum. Benzer bir hayali gören gönül dostlarının bir kısmından haberdarım. Eminim, bu hayali gören daha nice müstaid dimağ var.

‘Propagandacı’ bir üsluba düşmeden, kuru nakilciliğe girişmeden, akademik dilin soğukluğuna mukabil akıl-kalb ittifakının sıcaklığını da yansıtarak, Risale-i Nur’un ‘şerh, tanzim ve izah’ına öylesine ihtiyaç var ki...

Bütün bunları söylerken, zahirî düzlemde nice imkânsızlığın içinde söylüyor olduğumuzu da belirtelim. Fakat, hayatın bize öğrettiği bir gerçek, imkânların en büyüğünün yüreklerin ta derinlerinde hissedilen ihtiyaç olduğudur. Hissedilen bu ihtiyaç hele ki iştiyak düzeyine çıkmışsa ve hele ki bu iştiyak aşk düzeyinde bir keskinlik ile hissediliyorsa, aşılmaz sanılan engeller aşılır, kırılmaz denilen kabuklar çatlar.

Zamanı gelmiş bir fikri hiçbir şeyin durduramayacağı söylenir. Bunun, bu dergi rüyasının da gerçeği olduğuna inanıyorum.

Bir sonraki yazıda ‘zamanı gelmiş’ başka bir rüyamızı daha konuşmak umuduyla...

--Editör

  17.08.2008

© 2021 karakalem.net, Editör