Gökkubbemiz altında

Mehmet Nuri Eminler*

Birbirimizi bilmenin ötesinde, mutlak hakikatlar dairesi içinde “muarefe etme” vecibesiyle de karşı karşıyayız.

Köprüler kuruldu, geçitler yapıldı, tüneller açıldı . Ufuklar her gün kimbilir kaç renge boyandı; tek gözlerimizin pasını silsin, silebilsin diye...

Kargalar gördük hep beraber, üzülerek ve tiksinerek seyrettik onları; bülbül ötüşlerini işitmeye niceden beri teşneydik.

Ötelerden, erişilmesi pek müşkül zeminlerden kopup geliveren “Bahar” kokuları; “çiçeklerin” gelebilme imkânını ancak bulabildikleri ıtırlar da hisseder gibi olmuştuk. Bizleri rehavete iteleyen--veya aldatan--acaba o bahara ulaştığımızı sanmamız mıydı?

Yıldız yağmuru altında kaldıklarımızı hiç unutabilir misin azizim, ay aydın vakitlerde beraber müzakere, birlikte tefekkür hatıramızda hâla işlidir.

***

Masmavi bulutlar kimi gün aniden külrengi, siyah, koyu gri bulutlarla öyle bir kapanıveriyordu ki, gece oldu sanmamak imkansız. Bir başka vakit ise hep öyle kalacakmış gibi ap açık semamızda martılar uçuşurdu, kırlangıçlar...

Soğuk şimal rüzgarının pencerelere “sille-i te’dip”ler indirdiğini farkettiğimiz anların varlığını şimdi kalkıp inkâr mı edeceğiz? O rüzgâr şaplaklarına hangi ihmalimizin yol açtığını düşünüp bulmaya çalışmak, istikbale ermede pek iştahlı “şeh-rah”ın üzerindeki dikenleri, taşları, ayrık otlarını ayıklamada ise pek faydalı...

Bütün herşeyin rağmına, yine de hep beraber aynı gökkubenin kucağında olma şuurunda değil miydik? Ana şefkatine çok benzer bağrına sığınmamız, belki de acayip rüzgâr darbelerinden bir kaçışın ifadesiydi! Böylesi idrâklere rağmen, biz yine de birbirimizi--kelimenin tam mânasıyla--bilmek, safiyane tek yönlü bir görüşten ziyade, karşılıklı olarak bilişmek zorundaydık.

Mazide öyleydik de şimdi farklı mı olmalıyız? Şimdiyse, o hâle mecbur değil, mahkumuz adeta; geleceğin mimarları dahi o mecburiyeti tam hissedecekler--eğer biz tam misal olabilirsek...

Ne kadar müşkül de olsa, hiçbir “hile-i nefsiye”yi bahane ve mazaret pası kabul etmeden, bu “mecburiyet” bir şekilde becerilmeli...

***

“Biz ne için varız?” deyip bir tarafa çekilmek de çare mi? Asıl marifet, bunun cevabını vermekten öte, yaşayıp gösterebilmekte.

“Biz, birbirimiz için varız!” iddiası, eğer temelsiz ve esas ölçülerin özüne—ruhuna—zıt, subjektif tevillerle birlikte kullanılıyorsa, kendi kendimizi aldatmış olur veya dostlar alışverişte görsün kabilinden bir iş içine girip, havanda habire su döveriz de, bunun farkında bile olmayız

Böylesi bir tavırla, “isitikamet” ve “sıdk” umdeleriyle aramıza fersah fersah mesafe koymuş oluruz ki, onu-bunu kendimize güldürmenin en geniş kanatlı kapısını aralarız; “hulus-u kalp”le bile olsa...

Zira biliriz ki “Yalan üzerine ittifak yalandır.” Doğmamış bebeğe don biçmeye kalkmak ise “harbulla” su taşıma benzeri, “Barla Dağı’nın altın olmasını temenni” kadar bir hamakattir. “Bir dane hakikat...” hikmetine zıt manzaralar çizmek haddimiz mi? Hayalî sütunlar dikmek, altına sere serpe “yayıldığımız” semamızı elbet taşıyamaz.

Şu can alıcı noktayı es geçmek hiç olmaz. Hiç kimse “layuhti”, mâsun veya tam tekmil değil; kulluğun temel esprisine bile zıt olan mefhum, galiba günümüz himmet ehli için en büyük handikaplardandır: “Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.”

Hele, “Bana yar olmayan kimseye yaramasın” hodgâmlığına” düşmek, elimizi soğutan bir büyük kapan değil midir? Böylesi bir kapan ile vehmi “zulüm” hallerinden biri olan “Bir tek seyyie ile binlerce hasenatı örtme” bedbahtlığı yapılan köprüleri, kurulan geçitleri, açılan tünelleri eğer kapamaya kalkışmazsa, bahsedilen “menfi” tavrın izalesi pek kolaylaşır.

Yok, tam tersi bir davranışla o zaafları kul hakkına veya “ kardeşlerin hukukuna” tecavüz olmamak kaydıyla ölçü veya mazeret kabul etme talihsizliğine düşersek, işte o vakit “birbirimizi bilmemiz” bile hangi derde derman olacaktır?

“Mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz. Uhuvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahemeye medar olamaz. Olsa olsa kardeş kardeşe muavin ve zahir olur, hizmetini tekmil eder” daveti aynı gökkubbe altında ter dökenlere seslenir elbet.

***

“Kavanin-i fıtrat”tır; her insanın “her şeyi” bilmesi mümkün değil, ne doğru! Bilenle bilmeyeni denk tutmak ise ilk önce idrakimize ters. “Kendinden menkul kerameti” te’vilsiz kabullenmek, hikmet dünyasına zıt değil midir?

Bunlar böyledir diye “ihtisas” ve “feraset” gibi vâkıları tersyüz etme gafleti kimseye bir şey kazandırmayacağı gibi, olabildiğince, hesapsız-kitapsız irilikte ağırlıklar yükleyebilir vicdana; kişiyi bir yığın vebalin altında yamyassı edebilir!

Hudutları belli bir sahanın hakimi bulunmak akıl ve yürekleri hiç küçültür mü? Ama bu böyledir diye de, meseleleri “hakikatperestlik sıddıkiyeti” penceresine değil, “kendi zaviye”mize uydurma gayreti, gökkubbemizdeki masmavi “zemin”i katran karasına bir bularsa, al başına mesuliyet derdini...

İnsanların yek-diğerine karşı “vefa” hissinin varlığı bir büyük gerçek; bunu inkâr bile, akıntıya karşı kürek çekmekten beter. Ama ilk başta “esas” ve “düstürlara”, şaşmaz mihangin endazesine, mutlak fikirlere vefa ve ittiba olmalı. Kişi, kişilik yahut bir kişilik çemberine değil...

Kaş yapayım derken göz çıkartırcasına, “vefa” kelimesini istismara uğratabilecek bir sözde bırakış -yahut slogan- hem birbirimize, hem gökkubbemize, hem de söylediklerimize “cerbeze” çeşnisi katıp, inandırıcılıktan uzak kılmaz mı?

“Kıymetli hakikatlar zaif ellerde zaif görünür” beyanı dahi sarsamıyorsa bizi, masmavi gökkubbenin göçmesini beklemek bile abesbir iştir.

Önümüzde gidilmesi, erilmesi ve ele geçirilmesi gereken mesafeler ile yollar bulunuyorsa, insana vadileri aşırtan köprüler, dağları oyan tüneller ve o tunelleri açan Ferhat’ların da her zaman var olacağı da bedihi... Yolların sonunun nerelerde bittiğini anlama cehdi, “birbirimizi bilmenin” de eşiğini teşkil eder. Eğer her gönülde ayrı bir aslan yatıp, her kafada ayrı bir ufuk mevcutsa, onlar aynı düzlüğe inme gayreti içindeymiş gibi görünseler bile, herbirisi geçit ve köprüleri ap ayrı niyetler içinde aşıyorlar mânasını taşır bu davranış; öylesi bir halde, orta yerde ne “biz” kalırız, ne de “gökkubbemiz.”

Hadisenin bamteli, belki de şöyle görülmelidir. Varılacak hedefi, zihnimizde bariz kılmak, niyet ve nazar iksirini dürüstçe “ittisal” ettirmek hiç bir bünyede gedik açmaz, hiçbir yarayı deşmez. Aksine köprüleri, geçit ve tünelleri daha dayanıklı kılıp, “şantiye sahasını” kazasız- belasız geçmemizi sağlar.

Önce silikleşip sonra da eriyip gitmemesine dikkat edelim ki, bizleri ayakta tutan “çeşme” ile “yed-i beyza” da odur, öylesi hassasiyetlerdir.

  3.08.2008

© 2021 karakalem.net, Mehmet Nuri Eminler