Hayatı Anlamlandırmanın Ontolojik İnşa Süreci Olarak Risale Okumaları

Harun Pirim

GENÇLERİN VE YETİŞKİNLERİN GENÇLİK ALGILARINA deyindikten sonra, derdi bilirsen deva asandır misali Türkiye’de yaşamış bir genç olarak risale okumalarının benim ve aynı dertlerden muzdarip arkadaşlarımın hayatlarımıza kattığı zenginliklerden bahsetmek istiyorum. Müslüman bir genç olarak örfi bir inancın adeta veraset sistemi gibi kırpılıp şekil değiştirmek suretiyle kulaktan kulağa aktarıldığı bir zeminde sosyal ilişkilerin ve deprem, kaza, hastalık vs. musibet hallerinin yorumlanmasında zorluk çektiğimi söylemeliyim. Her insan gibi benim de iç alemimde çözülmesinin neredeyse imkansız olduğunu düşündüğüm sorularım vardı. Yakın çevremi incelediğim zaman bir çok insanın da benzer dertlerden muzdarip olduğunu ve hakim bir çaresizlik psikolojisi ya da halinden bihaber yaşama gafleti içinde olduklarını fark ettim. Tolstoyun da itiraf ettiği gibi insanların “aralarında kavga ederek başarılı oldukları tek konu sadece birbirlerinden cehaletlerini saklamaktı”1 . Aklım sancı çeken kalbime şifa olamıyordu. Allah’a yönelişimin ciddi saiklerinden birisi böyle bir ruh haline ulaşmamdı. Hayatın bu kadar güzel ve intizamlı gülümsemeleri içinde kendimin bir yerlerde hata yaptığını düşünmeye uzun bir süre devam ettim. Okul derslerinde başarılı olmak, filan şirkette mühendis olmak, falanca üniversitede akademisyen olmak, parası iyi bir iş sahibi olmak, kariyer planlaması yapmak, üst kademelere yükselmek gibi mülahazalar hayatımın amacı olamazdı. Bütün bunlar olsa olsa manidar bir yaşamın içinde uğradığım duraklar olabilirdi. Ben böyle düşünür iken insanların bütün bu durakları amaç edinmiş görünmesi sıkıntımı arttırıyordu. Abraham Lincoln’un “yıllar sonra anlarsınız ki asıl hesaplayıp durduğunuz hayatınızın içindeki yıllar değil, yılların içindeki hayatınızdır” cümlesinin şumülündeydim. Taklidi bir inanç ile sosyal hayatta ubudiyet noktasında sürçmeler yaşamam, hayattaki duruşuma karşı güvenimi sarstıkça sarstı. Tam o noktada anladım ki inanç sistemimin düzelmesi hayatıma hayat olacak tek çözüm. İnanç sistemim nasıl düzelebilirdi? Kimsenin algıladığı bir sözüm ona İslami yaşama tabi olacak kadar koyun değildim artık. Kur’an’ı okuyup anlamaktan başka çarem yoktu. Meal okuma denemelerim olmuştu arkadaşlarımla. Anlamadığım Arapça Kur’an, mealden daha çok içimi ısıtıyordu. Bereket versin ailemden risalelere en azından temas etmişlerin bana da aksettirmiş oldukları koku hala burnumun dibindeydi. Bu koku, Kur’an’ı anlama yönelimimde ablukaya çıktı. Ayrıca bu kokunun hakikat kokusu olduğunu içselleştirmemde yazıları risaleden beslenmiş mütefekkir kalemlerin o dönemde okuduğum kitaplarının da etkisi çoktu. Risaleleri okuyan insanlarla iştirakim o dönemde artmaya başladı. Ne de olsa risalenin dilinden anlamanın, risalenin teklif ettiği seviyelere ulaşmanın en kolay ve hızlı yolu o ehl-i risalelerin yardımını almaktı. Kur’an “bilmiyorsanız bilene sorun” 2 demiyor muydu? Nihayet iç alemimde fark ettiğim boşluk dolmaya başlamıştı. Karşımda inanç sistemimi yeniden inşa edecek Kur’an hazinesini açacak anahtar parlıyordu. “Ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim” 3, kendi nefsimden başlarım diyen, bir ikaz gereken durumda "Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım." 4 diyerek kendi nefsini önceleyen bir arkadaş uslubu vardı karşımda. Risale “Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım!” 5, “Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada,...” 6 diyerek beni olduğum gibi kabul ediyordu. Bütün duygularımı dumura uğratacak bir vaız vermiyordu risale. Risale satırları aklım, kalbim ve diğer duygularım ile adeta arkadaşça sohbet ediyordu. Başıboş olmadığımı vurguluyordu. Sahipsiz olmadığımı haykırıyordu. Ezbere bildiğim imanın altı rüknü birbirini destekleyip gözüme iman gözlüğünü takıyordu. Müellifin tavizsiz hayatı, ömründe hiç bir haksızlığa boyun eğmemesi izzet-i imaniyemi tetikliyordu. Risaleler bir yönüyle yaşanmış bir bilgiydi. Söylemi ile eylemi arasında en ufak bir sapma olmamıştı müellifin. Risaleyi sıksam dürüstlük, hakka tarafkirlik ve halis iman çıkacaktı.

Diğer bir yönüyle risaleler Said Nursi’nin de ötesindeydi. “Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. işte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.”7 diyen oydu. Gerçekten de Risale-i Nur hızla geçen asrın zaman fakiri çocuklarına Kur’an’dan süzülmüş bir hediye idi: “Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır” 8 . Risaleler adeta beni Kur’an iklimine taşıyordu. Kur’an’nın her bir suresinin Kur’an’nın bütününü özet olarak içerdiğini 9, varlıkların yaratılış gayelerinin ne kadar yüksek olduğunu 10, tevhid, haşir, peygamberlik, adalet, kader, miraç, namaz, şer, vesvese, dua, benlik, gibi imani, islami ve insani kavramları incelikle yeniden tanımlayıp, bu konuların derinliğini kabuklarının içine adeta ruh üfleyerek aklıma gösterip yaşamın anlamını resmediyordu risaleler satır satır. Baharın bir çiçek olduğu, hatta cennetin dahi hiç görülmemiş bir çiçek olduğu anlatımı zaman-mekan-kainat-insan-varlık konumlandırmalarımı inşa etmişti bile: “Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir”11. Her şeydeki birlik işaretleri beni bütün varlıklara ve kainat hadiselerine çoktan dost kılmıştı bile. Risale nazarları degiştiriyordu. Yanlış anlaşılmasın, insana bir şekilde kendi iradesiyle alt-üst ettiği bakış açısını şefkat ve hikmetiyle iade ediyordu sadece. Esma-ül Hüsna talimiydi risale okumak. Rahman’ın rahmetinin vasiliğini hissetmek, Gafur’un bağışlayıcılığını anlamak gençlik haletimde günahkarlık psikolojisinin verdiği ümitsizlik kuyusundan çıkardığı gibi, ümidimi hayırlara, güzelliklere kamçılıyordu. Bana verilmiş maddi manevi ne var ise ebedi aleme talip olmak için verildiğini idrak etmek insanlığımın kıymetini, kemalini, terakkisini gösteriyor idi12. Risale-i Nur’un etkisi içinde bulunduğum asrın dehşetinden de kaynaklanıyordu. Bu asırda Allah vardır, cehennem vardır ikazları çok az kişinin aklını başına getirebilir iken dünyevi lezzetlerin akıbetinin hatta peşin neticesinin elem ve sıkıntılar olduğunu göstermek insanın nefsini ve aklını o zehirli ballardan uzak durma noktasında ikna edebiliyor: “Onlar seve seve dünya hayatını ahrete tercih ederler (İbrahim-3) ayetinin işaretiyle, bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevi kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i İmân iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yeganesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücuduna ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenab-ı Hak Gafurü'r-Rahimdir, hem Cehennem pek uzaktır" der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur”




  1. Tolstoy,İtiraflarım,Antik Dünya Klasikleri-17

  2. Nahl-43

  3. 7.Söz-35

  4. 21.Söz-243

  5. 24.Söz-322

  6. 23.Söz-298

  7. 28. Mektup-358

  8. 10.Risale-180

  9. Zeyl’ül Hubab-93

  10. 24.Mektup

  11. 4.Şua-73

  12. 6.Söz

  16.05.2008

© 2021 karakalem.net, Harun Pirim