Gönül yakınlıkları

Mona İslam

“BİRLİKTE İŞ GÖRMEK, KARŞILIKLI DANS etmek gibidir. Aynı anda, uyum içinde hareket etmek durumundaki iki kişi birbirlerine bağımlıdırlar ve zamanla karşılıklı bir iyiniyetin meydana çıkması kaçınılmaz olur” der Goethe Gönül Yakınlıkları adlı romanında. Yazarın evlilik ve aşk üzerine yazdığı ve dört kişinin hayatlarındaki amansız fırtınayı, kaderlerinin neresinde söz sahibi olup neresinde olamadıklarını, çevrenin uyguladığı baskının insanın hayatını nasıl da anlamsızlaştırabildiğini ince ince dokuduğu bir olgunluk dönemi kitabı. Alıntıladığım cümle de kanaatimce bu eserin anahtar cümlesi…

Roman, yeni evli bir çiftin kırlardaki güzel evinde başlar. Geniş arazi, bu araziye boylu boyunca yayılmış muhteşem Almanya doğası, size gözle görülecek kadar yaklaştırılır. Eduard ve Charlotte bu doğa içerisinde, mutlulukla hayatlarını sürdüren bir çifttir. Bir gün Eduard, çocukluk arkadaşı, uzun yıllar birlikte olduğu, birlikte okuduğu, zor günlerinde yanında olmuş Yüzbaşı’dan işsiz olduğuna, hayatının zor bir döneminde yardımına ihtiyacı olduğuna dair bir mektup alır. Sevgili arkadaşına vefa borcunu ödeme zamanıdır. Arazide de onun yardımına ihtiyacı vardır. Ona bir iş teklif etmeye karar verir. Onu yanlarında yaşamaya davet eder; malikane büyüktür, herkese yetecek bol bol yer vardır. Charlotte önceleri buna karşı çıkar. Bu muhteşem doğanın hazzını ancak başbaşa olurlarsa yaşayabileceklerine inanır. Ama Eduard’ın ısrarlarına merhametli kalbi dayanmaz ve izin verir. Yüzbaşı hayatlarına girer.

Eski arkadaşların yıllar sonra birbirini bulması, malikanenin arazisinde yapılacak çok iş olması, beyleri birbirinden ayrılmaz hale getirir. Charlotte’u yalnızlaştırır. Bunun üzerine o da yatılı okulda okumakta olan vaftiz kızını öğretmeninin de önerisiyle yanına çağırır. Henüz okulunu bitirmiş, 18 yaşındaki Ottille malikaneye bir çiçek zerafetiyle gelir, beylerin dikkatini çeker. Ama Charlotte’un istediği gibi Yüzbaşı ile değil, Eduard’la ilgilenir. Charlotte’un kocasını arkadaşının elinden kurtarma girişimi, bu kez çözülemeyecek şekilde düğümlenir. Zira aşk çözülemeyecek kadar güçlü bir bağdır. Charlotte çabalar. Eski hayatını geri ister, ama bir türlü zamanı ters yönde akıtamaz. Bunun için hamile bile kalır. Ama kocası artık onu görmemektedir. Ona baktığında gördüğü, Ottillie’nin hayalinden başkası değildir.

Bu umutsuzluk, teselli vermeye hazır olan Yüzbaşının işine gelir. Ancak Charlotte kolayca vazgeçmeyecek, teselli bulmayacak kadar geleneklerine bağlı bir kadındır. Yüzbaşı ondan istediğini alamaz ve gider. Eduard ise eşinin bebek beklediğini duyunca Ottilie ile ilgili tüm hayalleri suya düşer. Orduya yazılır, evi terk eder. Artık canını savaş meydanlarında riske atarak, hayatının aşksız değersiz olduğunu ispatlama peşindedir. Ottilie’nin zayıf bünyesi de Eduard’ın terk edişine dayanamaz ve ölür. Eduard da peşinden and içtiği şekliyle hayata veda eder. Onlar artık yalnızca mahvolmuş dört hayattır.

Kadınlar ve erkekler arkadaş olmazlar. Hazır medeniyet ne derse desin, bu böyledir. En ‘zarar gelmez’ dediğiniz yakınlaşma, biraz uzatılırsa, orada taraflardan en az birinde bir gönül yakınlığı filiz verir. Bazen bu zahir olur, bazen gizlenir. Ama bu her kayd-ü şartta böyledir. Arzular Anka kuşu gibidirler, her birinin küllerinden yenisi doğar. İnsan hayatında her istediğini elde etmiş, huzur içinde biri bile olsa, nefis kendinde olmayan, arzu edilecek birşeyler bulacaktır. Goethe romanda bize merhamet, vefa, himaye, teselli gibi masum niyetlerle başlayan yakınlaşmaların, çok tatsız sonuçlar doğurabileceğini haber verir. Biz ancak şartları kontrol altında tutabilir; hayatlarımızı, evliliklerimizi, başka hayatlarla bir perde ile, hatta aşılmaz bir duvarla ayırabiliriz. Aksi takdirde içiçe geçmiş, fazla sıkı-fıkı yaşamlarda, biz ne kadar iyiniyetli de olsak, şeytan boş durmaz. Kıskançlıklar, mukayeseler, hayranlıklar, zaaflar bir bir ortaya dökülür. Hayatı çekilmez hale getirir. Bunun yerine, ilişkilerimizin kırılgan olabileceğini, nefsin daima “hel min mezid” (daha yok mu) dediğini, insani zaaflarımız olabileceğini kabullenip, ona uygun şartlarda yaşamak gerekir.

Burada kaba bir tedbirle kadınlar ve erkekleri sosyal hayatta birbirine yasaklamaktan söz etmiyorum elbette. Ailece yenilen akşam yemekleri, çay sohbetleri bahsimizden hariçtir, zira onlarda eşiniz daima yanınızdadır, bunun için ilişkilerde mesafeli olmak her zaman mümkündür. Eşinizin yanında daima bir koruma ve otokontrol altında hissedersiniz kendinizi. Ne siz ne de bir başkası onun yanında fazla yakın davranamaz. Bu yüzden katı bir haremlik-selamlık uygulaması olmalıdır demiyorum. Yaşadığımız dönemin karma sosyal şartlarında herkesin dindar çevrelerden olmayan arkadaşları, komşuları, hatta akrabaları varken bu çok zordur.

Sözünü ettiğim tehlikeli ilişki biçimi şudur ki: Siz bir sanat türünden, diyelim sinemadan hoşlanıyorsunuz; ama eşiniz bu konuda sizin gibi değil. Ailece görüştüğünüz bir başka adam sizin gibi bir sinema tutkunu, ve siz eşinizin de haberi ile, izni ile sürekli sinemaya onunla gidiyorsunuz. (Eşiniz de ne rahat adammış dediğinizi duyar gibiyim!?) Güzel bir film geldi size haber veriyor, uzun uzun filmler ve anlamları, sanatsal içerikleri hakkında sohbet ediliyor, kahveler ard arda içiliyor ve bu ‘arkadaşlık’ süreklilik arz ediyor. Burada bir terslik vardır.

Yahut yine eşinizin bir arkadaşı evliliğinde sorunlar yaşıyor. Karısını başka bir erkeğe şikayet etmekten hoşlanmıyor, yahut bir kadın gözüyle sizden tavsiyeler istiyor. Ancak bu bir değil, iki değil, sürekli bir dert arkadaşlığı, yarenliğe dönüşüyor. Zamanla karşınızdaki adamın sizin için “Karım beni hiç anlamıyor, ama bak anlayan başka kadınlar var” diye düşünmesi kaçınılmazdır. Bu tabii ki iki tarafın da başlangıç itibariyle niyet etmediği bir sonuç, arzu etmediği bir neticedir. Ama uzun vadeli paylaşımlarda istenilmeyen durumlarla karşılaşmak kuvvetle muhtemeldir.

Tam da burada insanın karşısına nefis kısmen haklı bir engel, bir zaruret, bir ihtiyaç, bir gerekçe çıkarır. Yaşamak buzda dans etmekten daha zordur, ve insan derdini, zaafını, üzüntüsünü hemcinsleriyle paylaşmaktan hoşlanmaz. Onlara karşı, bir rekabet damarıyla, kuyruğu daima dik tutmaya çalışır. Ağlamak, dert yanmak, zaaflarınızı ortaya dökmek, teselli bulmak daima karşı cinsle daha kolaydır. O sizi yargılamaz, kendisiyle karşılaştırmaz, daha kolay merhamet eder, hayata sizin bakmadığınız bir yerden bakar ve size daha iyi yol gösterir. Ancak bu şerri hayrından daha çok olan bir alışveriştir. Eğer dertleştiğiniz, hayatı ve ruhunuzu paylaştığınız karşı cins eşiniz değilse, ki bu maalesef bazen mümkün olmaz, işin içinde gönlünüzü bu kadar yaklaştırdığınız birine kapılıp gitmek, romandaki gibi bir sürü hayatı da peşine katıp sürüklemek vardır. Nefis uzun vadeli zararları göremez, kısa vadeli faydaya yoğunlaşır. Ama küçük bir hayır için, büyük bir şer göze alınmaz. Hafizanallah…

Ama diyelim ki dikkat edilmedi, görüşülen kişiler ‘eşimin arkadaşı’ mesabesinde kalmadı, bir hata hasıl oldu, bir gönül yakınlığı doğdu. Böyle şeylere zamanımızda çokça rastlayabiliyoruz. Bildiklerimizin yanına bir de bilmediklerimizi eklersek, manzara vahimdir. O zaman yapılacak şey el’an Charlotte’un öğüdüne kulak vermektir: “Sevdiğimiz bir insandan uzakta, duygularımız ne kadar yoğunsa, kendimizi kontrol altında tutma olanağımız o kadar fazladır; zira tutkumuzun önceleri dışa vurduğumuz şiddetini tamamen kendimize yöneltiriz. Ancak, yokluğuyla başa çıkabildiğimizi düşündüğümüz kişi birden karşımıza çıkarsa, bu aldatmacanın etkisi anında geçer ve o kişi olmadan yaşamak imkansız hale gelir.”

Öyleyse yapılacak şey daima uzak durmaktır. Allah’ın sınırlarında, muhakkak ki sonsuz hayır ve hikmet vardır…

  5.05.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam