I. Hayatın içinde bir nebi

Metin Karabaşoğlu

ONUN HAYATINDAN, ONUN HERHANGİ BİR gününden buraya kadar aktardığımız bütün olayların beraberce bildirdiği apaçık bir gerçek vardır: Peygamber aleyhissalâtu vesselamın her ânı O’nun huzurunda olmanın şuuruyla yaşanmıştır. O her ânında her işten ve her oluştan her vesileyle O’na giden bir yol bize gösterir. Her ânın, herşeyin, her işin ve her oluşun O’nun dilemesi, izni, iradesi, ilmi ve kudretiyle olduğunu da...

Bu bakımdan, şuur ve farkındalık, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın her ânının gerçeğidir. “Susmam fikir, konuşmam zikir, bakışım ibret bakışıdır” dediği üzere. Hem, “Gözüm uyur, kalbim uyumaz” derecesinde. Dahası, “Beni bir an bile nefsimle başbaşa bırakma!” duasıyla...

Bu şuur, bu farkındalık, zihnin ve kalbin bu düzeyde uyanıklığı, bizim böylesi bir hal için kurguladığımız bir ortamda vuku bulmuş değildir yalnız. Kudsî nebînin hayatı ne bir dağ başında, ne de kuş uçmaz kervan geçmez bir inzivagâhtadır. Bilakis, peygamberliğinden önce Hira’da, peygamberliği süresince ise en uzunu on gün süren itikaflarla geçici bir inziva hali yaşamıştır kudsî nebî. Ama gününün büyük kısmı, Ramazan’ın son on günü hariç yılın tamamı hep gündelik hayatın akışı içinde ve insanların arasındadır. Zaten, bizden farklı hayat şartları içinde olan biri, nasıl bizim için bir örnek olabilir, bize bir günümüzü ve bütün ömrümüzü O’nun adına yaşamanın yolunu gösterebilir?

Kudsî nebî, bir günün içinde ya mescidde veya çarşıda ashâbıyla veya evinde aile efradıyla çıkar karşımıza. Kâh çocuklar ve gençlerle söyleşir, kâh hastalar ve yaşlılarla dertleşir halde görürüz onu. Kâh pazarda alışveriştedir, kâh evin içinde hane halkına evin işleri için yardım etmekte, ortalığı süpürüp söküğünü dikmektedir.

O, o destansı hayatını, o eşsiz tefekkürünü, o benzersiz zikrini ve ubudiyetini işte böylesi bir ortamda yaşar. Bildiğimiz türden bir gündelik hayatın içinde. Bir adam yanına gelip de “Yâ Rasûlallah! Bana sıkı sıkıya yapışacağım birşey söyle” diye rica ettiğinde verdiği “Dilin hep Allah’ı zikretsin” cevabının derinliği, gerçekliği ve uygulanabilirliği ancak böylesi bir ortamda apaçık ortaya çıkar çünkü. Bir insandır kudsî nebî, kelimenin tam anlamıyla bir insan: bir baba, bir evlat, bir eş, bir akraba, bir dost, bir meslek sahibi, bir müşteri... Bizim O’ndan ve O’nun esmâsından gafletin gerekçesi kıldığımız bütün bu vasıflar, onun için âlemlerin Rabbini başka bir veçheden bize tanıtan birer penceredir. Mü’minlerin annesi Âişe validemiz ne demektedir: “Resûlullah Allahu Teâlâyı her halinde zikrederdi.”

Kudsî nebînin hayatı, hâşâ, bir rahip hayatı değildir. O, bir manastırda yaşamış da değildir. O, herkesin yaşadığı gündelik hayatın içinde herkese herşeyden O’na giden yolu gösteren bir örnek hayat yaşamıştır.

Meselâ on yaşında iken onu tanımış ve vefatına kadar on yıl boyunca ona hizmet etmiş Enes b. Mâlik’in anlattığı sözümona ‘sıradan’ bir gündelik hayat tablosu, bu açıdan bakıldığında, ne kadar da muhteşemdir. Enes’in babası Mâlik, yıllar önce ölmüştür. Annesi Ümmü Süleym, yıllar sonra Medineli sahabi Ebu Talha ile evlenmiştir. İşte bu evliliğin bir meyvesi olarak kardeşi doğduğunda, Enes onu Peygamber aleyhissalâtu vesselama götürür. Kudsî nebî, çocuğa ‘Abdullah’ ismini verir. Zaten, ilgili hadis esasen çocuklara güzel isim koymakla ilgilidir. Onu taşıyan kişiye, eğer şuurunu gafletle dağıtmazsa her ân ‘Allah’ın kulu’ olduğunu hatırlatacak bir isim olarak Abdullah ise, onun bildirdiğine göre, Allah indinde isimlerin en güzelidir. Ama hadisteki bir ayrıntı, kudsî nebînin günün her ânında herşeyden ona giden yolu nasıl kendisini hayatın bildik akışından soyutlamadan görüp gösterdiğinin nişanesidir. Şöyle der Enes: “Abdullah b. Ebu Talha’yı doğduğu zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme götürdüm. Bebek bir bez içerisinde idi. Yanına vardığımızda, Resûlullah devesine katran sürüyordu.”

İşte Peygamber aleyhissalâtu vesselamı bize yakınlaştıran, bizim için örnek kılan ince ayrıntı: devesine katran sürmekle meşgul bir peygamber. Yani, bütün işini ve gündelik hayatın bütün yükünü başkalarına havale etmiş halde O’nu ve esmâsını tefekkür ve tezekkür ediyor değildir kudsî nebî. Bilakis, bizim ‘dünya hali’ dediğimiz halin içerisinde O’na giden bir yol, bir iz görmekte ve göstermektedir.

Hadisler arasında, böylesi nice ayrıntıyı okuruz. Meselâ, sıcak bir günde, Hz. Ebu Bekir ile birlikte, bahçesini sulamakta olan Medineli sahabilerden birinin, muhtemelen Ebu’l-Heysem b. Teyyihan’ın yanına uğradığını öğreniriz. Mescidin inşası sırasında taş taşıdığını, Hendek kazılırken elinde kazma kürek ashâbıyla birlikte çalışıp yorulduğunu, sefer esnasında ashâbıyla birlikte yemek pişirmek ve ısınmak için odun topladığını... Keza, evinde söküğünü dikerken, evi süpürürken, hanımı Âişe’nin kıskançlıkla kırdığı büyük yemek kabının parçalarını toplarken, kimsesiz dul kadınlarla ve fakirlerle beraber yürüyüp dertlerini dinlerken, kendisine alıştırdığı kuş ölünce hayata küsen yine çocuğu taziye için ziyaret ederken, hastaların yanıbaşında. Hem, yamalı pabuç giyer, sert arpa ekmeği yer, o sıcak iklim şartlarında erinmeden yün elbise giyer halde. Yahut, gözünde bir ağrı zuhur ettiği için mescide gelemeyen genç sahabisi Zeyd b. Erkam’ı ziyaret için onun evinde. Yahut, ölüm döşeğindeki Yahudi gencini onun talebi üzerine evinde; ve o gencin son nefesinde kelime-i şehadet getirmesine karşılık, “Bir kulunu daha cehennem ateşinden kurtaran Allah’a hamdolsun” diye şükreder vaziyette... Yahut, ayı, yıldızları, hurmalıkları ve ekinleri, gündoğmunu veya günbatımını seyreder halde...

Hayatın içinde bir peygamberdir kudsî nebî. Hayatın içinde bir peygamber olduğu için, şu gündelik hayatın içinde bizim ışık saçan kandilimiz, öğretici rehberimiz, yol göstericimizdir.

  6.04.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu