‘Fazla başarı’

Metin Karabaşoğlu

BEDİÜZZAMAN’IN DESTANSI HAYATINI AHİR ZAMAN şartlarında kendi hayatı için bir kılavuz olarak belirleyen herkes için, okuyup geçeceği bir ara durak değil, okuyup kalacağı bir son duraktır “İhlas Risalesi.”

Bediüzzaman’ın, onun için en azından onbeş günde bir okunmalı kaydını koyması, birçok açıdan manidardır. Bu, en başta, hayatın gündelik akışı içinde zihnimize ve kalbimize yazdığımız bu düsturların aşınması riski ve ihtimali yüksek olduğu için böyledir. Hem yine bu tekrar ile, hayatın akışı içinde karşılaştığı yeni olayların da tazyikiyle, daha önce farketmediği noktaları farkeder, daha önce farkettiği noktalarda dahi yeni nüanslar görme imkânı bulur.

Nitekim, Bediüzzaman’ın ‘onbeş günde bir’ vasiyetini ifa ettiğimi söyleyecek durumda değilsem de, İhlas Risalesi’ni her okuyuşumda—hele ki bu okuyuş dünyanın sıkletinin üstüme çöktüğünü hissettiğim zamanlarda ise—daha önce farketmediğim birçok anlam kapısı açılmıştır zihnime.

Meselâ, “Sizlerin kalb, ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat herkeste nefis bulunur...” diye devam eden o harikulâde çift-taraflı tahlili ilk kez keşfettiğim hüzünlü zaman hâlâ gözlerimin önünde. O zor zamanda bu cümleleri keşfetmemiş olsam, “Bu insanlar bile böyle yapabiliyorsa...” deyip, gördüğüm hazin manzarayı hepsi de Risale-i Nur’dan ders almış bu insanların iç dünyasındaki ‘nefis, heva, heves ve asabiyet’ dörtlüsüne değil de ‘kalb, akıl ve ruh’ üçlüsüne mal edip insanlığa küsebilirdim. Dahası, “Bu insanları bundan alıkoyamıyorsa eğer...” diye başlayan bir analizle Risale-i Nur’a da... Ama bu zor zamanda keşfettiğim ilgili İhlas Risalesi cümleleri, hem ilaç niyetine bu risaleyi o zor zamanda ‘onbeş günde bir’den de fazla okumam sonucunu getirdi; hem insanlığa ve Risale-i Nur’a küsmek yerine kendi ‘melek insan, cennet dünya’ tasvirinden vazgeçmem sonucunu...

Şimdi dönüp bakıyorum da; kaç olay var İhlas Risalesi’nden bir nüktedeki sırrı ‘ilmelyakîn’den öte ‘aynelyakîn’ kavramama vesile olan.

Ve yine, dönüp bakıyorum da, yirmi yıldır kaç yazı yazmışım doğrudan İhlas Risalesi’nden aldığım bir derse dair... Kaç olay yaşamışım bu dersi almama vesile olan...

Her okuyuşumda yeni bir nüktesini farkettiğim İhlas Risaleleri’nde yakın bir zaman önce farkettiğim bir nükte ise, ‘fazla muvaffakiyet’ ifadesi oldu. Bugünkü dille konuşacak olursak, ‘fazla başarı’ yani. Birinci İhlas Risalesi’nde, ehl-i hidâyetin ehl-i dalâlete karşı mağlubiyetine yol açan sebepleri irdelerken, “üçüncü sebep” olarak “uluvv-ü himmetin suiistimali”ni anlattığı yerde, daha fazla sevabı daha fazla başarıya endeksleyen bir anlayışın enâniyetin bir yol bulmasına, oradan hubbû câha kapı aralayarak ‘ihlası açırıp riya kapısını açtığını’ belirttikten sonra, şöyle diyor Bediüzzaman: “İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş maraz-ı ruhânînin ilacı şudur ki: Cenab-ı Hakkın rızâsı ihlas ile kazanılır; kesret-i etbâ ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Çünkü onlar, vazife-i ilâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki verilir.”

Sonra da, şu eşit derecede dikkate değer satırlar geliyor: “Evet, bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medâr-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medâr-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı ilâhîye medar olur.”

Sonra da, yine, atlanan bir diğer ölçü: “Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, ‘Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.”

Her cümlesi, bu zamanın mü’minlerinin büyük yarasına bir diğer açıdan neşter vurup tedavi yolunu gösteren bu satırlar içinde, ‘fazla muvaffakiyet’ ifadesinin, dikkatleri bilhassa çekmesi gerekiyor. Zira, ‘başarı’nın, hele ki ‘fazla başarı’nın, yani ‘fazla muvaffakiyet’in ‘tevfik-i ilâhîye muvafakat’ gibi yorumlandığı bir zihin ikliminde yaşıyoruz.

Ehl-i dünya arasında ne şekilde, nasıl ve ne için olduğuna bakılmaksızın başarı nasıl kutsanıyorsa, ehl-i din içerisinde de bir yanlışı eleştirmenin veya bir doğruyu savunmanın karşısına çıkarılan tez, neredeyse her zaman ‘başarı’ oluyor. Şu fiil, ilkesel açıdan yanlış, ama başarılı! O halde? Devam etmeli. Şu kişi, ilkesel açıdan doğru noktada duruyor, ama başarısız! O halde? Dikkate almaya değmez.

Yanlış anlaşılmasın; ‘başarı’yla ihlas; ‘fazla muvaffakiyet’ ile ‘tevfik-i ilâhîye muvafakat’ arasında kurulan doğru orantıya İhlas Risalesi’nin ilgili satırlarının izini sürerek itiraz ederken, ‘başarısızlık’ ile ‘ihlas’ arasında doğru orantı olduğunu iddia ediyor değiliz. Mesele, ‘başarı’ mantığında görüldüğü üzere ‘sonuç’a mı, yoksa ihlasın emrettiği üzere ‘ilke’ye mi odaklandığımız noktasında düğümleniyor. İlkeye odaklanmamıza mukabil başarı geliyorsa, ne mutlu! İlkeye odaklanmamıza mukabil başarı hâsıl olmuyorsa, ne gam!

Aslolan, ‘başarı’yı ihlasın bir göstergesi olarak algılayan Protestan anlayışın Müslüman izdüşümü olmaktan uzak durabilmek...

  25.03.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu