Formül

Metin Karabaşoğlu

SAİD NURSÎ’NİN “ONYEDİNCİ LEM’A”SININ “ONUNCU Nota”sı, Risale-i Nur bahisleri içindeki en müphem ve kapalı bahislerden biri gibi gelir okuyana. Onca senedir bu bahsin izahına dair mektupla, telefonla, e-mail yoluyla aldığım ‘yazı siparişi’ de sanırım bir delilidir bunun. Buna karşılık, bunca zamandır bir cevap yazamayışım da.

Bahse, “Cenab-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şahitlerin ayinelerinde cilvelerini görmek; ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temaşa etmek” için gerek şart olarak şu hususa dikkat çekerek başlar Bediüzzaman: “Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur.”

Bundan sonra, Bediüzzaman, marifetullahın üç tür şahidine dair müşahedesini aktarır. Bir kısmı su gibidir; görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bir kısmı hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Bir kısmı da nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur.

Bu müşahedesini aktarırken, marifetullahın bu üç tür şahidinden her birine mazhar olabilmek için gerekli şartları da sıralar Bediüzzaman.

Meselâ, ‘su gibi’ olanına karşı, hayalâttan tecerrüd edip, külliyetle ona dalması lâzım gelir insanın. “Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez, edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.”

‘Hava gibi’ olanına karşı ise, ağzıyla, ruhuyla o rahmet nesîmine karşı teveccüh etmesi gerekir insanın. “Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkit ile el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.”

‘Nur gibi’ olanına ise, insanın, kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tutması ve gözünü ona tevcih edip beklemesi gerekir. “... bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine malik ve seyyid kabul etmez.”

Bir açıdan, ilgili bahis, yeterince açıktır gerçi. Ama bir başka açıdan, bir o kadar kapalı. Çünkü, ‘marifetullahın şahitleri’ni su gibi, hava gibi, nur gibi diye üç ayrı kısımda tarif eder; ama meselâ hangi tür marifetullah şahidi su gibidir, hava gibi olanına örnek nedir, nur gibi olanına nasıl bir misal gösterilebilir; bahsetmez.

İşte o yüzden ilgili bahis bize kapalı gelir zaten.

Ama, dikkatle bakılırsa, böylesi bir ‘açma ve açıklama’ talebi, böyle bir ‘örneklendirme’ beklentisi, bu bahsin ana mesajını kavrayamama probleminin işaretidir. Tabir caizse, ilgili bahis, “Sen aynanı tut; ötesini fazla kurcalama” derken, bunca açıklama ve örneklendirme talebi, hâlâ daha işin düğümünü kendi aynamızda değil, ‘ötesi’nde arıyor olduğumuzu gösterir. Ve hâlâ daha, marifetullah için bir ‘formül’ arıyor olduğumuzu. Oysa bahsin verdiği mesaj, illâ ki bir formül varsa bunun ‘formülsüzlük’ olduğudur.

Dikkatle bakarsak, Bediüzzaman’ın mahiyet itibarıyla ya suya, ya havaya, ya nura benzettiği üç tür marifetullah şahidini tarif için kullandığı üç fiil, görmek, hissetmek ve tutmaktır. Su gibi olan; görülür, hissedilir, tutulmaz. Hava gibi olan, görülmez ama hissedilir, tutulmaz. Nur gibi olan görülür, ama hissedilmez ve tutulmaz. Yani, bu üç marifetullah nev’i ‘görülme ve hissedilme’ noktasında ayrışırlar; ama üçünün ortak özelliği, üçünün de ‘tutulmaz’ oluşudur. Bu açıdan, ilgili bahsin anahtar kelimesi, ‘tutmak’tır.

Görmek, bildiğimiz göz, yani basar; ve kalb gözü, yani basiret le ilgili bir fiildir. Hissetmek, ruhun sultanlığı ve kalbin vezirliği ve vicdanın nezaretinde, duygular ile gerçekleşir. Tutmak ise, ele ve parmağa bakar. Bediüzzaman da, her üç kısım için, ısrarla ‘elini ve parmağını karıştırma’ diye uyarır durur zaten.

İlgili bahis, marifetullahın akılla başlayıp akılla biten birşey olmadığının ifadesidir bu bakımdan. Marifetullah şayet sadece akıl işi olsa, tıpkı E=mc2 gibi, formül bir kere ortaya konup sağlaması da yapıldı mı herkes kabule mecbur olurdu. Halbuki iman, ‘maddî mizanlarla tartılmaz,’ bilakis bir ‘teklif’ konusudur; zaten o yüzden, mucizeler dahi ‘akla kapı açar, ihtiyarı elinden almaz’ surette gerçekleşmiştir; ve o yüzden, iman ‘cüz’î iradenin sarfından sonra kalbe ilka edilen bir nurdur.’

Yani, marifetullah şahitleri esasında her vakit mevcuttur; ama ancak muhatabın alıcıları müsait ise, meselâ akıl aynasını ve kalb gözünü temiz tutabilmişse, ‘üstünden geçen’ bu şahitler, ‘kalbine gelir ve aklına görünür.’ Marifetullah, insanın parmağıyla ‘yoklayıp’ eliyle ‘tutarak’ elde edeceği, ‘sahip olacağı’ birşey değildir. İnsan, ‘marifetullah’a kavuşma noktasında ‘etken sebep’ değildir. Ama eğer o marifet denizine dalabilirse, su onu tutar; o marifet iklimine yüzünü çevirirse, marifet nesimini yanaklarında ve ciğerlerinde hisseder; ve o marifet nuruna gözünü açarsa, aklı da, kalbi de aydınlanır.

Kısacası, ilgili bahsin verdiği mesaj, özetle, “Vazifeni yap; vazife-i ilâhiyeye karışma” mesajıdır. “Sen aynanı temiz tut; nefsinin üstüne koyduğu yükleri de bırak” mesajıdır.

Bu bakımdan da, zühre-katre-reşha bahsinden ‘Ene’ bahsine, “Onyedinci Söz”den Mesnevî’deki ‘niyete niyet’ bahsine birçok bahis de akılda tutularak verdiği mesaj derinlemesine kavranılabilir.

Ama marifetullah için verdiği formül bellidir. Formül, formülün ‘elimizde’ olmadığını derketmektir...

  15.01.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu