Müslüman ve İngiliz?

Abdülhakim Murad

—Uyan, ey Sonsuzluk Kayasında Uyuyan! Britanya uyan!
(William Blake)

Mallarmé’yi tam anlamıyla, Fransız olmayanların anlayabildiği söylenir, zira onlar onu daha yavaş okurlar. Bu bölümün konusu olan İslâm’a dönenler, yani muhtediler, belki kendilerinin de İslâmî nakilleri okuma noktasında aynı müphem avantaja sahip olduklarını iddia edebilirler. Onları, buna bağlı olan çeşitli sorular bekler: Yeniliğin getirdiği görüş açıklığı, Müslüman terbiyesiyle büyümüş olmamaktan daha önemli olabilir mi? İslâm’ı sonradan benimsemiş olma, kültürel açıdan, Müslüman bir kavmin oğulları olmaktan daha verimli bir hal midir? İslâm kültürü, başlangıçtaki Arap çağından sonraki dinamizmini, kendi etnik dehaları ile önce Farslılar, daha sonra ise bariz bir biçimde Türkler olmak üzere, muhtedilerin enerjisine mi borçludur; eğer öyleyse, Batıda muhtedilerin zuhuru, yaşlı ve yorgun İslâm ümmetinin talihinin daha kapsamlı bir dirilişinin habercisi olabilir mi?

Bu ilginç sorgulara daha sonraki bir tarihte döneceğimi ümit ediyorum. Burada ben, kendimi, benim gibi İslâm cankurtaran sandalına güçlükle tırmanarak binmiş İngilizlerde kendini olabildiğine keskin biçimde gösteren bir hususla sınırlı tutacağım. Bu bölümde gündeme getirmeyi arzu ettiğim daha çetin bir soru şu: bir İngiliz Müslüman nedir? Bu sorgu aidiyet ile ilgili iki problemi gündeme getiriyor. İslâm’a intisap etmiş bir İngiliz olmak ne anlama gelir? Ve, Britanya’ya mensup olan bir Müslüman olmak ne anlama gelmektedir? İkisinin örtüşme bölgesinin haritasını, bir anlam taşıyacak ve her iki terimin koordinatlarına göre meşru olacak tarzda nasıl çizebiliriz?

Açıkçası, ilk tanımdan dolayı, 1.5 milyona ulaşan İngiliz Müslüman nüfusu üç gruba ayrılır. Birincisi ve en az sorunsal olanı, kültürel oluşum itibarıyla İngiliz olmayan, ancak bu ülkeye göç etmiş bulunan erkek ve kadınlardır. Bu deneme onların, muhtediler tarafından ele alınandan epeyce farklılık arzeden, onlara özgü kendini-tanımlama mücadelelerine esas itibarıyla değinmeyecektir.

İkinci grubun içinde, birinci grubun çocukları, bazen de torunları vardır. Bu gruptakiler, genellikle iki dünya arasında parçalanmış insanlar olarak görülürler; oysa gerçekte, İngiliz dünyası onların kalplerini, onların çoğunun kabul ettiğinden daha derin bir biçimde şekillendirmiştir. Modern okul düzeni, gerçeklerin oldukça sade telkinlerine aykırı biçimde, çocuğu eğitme ve bir kültür aşılama işini anne babalardan ziyade okul öğretmenlerine yükleyen bir kültür için dizayn edilmiştir. Bu ülkeye göç etmiş olan Müslümanlar, bu göç işi tam da İngiliz eğitiminin anne babalık işine de giriyor olduğu bir zamanda gerçekleştirmişlerdir; neredeyse hiçbir Müslüman ebeveyn bu gerçeğin farkına varmıyor, oysa bu ülkedeki Müslüman çocukların daima üçüncü bir ebeveyni vardır: Eğitim Bakanlığı. İngilizliği öfkeyle reddetme iddiasında olan ikinci nesil Müslümanlar bile, aslında bu red davasını Batılı muhalefet tarzlarından derinden derine etkilenmiş olan radikalizm tiplerine göre yapıyorlar. Çok farkedilecek biçimde, radikalizmlerini esas itibarıyla manevî bir temelin üzerine değil, çevrelerindeki baskıcı düzenin sosyal ve siyasal reddi üzerine kuruyorlar. Oturmamış ve endişeli mizaçları yakınlarda ihtida etmiş birine hiçbir zaman cana yakın gelmemektedir. Aralarındaki kültürel mesafeye rağmen, birinci göçmenler kuşağının Allah-merkezli dinini bu kuşağın çocuğu veya torunu olan gençlerin problemli, kimlik arayışı içindeki İslâm’ına tercih eden muhtediler, kendilerini birinci kuşağın yanında diğerine nisbetle daha rahat hissediyorlar.

Üçüncü grup ise, bu üç grubun en küçüğü olan ‘İslâm’a dönenler’ veya daha yerinde bir deyimle ‘aslına dönenler’ topluluğudur. Bu grup epeyce farklıdır, ve hakkında anlamlı genellemelerin yapılabilmesi hiç de kolay değildir. Tanım gereği, İslâm’ın hidayet verdiği bir İngiliz, bir biçimde sıra dışı biridir: belki de İngiliz’in meziyetlerinden biri, bu sıradışıların burada daima kabul görmüş olması, veya en azından, onlara şu veya bu düzeyde hoşgörüyle bakılmış olmasıdır. Ne var ki, bir bütün olarak şablon, kafa karıştırıcıdır. Budist, veya evanjelik Hıristiyan, veya Marksist olan İngilizlere dair bazı sosyolojik genellemeler ileri sürülebilir. Ne var ki, bu satırların yazarının yeni Müslümanlarla ilgili tecrübesi, insanların İslâm’ın hakikatine uyanma yollarının neler olduğuna ışık tutabilecek, ayırt edilebilir şablonların bulunmadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu, şablonları sezememe hali, ancak acınacak bir hal olarak tasvir edilebilir; zira, bu şablonların farkına varsaydık, tebliğ gayesiyle onlardan hemen yararlanılabilecekti. En çok söyleyebileceğimiz şey, Biritanya’da İslâm’a dönenlerin bariz bir çoğunluğunun Protestan veya Yahudi bir mazisi olanlardan ziyade Katolikler arasından çıktı-ğıdır. Bu grup içerisinde, benim tecrübelerime göre İslâm’ı seçen yegâne din adamları sınıfı Cizvitlerdir; diğer Hıristiyan tarikatlarının mensubu olup da İslâm’a dönmüş bir tek kişi görmedim.

Bu çok genel ve çok da faydalı olmayan gözlemden başka birkaç şablon sezilebilir, ve bizim hiçbir zaman koordine bir durumda olamamış İslâm’ı yayma gayretlerimiz buna göre ağır aksak bir yol alabilir.

Ne var ki, süreçler ne olursa olsun, ve, önceki bölümde belirttiğim gibi, herhangi bir sosyolojik şablon bulma çabalarını aşan ve onları anlamsız kılan ilâhî takdirin geleneksel istimdatlarını kabul etmede ne kadar hikmetli olabilirsek olalım, İngiliz Müslümanları arasındaki bu üçüncü grup kendini tanımlama noktasında bazı keskin problemlerle yüzleşiyor. İngiliz olan Mısırlı, Endonezyalı veya Hintli Müslümanlar da, belki iki veya üç nesil sonra, yavaş yavaş aynı durumu yaşayacaklar. Kimlik problemleri keskin olabilir: özellikle, ebeveynlerin ümit ve beklentilerine karşı sancılı meydan okumalar zuhur edebilir. Ne var ki, bu süreç, bir muhtediyi tipik biçimde karşılayan ani sarsıntıya kıyasla daha yumuşaktır. Muhtedi için, bu evrenin işaret taşları yavaş yavaş ayarlanmamıştır, tam aksine, işaret taşlarının hepsi bir anda kurulur.

Birçok yeni Müslümanın ilk ve kesinlikle anlaşılabilir tepkisi, bir mutlakçı haline gelmektir. Müttaki Müslümanlar arasında olup biten herşey meleksi gözükür ona; iman dairesi dışındaki herşey ise şeytanî. Bu manzaranın cazibesi, basitliğinde yatar. Muhtedinin üzerinden baktığı yeni ve yeniden-düzenlenmiş görüş açısı, Onlara karşı Biz, kötüye karşı iyi gibi tatmin edici siyah-beyaz terimler içinde görülür.

Bu sabit zihnî tavır bazen ‘convertitis,’ yani ‘muhtedi hastalığı’ biçiminde adlandırılır. Bu, kendine yakalananları epeyce uğraştıran yaygın bir hastalıktır. Allah’tan ki, bu hastalık, hemen hemen daima, vakti geldiğinde zail olup gidiyor. Bu durumun yegâne istisnaları, kadim Mani dininin dünyayı iyi-kötü diye keskin hatlarla bölmesini andıran mutlakçı bir dünya bölümlemesinin sebep olduğu heyecan dalgasının İslâmî takvanın elzem bir parçası olduğunu, hatta biraz manevî önemi de bulunduğunu tasavvur eden zayıf ruhlardır. Böylesi insanlar bir hizipten diğerine dönmelerinden hasıl olan ilk heyecanı yeniden elde etme çabasıyla daima her yeni şeye iştirak ederek hizipten hizibe dolaşmaya mahkumdurlar.

Bununla birlikte, yeni Müslümanların hemen hepsi çok geçmeden bu safhayı da aşar ve işi sonuna kadar götürürler. İnsanların çoğunluğu İslâm’a gerçek manevî veya entellektüel gerekçelerle gelirler ve İslâm içre oldukları sürece arayışlarını devam ettirirler. Hatırlanmalı ki, Müslüman olmak saadete atılan bir adımdır yalnızca. İslâm’ı bir kimliğe ihtiyaçları olduğundan dolayı benimsemiş olan fertler ise, umutsuzca ihtiyaç duydukları özel ve üstün insan olma duygusunu onlara verecek mükemmel bir grubu sürekli arayarak, itizal ve hizip aynaları yüklü koridorlarda dolaşmaya mahkumdurlar.

Ancak, ameller niyetlere göredir. Yüz yıl önce, Anglo-Müslüman hareketinin kurucusu Liverpool’lu İmam Abdullah Quilliam Allah’a ve O’nun resûlüne yönelen İngilizlerin Allah’ın lütfu ile hakka hidayet edileceklerini yazıyordu. Başka herhangi bir gerekçeyle İslâm’a yönelenler ise ciddi manevî problemler içindedirler. Nasıl namaz ibadeti baştaki niyet doğru değilse sahih olmuyorsa, benzer biçimde, İslâm da, ona iman ile Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı samimi biçimde istemedikçe, bize bir fayda vermeyecektir. Eğer hadiseler istediğimiz gibi seyretmiyorsa, eğer namazlarımızdan, dualarımızdan zevk alamıyorsak, eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmaktan ibaret ise, eğer bizi yetiştirecek doğru camiyi ve doğru arkadaşı bulamadığımız açıksa, o takdirde niyetlerimizi ölçüp tartmakla işe başlarsak çok iyi bir iş yapmış oluruz. Biz, kalplerimizi sadece ve ihlaslı bir biçimde Allah’a döndürmek için mi Müslüman olduk? Diğer sebepler: baskı görenlerle dayanışma, bildiğimiz Müslümanlara duyulan hayranlık, bir gruba katılma arzusu, bir kadının aşkı; bunların hiçbiri Allah’ın lütuf ve hidayetini hak eden Müslümanlar olarak hayatlarımızın yeterli temelleri olamazlar. İmam el-Kuşeyrî, mânâ yolunun taliplerinin ‘istedikleri hedefe varmaktan, ancak temelleri ihmal ettikleri takdirde mahrum edileceklerini’ söylemektedir. Bundan dolayı, bizim, nebevî sünnetin izinde imanımıza dikkat etmeye, ve eğer gerekiyorsa, onu yenilemeye ihtiyacımız var. Meşhur bir hadis-i şerif “İmanınızı yenileyiniz” buyurur.

Öyleyse, biz neyiz? İstatistik açıdan, belki elli bin insan. Fakat bir kere geri dönü-lemeyecek bir yola girdiğimizde ve içimizde İslâm’ı hissettiğimizde ve kitapları okumaktan ziyade bizatihî tecrübe ederek İslâm’ın bir itidal, vakar, temkin ve ödüllendirici maneviyat yolu olduğunu kavramaya başladığımızda, bizim kendi kendimizi tanımlamamız tam olarak ne olur? Müslüman olmayan aile ve arkadaşlarla karşılaştığımızda, kendimizi nereye oturtacağız? İslâm’ı büyük bir sır olarak mı addedelim? İnsanların İslâm’dan söz etme konusunda bu kadar kaba olamayacaklarını ümit etmemiz ihtiyatlı bir sıradışılık mı? Veyahut, tam tersine, İslâm’ı üstümüze giydiğimiz bir elbise gibi kabul ederek, Haşirde aleyhimize bir davada bulunmasınlar diye, görevimizin konuşmaları ulvî konulara çekme fırsatını mütemadiyen kollayarak insanları İslâm’la yüzleştirmek olduğuna mı inanalım?

Daha genel olarak, dindaşlarımızdan bazılarının nefes kesen tahminlerinin rağmına, gün geçtikçe daha güçlü ve daha müreffeh olmaya devam eden şu geniş küfür âlemine dair bizim görüşümüz ne? Bunun ne kadarını tasdik etmeli, ne kadarını ise açıktan açığa veya gizlice reddetmeliyiz?

Şüphesiz ki biz, cemiyetin ana mecrasından çekilerek ve yalnızca Müslümanlarla düşüp kalkarak kolay bir yolu seçip bu sorularla meşgul olmaktan kendimizi kurtarabiliriz. Ne var ki, bu o kadar kolay değildir. Biz istihdam olunmaya muhtacız, zira bu Allah’ı hoşnut etmektir; ve yakınlarımızla güzel ilişkileri sürdürmeye ihtiyacımız var, çünkü bu Sünnette de emredilmektedir. Kur’ân, ebeveynleri iman etmemiş olan muhtedilere, “Ve sâhibhumâ fi’d-dünyâ ma’rûfen” (“Onların her ikisiyle de dünya hayatında güzel ilişkiler içinde ol!”)* buyurur. Ve, Sünnet, gayrimüslim ana babaların Müslüman çocukları üzerinde manidar hakları bulunduğunu açıklar.

Ama bundan bile daha manidar olanı, camilerin kapıları dışındaki gerçek dünyadan bize ârız olan problemleri çözebilmek için gayrimüslim cemiyetle düzenli biçimde meşgul olmak zorunda oluşumuzdur. Ne var ki, bunun için, fiilî bir tebliğ yapılmak zorunda değildir. İnsanlar, genel olarak, İslâm’ın sözünü Speakers Corner’da bazı demagogların bağırtısıyla veya bir pikaptaki gezgin dağıtıcı tarafından ellerine zorla tutuşturulan, öfkeyle kaleme alınmış küçük bir broşürü okumakla duymazlar. Onlar, tanıdıkları Müslümanlara dair kişisel tecrübeleri vasıtasıyla hidayete ererler. Bu çok büyük bir oranda işyerinde cereyan eder. Diğer sosyal zeminler bize kapalıdır: birahaneler, plajlar, partiler... Fakat işyeri, Müslümanlar olarak farkedilecek ve değerlendirilecek olduğumuz asıl ortamdır.

Bu, bizim hiç de alışık olmadığımız yeni birşey değildir. İslâm hep önemli ölçüde işle ilgili sosyal etkileşimler vasıtasıyla yayılmıştır. Dünyanın yarısını fethetmiş olan ilk Müslümanlar İskenderiye’nin, Kurtuba’nın veya Fez’in meydanlarında, Hıristiyanlar oralara koşup gelsin de mesajlarını duysun ümidiyle geçici vaaz kürsüleri kurmuş değillerdi. Onlar Hıristiyanlarla iş yaptılar; ve, asaletleri ve davranışlarındaki dürüstlük Hıristiyanların gönlünü fethetti. İşte Müslümanlar tarafından, özelde sûfîler tarafından çağlar boyu takip edilen model budur; bugün de, yapabildiğimiz kadarıyla, işyerlerimizdeki gayrimüslimlerle müstakim ve vakarlı etkileşimler kurarak muhafaza etmemiz gereken örnek budur.

Şayet bu husus açık ise, benim başlangıçtaki sorum bir cevap istiyor. Bir İngiliz Müslüman nedir? O ne tür bir yaratıktır? Diğer İngiliz kimlikleri konusunda insanlar arasında bir konsensüs mevcuttur: İngiliz Anglikan, İngiliz Yahudisi, İngiliz Asyalı Müslüman veya Hindu—bütün bunlar kabul edilmiş kategorilerdir ve çoğunlukla bu gruplar arasındaki etkileşimlere beklenen tepkiyi verecek belirli bir cemaat anlayışı mevcuttur. Buna karşılık, Anglo-Müslüman, genel kabul görmüş bir tip değildir.

Benim kendi inancım odur ki, Anglo-Müslüman hareketinin gelecekteki başarısını, büyük ölçüde, bizim bu kimlik meselesini cevaplama becerimiz tayin edecektir. Bu, esas itibarıyla muhtedileri ilgilendiren bir meseledir, ancak bu sorunun birçok boyutu burada yaşayan, kendilerine ve bu kültüre, tam olarak ne olduklarına dair soracak soruları bulunan ikinci nesil göçmen Müslümanlar için de geçerlidir.

Bir cevap çerçevesi belirlemek için, biraz geriye adım atmak ve sadece küçük bir parçasını oluşturduğumuz İslâm tarihinin daha geniş bir tasvirini gözönüne almak faydalı olacaktır. İslâm’ın genel olarak ticarî fırsatların tebliğ vesileleri olarak kullanılması yoluyla yayılmış olduğundan daha önce söz etmiştim. Bu tablo, din tarihindeki en harikulâde başarı öykülerinden birini oluşturur. Müslüman dünyasının İslâmlaşma yöntemi ile, meselâ, Kuzey ve Güney Amerika’nın Hıristiyanlaşma metodunu karşılaştırın. İslâmlaşma süreci, sûfîlerin ve tüccarların elinde kayda değer bir nezaketle işlemiştir. Hıristiyanlaşma süreci ise, Amerikan yerlilerinin kitle halinde imhası, bu kıyımdan arta kalan ve de kıyımdan haberi olmayan insanların vaftiz edilmesi, ve herhangi bir sapma işaretinin Engizisyon tarafından meş’um biçimde ayıklanması usulünü kullanmıştır. Bundan daha aşırı bir tezadın bulunması imkânsızdır.

Belki de bu tezattan daha az harikulâde olmayan bir husus, bu tezadın tabiî sonucudur: Hıristiyanlaşma Avrupalılaşmayı getirmiştir. İslâmlaşma ise Araplaşmayı getirmemiştir. Püritenlerin veya Conquistadorların Yeni Dünyada inşa ettikleri kiliseler Avrupa’dakilerin kasıtlı birer kopyası idiler. İslâm’ın gönülleri tedricen kazandığı bölgelerde inşa edilen camiler ise birbirinden sonsuz derecede farklıdır, mahallî hususiyetleri yansıtır ve aslında tebrik eder. Hıristiyanlık tarihsel açıdan evrensel bir metropoliten kültür dayatmaya çabalamış evrensel bir dindir. İslâm ise her bölgeye özgü yerel kültürleri mütemadiyen beslemiş olan evrensel bir dindir. Mexico City’deki bir kilise, Salamanca’daki bir kiliseyi insana anımsatır. Nijerya’daki, İstanbul’daki, veya Cakarta’daki bir cami ise, temel veçheler bakımından yerli bölgesel mirasın tevhid akidesiyle arıtılmış ve yüceltilmiş kalıplarını insana anımsatır.

Aynı derecede kayda değer olan bir başka husus ise, Müslüman halaskârların yerel, İslâm-öncesi geleneğin vahyin hakikatleri ile mutlak surette çatışmayan veçhelerine intibak etme kabiliyetleridir. Müslümanlar yeni ülkelere girerken Kur’ân’ın kerem yüklü Evrensel Risalet akidesi ile mücehhez idiler; zira, Kur’ân ‘her kavme bir irşad edici gönderildiğini’ belirtmektedir. Bu durum, necat bulmayı, tarihteki ilâhî bir müdahaleye, Mesih’in Çarmıhtaki kurtarıcı fedakârlığına bağlayan klasik Hıristiyan görüşü ile taban tabana çelişir. Klasik Hıristiyanlıkta, Hıristiyanlık dışındaki dinler şeytanî olarak ve aslî günah işareti altında görülürler. Oysa klasik İslâm, gayrimüslim halkların inanç ve kültürlerinde otantik bir ilâhî mesajın en azından kırıntılarını daima görebilmiştir ve görmeye de istekli olmuştur. Eğer Allah bize her kavmin ilâhî irşad aldığı teminatını veriyorsa, Başkasına biraz lütufla bakabiliriz. Bundan dolayı, biz meselâ Hindistan’da Seyyid Sultan gibi popüler Müslüman şairlerin Krişna’dan bir peygamber olarak söz eden şiirler yazdıklarını görürüz. Böyle bir peygamberin mevcudiyetine dair nihaî bir teolojik delil yoktur, ama böyle bir kabul yine de Kur’ân’a karşı bir ihlal teşkil etmemektedir.

Hindistan’da bulunmamış Müslüman ulema arasında bile, enteresan biçimde Hinduizme dair müsbet değerlendirmeler buluyoruz. Örneğin, Bağdatlı büyük kelâmcı eş-Şehristânî el-Milel ve’n-Nihâl adlı eserinde Hint dinine oldukça sofistike bir kelâmî reaksiyon geliştirebilmek için Hindistan hakkında güvenilir bilgilere ulaşmıştır. Şehristânî Hinduizmin daha yüksek biçimlerinin çok-tanrılı olmadığını kabul etmektedir. Kendisi, Hindularda bir nübüvvet nosyonu bulunmamakla birlikte, ashâbu’r-rûhâniyyât, yani insanoğlunu Gerçek’i sevmeye ve erdemleri yaşamaya çağıran yarı-ilâhî varlıklar adını verdikleri bir [inançları] bulunduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede Vişnu ve Şiva’nın adını örnek olarak anmakta, ve onlardan müsbet biçimde söz etmektedir. Şehristânî, Hinduların özellikle gök cisimlerine; güneşe, aya ve gezegenlere duydukları büyük saygıya vurguda bulunur. Onun bu uygulamalar üzerinde yoğunlaşmasının nedeni, onların Hinduizmi kabul edilebilir bir biçimde bir Kur’ânî paradigma içerisine yerleştirme imkânı veriyor gözükmesidir. Kur’ân, Sâbiîler olarak bilinen, ikinci yüzyılda Mezopotamya’da yaşamış olan, değişik yıldızlara tapan, ama yine de müphem biçimde tek-tanrılı mezheplerden oluşan bir topluluktan epeyce müsbet bir şekilde söz eder. İslâm hukukunda, Sâbiîlere hoşgörü ile bakılır. Yahudî ve Hıristiyanlar kadar imtiyazlı olmasalar bile—bu tutumun İslâm şeriatına yansıyan bir hükmü, onların kadınları ile evlenilemeyeceği ve kestiklerinin yenmeyeceğidir.

Şehristânî birçok Hinduyu açıktan açığa bu kategori içinde kabul eder. Onlar bir Allah’a inanan insanlar olarak hoşgörülebilirler; kendileri, İslâm’la münasip bir şekilde tanıştırılacak, ama eğer reddedecek olurlarsa, yalnızca Allah tarafından cezalandırılacaklardır.

Başka bir örneği Çin’deki büyük Müslüman destanı bize sunar. Müslüman toplu-luklarının ancak kendilerini bir kenara çekilmiş azınlıklar haline getirdikleri ve çoğunluk cemaatleri ile etkileşimi reddettikleri takdirde gelişebileceklerine inananlar, Çin tarihine bakarlarsa iyi ederler. Ming hanedanı döneminde Çin’in yüksek rütbeli devlet memurlarından birçoğu aslında Müslümandı. Meselâ, 1660’da vefat eden Wang Dai-Yu, Çin’in dört dinine, İslâm, Budizm, Taoizm ve Konfüçyanizm’e dair mükemmel bilgisinden dolayı ‘Dört Dinin Üstadı’ ünvanını almış olan bir İslâm alimiydi. Ming İmparatorluğunun deniz kuvvetlerindeki önde gelen birçok amiral, dinini yaşayan Müslümanlardı.

Çin’de camiler, putların bulunmadığı bir namaz salonu ve kaligrafilerinin Kur’ân hattı olması dışında, Çin’in geleneksel bahçe-tapınaklarına çok benzemektedir. Bu camilerden çok güzel olanlarından birine girdiğinizde, bir tablete hakkedilmiş Çince şu sözleri görürsünüz:

“Bilgelerin zihin yapısı ve hakikatleri aynıdır. Dünyanın bütün bölgelerinde, bu zihin ve hakikat birliğine sahip olan bilgeler ortaya çıkar. Batının Büyük Bilgesi olan Hz. Muhammed Arabistan’da, Çin’in bilgesi olan Konfüçyüs’ten uzun zaman sonra yaşa-mıştır. Asırlar ve ülkeler onları ayırmış olsa da, ellerinde aynı zihin ve aynı Hakikat vardı.”

Hindistan ve Çin’den verdiğimiz bu örneklerde, İslâm’ın kendisinin nihaî ve dolayısıyla evrensel bir Allah mesajı olduğu beyanının pratik bir doğrulamasını görürüz. Bir hadis-i şeriften şunu öğreniyoruz: “Diğer nebîler yalnızca kendi kavimlerine gönderildi, oysa ben bütün insanlığa gönderildim.” Bu, Kur’ânî dünya görüşü diğer dinleri bütünüyle yeterli kurtuluş yolları olarak kabul ediyor demek değildir. Aslında, açıktan açığa bunu kabul etmez. Ne var ki, o Müslümana, yeni dünyalar ile karşı karşıya geldikçe, gayrimüslim kültürlerdeki harmanlardan, tabiî ki kötü taneleri reddedip diğerlerini muhafaza ederek, buğday devşirme izni vermektedir. İslâm hukukunda da, bizden önce gelenlerin şerîatlarının (şerâ‘i men kablenâ), İslâm’ın vahyedilmiş bir kaynağı tarafından açıkça neshedilmemiş ise, belirli şartlar altında geçerli hukukî teâmül olarak kabul edilebilecekleri hükmünü görüyoruz. Yine İslâm hukuku, örfün; yani mahallî âdetlere müstenid hukukun otoritesini kabul eder. Öyle ki, bir kanun veya âdet, uygulanışı ile İslâm’ın vahyedilmiş bir prensibi ihlâl edilmiyor ise, İslâmî bir kültür veya hukuka aktarılabilir. Bundan dolayıdır ki, İslâm hukukunun uygulanışının ülkeden ülkeye değişiklik arzettiğini görüyoruz. Eğer bir kadın kocasından yetersiz mehir aldığından dolayı şikâyette bulunursa, kadı onların ait oldukları kültür ve sosyal grup içinde normal kabul edileni referans alacak ve hükmünü ona göre verecektir.

Ümit ederim ki, bu tarihsel gözlemlerin hepsi şu basit noktayı açıklığa kavuşturmaya hizmet etmiştir: evrensel bir din olarak, gerçekte yegâne meşru evrensel din olarak İslâm, kendisini kabul eden halkların hususiyetlerine de yer verir. Geleneksel Müslüman dünyası, hepsi vahiyle vazedilen itikadî ve ahlâkî genel kalıplara olan umumî bir bağlılıkta birleşen bir gökkuşağı; farklı kültürlerin çeşitli büyüklük ve renklerdeki parçalarından dikilmiş olağanüstü bir elbisedir. Başka bir biçimde ifade edersek, vahiy, kültürel hayatın ayrıntıları için tam bir helyograf olmaktan ziyade, parametreler, hudutlar çizer. Mahallî düşünce manzumeleri İslâmîleşir, ama apayrı kalmaya devam eder.

Bu nokta, İslâm düşüncesine veya İslâm tarihine çalışmış olan herkes için aşikârdır. Ben bunu yalnızca, bugünlerde bazı Müslümanlar şiddete reddettikleri için tekrar ediyorum. Allah’a daha yakın olmayı arzu ettikleri için İslâm’a girenlerin, tek bir vahiyle gelen paradigmatik merkezden parıldayarak her yöne yayılan çok biçimli bir İslâm’la hiçbir problemleri yoktur. Ama, İslâm’a bir kimlik arayışı için girenler, geleneksel Müslüman kültürlerinin çeşitliliğini dayanılmaz bulacaklardır. Karışık kimlikleri bulunan insanlar, toptancı çözümlere çekilmektedir. Bugün, nice genç Müslüman, bağlılıkları hususundaki çağrıların çeşitliliğinden ve modernitenin aşırı kompleksliğinden dolayı kendilerini öylesine bir tehdit altında hissetmektedirler ki, meşru addedebilecekleri yegâne İslâm, totaliter, tekil bir İslâm’dır. Onlar için İslâm hukukunun dört mezhebinin bulunması da dayanılmaz birşeydir. Müslüman kültürlerinin meşru bir biçimde birbirinden farklılık göstermesi de, onlar için, bir tür mukaddeslere sövgü hükmündedir.

Camilerimize sık sık uğrayan ve herhangi bir ihtilaftan dolayı bağırıp çağıran bu gençler, ya İslâm tarihinin cahilidirler ya da muazzam bir hata sonucu onu reddetmektedirler. Onlar için, Allah’ın lütuf ve rahmeti, herhangi bir nedenden dolayı, Ümmetin küçük bir fraksiyonu hariç herkesten çekilmiştir. Bu insanlar seçilmiş insanlardır; öyleyse, onlarla vuku bulacak her ihtilaf Allah’a karşı bir sövgü niteliğindedir.

Böylesi kimseleri kolayca ıslah etmeyi ümit etmiyoruz. Tarihimizden veya bizim ilmimizden alınan basit deliller bu işe kâfi gelmeyecektir. Onların ihtiyaç duyduğu şey güven hissidir; bu da, hem İslâm dünyasının hem de Batı şehirlerindeki gettoların kötüye giden durumu gözönüne alındığında, kolayca gerçekleşeceğe benzemiyor. Öyleyse bugün için yapılacak en iyi şey, onların bağırmalarını ve melodramatik, ama sürekli bedbaht faaliyetlerini görmezden gelmektir. Bizim ruhî problemlerimiz onların problemi değildir; onlarınki de hiçbir zaman bizim problemimiz olmayacaktır.

İslâm, çeşitliği tebrik eden bir dindir ve modern kültürün sefilce küreselleşmesi ortamında bile böyle kalmayı sürdürecektir. İngiliz Müslümanları olarak kendi konumumuza dair kafa yormalı, bu hakikat üzerine yoğunlaşmalı; ve hem totaliter aşırı kanadın, hem de diğer bölgesel kültürleri—meselâ yegâne meşru İslâmî ideal kabul ettikleri Pakistan’ın kültürünün—bize ithal etmeye kalkanların protestolarını sessizce ama sebatla görmezden gelmeliyiz.

Ama şimdiye kadar, dişe dokunur herhangi bir cevap önerebilmek için, bu bölümün başında tevcih ettiğimiz soruyu yeniden ifade etmekle ve onun meşruiyetini savunmakla ziyadesiyle meşgul olduk. Artık, bizim kültürel konumumuz ve gelecekteki muhtemel durumlar konusunda zikrettiklerimin kısa bir açıklamasını yapmanın zamanı geldi.

Vurgulamaya çalıştığım gibi, İslâm’ın Britanya’daki varlığı İslâmî bir problem değildir. İslâm evrenseldir ve her yerde yaşanabilir. Bu İslâmî bir problem değildir, ama bir İngiliz problemi olabilir. Kıtalar arasında uzun soluklu bir çoğulculuk geleneğine, yalnızca Avrupa malik değildir. Orta Çağ Asya’sında veya Afrika’sında, Çin’de veya Songhai İmparatorluğunda, veyahut da Mısır’da veya başka bir yerde, genellikle kişi, kendi dininin gereklerini, bu din ne olursa olsun, barış içinde yerine getirebiliyordu. Yalnızca Avrupa’da dinî tek-biçimliliği güçlendirme hususunda sürekli bir politika vardı. Bunun sebebi, elbette ki Kilisenin teolojisinde yatar: İsa’nın fidye vererek kurtarıcı fedakârlığı içinde bir miktar dahliniz olmadıkça, aslî günahın pençesinde ve dolayısıyla şeytanın bir aracı idiniz. Orta Çağın Katoliklerinden, vaftiz edilmeyen çocukların Cehennemde ebedî azap göreceklerine inanmaları bile bekleniyordu. Bu mutlak görüş gözönüne alınırsa, Avrupa’nın sürekli olarak dinî tek-biçimlilik peşinde koşmuş olması çok doğal birşeydi.

Avrupalı dünyanın bir parçası olarak Britanya, tarihi içinde aynı totaliter şartlara duçar olmuştur. Bundan dolayı, bir Müslüman ülkede bir Hıristiyan olmak hep mümkün olmuş ise de, 1812’ye kadar Britanya’da, parlamentodan geçmiş olan Teslis Kanununa göre, bir Müslüman olarak yaşamak kanuna aykırı idi. Buna rağmen, bundan üç asır önce VIII. Henry’nin Üstünlük Kanunu ile, İngiltere kendisini Vatikan doktrinlerine resmen bağlı olmaktan koparmıştı; ve bu zamandan itibaren bir tür dinî çeşitlilik, şiddetli baskılar altında, en azından bir ihtimal olarak da olsa vardı. Gerçekte Britanya, Orta Çağ Avrupa’sındaki dinî gereklere mutlak olarak uyma geleneğini kıran ilk büyük Avrupa ülkesidir. Bugün Britanya’da dışlamacı ve yabancı düşmanı siyasî gösterilerin Kıta Avrupası ülkelerindekilerden daha az yaygın olması belki de bu hakikat sayesindedir. Birleşik Krallıkta Ulusal Cephe çılgın bir aşırı uç partisi iken, onun muadilleri Fransa, Belçika, İtalya, Almanya ve Avusturya’nın bazı bölgelerinde düzenli olarak oyların yüzde 20’sini alıyorlar.

İngiltere Papanın boyunduruğunu attığında, Hıristiyanlığa Kilise Pederleri tarafından sokulmuş bulunan eski anlayış hatalarını sorgulama fırsatları ortaya çıktı. Ama, bu fırsatlar hakkıyla anlaşılamadı. İngiliz Reformu, Müslümanların anladığı anlamda bid’atlerin kökünü kurutmak ve Nâsıralı İsa’nın adı bilinmedik İncil yazarlarının Yunanlaştırıcı gündemleri ekseninde Kilise tarafından tahrifata uğratılmış gerçek dinine geri dönüş amacına değil; tam aksine, Orta Çağ Kilisesinin akide ve ayinlerini yeniden şekillendirme amacına yönelikti. Bundan dolayı, reformcular Havarilerin tevhid akidesine dayalı sade ibadetlerine geri dönmeye çalışmadılar; bilakis, 1549’da yayınlanan Ortak Dua Kitabında büyük ölçüde Orta Çağın teslisçi ve enkarnasyoncu [Hz. İsa’nın Tanrının oğlu olup beşer şeklinde tecessüm ettiğine inanmış] teamüllerine dayalı yeni bir mahallî ayin dili inşa ettiler.

Bununla birlikte, İngilizlerin geleneğe meydan okuma iştiyakı muazzam yansımalara sahip olmak zorundaydı. İncil metinlerinin, yirminci yüzyılın bilimince ortaya çıkarılan istikrarsızlığını anlama noktasındaki eksikliğe rağmen, ilk kez Avrupalılar, özellikle Britanyalılar, Kilise mütehakkimlerinin bid’atlerini sorguluyor ve Allah tarafından peygamberi İsa aleyhisselama indirilen dine geri dönmeye el yordamıyla teşebbüs ediyorlardı.

Reformun dedelerimiz üzerindeki bir yansıması, mistik geleneğin yeniden canlanması idi. Bunun da en aşikâr tezahürü Cambridge Eflâtuncuları idi. İngiliz mistisizmi genellikle mutedil bir türdeydi: Cloud of Unknowing (Bilgisizlik Bulutu) veya Norwich’li Julian’ı hatırlayın. İfratkâr riyazet ustalıkları, veya keşfiyata yahut mucizevi olaylarla haddinden fazla, takıntı derecesinde meşguliyet, İngiliz stili maneviyatın asla bir parçası olmamıştır. Cambridge Eflâtuncuları bu mutedil mistizmde karar kıldılar, ancak mistik ilhamın rasyonel muhakeme ile ve Kutsal Metinlerden türetilen sağlam öğreti ile elele yürümesi gereği üzerinde ısrar ettiler. Özellikle John Locke’u etkilemiş olan bu tavır, tekrar edelim ki, İngiliz stili din anlayışını açığa vurur: derin ama abartılı değil, mâkul ama akılcı değil, kitabî ama metnin zahirî anlamına harfi harfine bağlı bir yorum anlayışından yana değil.

Dinin fıtrî mecrasına yönelik bu temel İngiliz yaklaşımı Orta Çağ Hıristiyan akidesinin merkezî unsuruna, yani Teslise dair ciddi sorular sorulmasına zemin hazırlıyordu. Milton, ve daha sonra bizzat John Locke’ın, Hz. İsa’nın Tanrının oğlu olup beşer şeklinde tecessüm ettiği şeklindeki görüşler için Kutsal Metinlerde ikna edici bir gerekçe bulamayarak gizliden gizliye Uniteryan bir inanca ulaştıkları biliniyor. Locke’ın yakın arkadaşı Newton, şu satırları yazarken, onlardan daha da açık sözlüydü:

“Teslis konusunda sürüp giden evrensel ateşli ihtilafa gelince... Bırakın, yapabilenler, ondan mâkul bir anlam çıkarsınlar. Bana gelince, ben hiçbir anlam çıkaramıyorum.”

İç Savaş dönemi, İsa’nın öğretilerinin Kilise tarafından tahrif edildiğine dair aynı şekilde kaygıları bulunan İngilizleri harekete geçirdi; ki, Üniteryan terimi bu dönem içinde varlık sahasına çıkmıştır. Ne var ki, bu muhalefet geleneği ile yan yana ve çoğunlukla muğlak biçimlerde onunla etkileşim içinde, daha devrimsel nitelikte bir değişim cereyan etti: İslâm’ın Kutlu Peygamberine dair giderek artan bilgilenme.

Orta Çağlılar İslâm’ı görmezden gelmeyi, onun cahili olarak kalmayı tercih etmişlerdi. Onlara göre, Müslümanlar summa culpabilis; yani, hepsi de kınanması gereken bir bütün idiler. Britanya’nın şövalyeleri Haçlı Seferlerinin ön saflarında yer almışlardı. 1147’de belki de 150.000 Müslümanın katledildiği Müslüman Lizbon şehrinin yağmalanması olayı, büyük ölçüde Norfolk ve Suffolk’tan gelen askerlerin işiydi. Ancak, Reformasyonu mümkün kılan aynı sadelik ve dürüstlük arayışı, İngiltere’yi Orta Çağlardaki İslâm imajının sorgulanabildiği ilk Avrupa ülkesi yapmıştır.

Şu anda tesbit edemeyeceğimiz ölçüde, gerek, İslâm’a, gerek Üniteryanizme duyulan aşırı sempatinin, bu aykırı görüş sahibinin asılarak idamına, yerlerde sürüklenmesine ve vücudunun dört parçaya ayrılmasına sebep olabileceği ihtimaline binaen, İslâm hakkındaki yeni bakış açıları gizli Üniteryan hareketi içinde şekillenmiş ve pekişmiştir. Humphrey Prideaux’nun 1697’de yayınlanan ve aşağıdaki çağrıyı yapan nefret dolu kitabının başlığının ima ettiği gerçek budur: The true nature of Imposture, fully displayed in the life of Mahomet ... offered to the consideration of the Deists of the present age (Günümüz Deistlerinin nazar-ı dikkatine sunulmak üzere ... Muhammed’in hayatında tam anlamıyla sergilenen Sahte Peygamberliğin gerçek mahiyeti).

Prideaux bazı radikal Muhaliflerin İslâm’a sürüklenmekte olduklarını açıkça ima ediyordu, ve polemiğini bu yükseliş dalgasını geriye çevirmek için yazıyordu. Ne var ki, bu süreçle ilgili çok daha açık bir içgörü başka bir yazar, sıradışı, farklı bir insan olan Henry Stubbe’den gelecekti.

Stubbe İslâm hakkında müsbet şeyler yazmış olan ilk Avrupalı Hıristiyandır. Gerçekten o kadar müsbet şeyler yazmaktadır ki, yazdıklarından, onun olsa olsa Hıristiyanlık mirasını çıkarıp atmış olduğu ve gizliden gizliye İslâm’ı benimsemiş bulunduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Henry Stubbe, Westminster ve Oxford’da eğitim gördü, Warwick’te doktor olarak çalıştı ve Kral James’in özel doktorluğunu da yaptı. Biyografisini yazan Anthony Wood onu, ‘son zamanların yetiştirdiği, çağının en mümtaz kişisi’ olarak tarif eder. Stubbe, sapkınlık ile suçlandıktan ve bir müddet hapis de yattıktan sonra, 1676’da vefat etmiştir.

Stubbe İç Savaşın çocuğuydu ve Fetret Devrinin manevî kaosu onu babalarından miras kalan Anglikanizmin resmî akidelerini sorgulamaya teşvik etti. Aynı zamanda, kendisi Latince, Grekçe ve İbranice’ye vakıf bir alimdi ve Kitab-ı Mukaddes’e dair yeni eleştirel bilimin eşliğinde, meseleye bütünüyle vâkıftı. Bütün bu kabiliyetleri biraraya gelince ve Oxford’da Arap dili ve edebiyatı alanında Laudian profesör olan Pococke ile dostluğu sayesinde, ondokuzuncu yüzyılın öngörüldüğü, ama onyedinci yüzyılın müsbet hayretini gizleyemediği bir kitap yazdı. Sadece kitabın başlığı bile bunun ipucunu vermektedir: “An Account of the Rise and Progress of Mahometanism, and a Vindication of Him and his Religion from the Calumnies of the Christians” (Muhammedîliğin Doğuş ve Gelişmesinin Hikâyesi; Hıristiyanların Ona ve Dinine Yönelik İsnatlarına Karşı Bir Savunma).

Bu kitap, İsa Mesih’in mesajının Kilise tarafından nasıl saptırıldığını ispatlayan bir bölümle başlamaktadır. Stubbe, İsa aleyhisselamın Hz. Musa’ya gelen şeriata sadık kalmaya devam etmiş olduğunu, ve sonraki nesillerin meselâ domuz etini yemeyi meşrulaştırmak için kendisinin adını kullanabilecekleri fikrinden dolayı dehşete kapılmış olduğunu vurgulamaktadır. Stubbe, meselâ Havariler hakkında şunları söyler:

“Onlar İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna, ezelî tenâsüle, veya ona bağlı olan herhangi bir akideye hiçbir zaman inanmamışlardır, veya dualarını [Allah yerine] İsa’ya tevcih etmemişlerdir, veyahut Ruhu’l-Kudüs’e ya da bir uluhiyeti üç kişinin paylaşmasına [Teslise] inanmamışlardır. ... İlkel Kilise İdaresinin bütün anayasası, Hiyerarşiyle değil, Yahudi Sinagoguyla ilişkilidir. İlk kilise yöneticileri Vaizler değildi, el çabukluğu ile kendilerine iş ayarlayan sıradan kimselerdi ... Vaizin adı sanı da hiç duyulmuyordu.”

Stubbe, Kilisenin ayinlerinin, özellikle de vaftizin ve de Aşâi Rabbanî [İsa’nın eti ve kanı niyetine şarap içip ekmek yeme] ayininin, Hz. İsa’nın vefatından birkaç on yıl sonra Hıristiyanlığa sokulan müşrik âdetleri olduğu sonucuna ulaşır.

Henry Stubbe, Hz. Peygambere ayırdığı dört bölümden sonraki bölümü “Arabistan’ın ve Sarakenlerin [Haçlı Seferleri devrindeki Müslümanların] kısa tarihi”ne tahsis etmiştir. Sekizinci bölüm Hz. Peygamberin savunulmasına, dokuzuncu bölüm İslâm’ın savunulmasına ilişkindir, onuncu bölüm ise cihad öğretisinin ahlâkî gerekliliğini açıklar.

Stubbe’nin yürüttüğü polemikle ilgili niyetleri açıktır: sürekli olarak, İslâm’ın Hı-ristiyanlıktan daha saf ve daha mâkul bir din biçimi olduğunu gösterir. Örneğin, Stubbe, Hz. Peygamberin öğretisini şu şekilde özetlemektedir:

“Muhammedî Dinin özeti şudur; bir yandan insanların inancını, Mantık ve Sağduyu-nun buyruklarıyla çoğu kez tezat teşkil eden, anlamadıkları çok sayıda çapraşık nosyona inanma zorunluluğu ile kösteklemiyor; öte yandan, onlara müşkilatlı, pahalı ve hurafe yüklü birçok Seremoni yüklemiyor. Buna karşılık, İnsanları hem Allah’a hem de İnsana karşı Görevlerinin sınırları içinde tutmanın en emniyetli Yöntemi olarak, onlara Dinî İbadeti hakikî biçimde müşahede etmenin zevkini tattırıyor.”

Birkaç sayfa ileride, Stubbe şunu da ilave eder:

“Haydi önyargılarımızı bir kenara bırakalım: ... Onların İman Esasları az ve yalındır, bu sayede onlar İtizal ve Dalâletten korunurlar, zira Şeriatlarının izahında büyük görüş çeşitlilikleri olmasına rağmen, temel meselelerde görüş birliği içindedirler. Onların görüş ayrılıkları, Hıristiyanların yüzünü bütün dünyadaki bütün Dinlere karşı kara eden, ve aralarında çok yaygın olan Hayrı ve Sevgiyi ihlal derecesine çıkmaz. Allah anlayışları yüce ve asildir, Müstakbel Duruma dair görüşleri Yahudi ve Hıristiyanlarınkine uygunluk arzeder. Dinlerinin manevî veçhesine gelince, ... göreceğiz ki, Hıristiyanla-rınkine göre daha aşağıda değildir. Ve son olarak, onların dinî Vecibeleri yalın biçimde vazedilmiştir. Bu sebepledir ki, onlara gereği gibi uyulur; ki, bu Vecibeler kendi içlerinde de çok mâkuldürler.”

Stubbe, tam bir bölümü, cihadın ahlâkî anlamını göstermek için ayırmıştır. Bu bölüm, bütün kitap içindeki belki de en manidar bölümdür, çünkü İslâm’ın kılıçla yayılmış olduğu yönünde çok eskiden beri devam edegelen bir Hıristiyan takıntısı bulunmaktaydı. Bu bölümde Stubbe, Hıristiyan azınlıkların Müslümanların idaresinde kendi dindaşlarının idaresinde olduğundan daha iyi korunduklarını göstermek için Osmanlı İmparatorluğuna yolculuk yapmış olan seyyahlardan uzun alıntılar yapar. O, örneğin, şunu gözlemlemektedir:

“Açıktır ki, Muhammedîler bileklerinin gücüyle Dinlerini değil, İmparatorluklarını yaydılar ... Hıristiyanlar ve diğer Dinlerin mensupları onların Himayeleri altında barış içinde geçinip gitti ... kaba Yunanlıların bugün, kendi İmparatorlarının hakimiyeti al-tındakinden daha iyi yaşıyor oldukları, teyid edilmiş bir gerçektir. Onlar kendi Prensleri tarafından sürekli öldürülüyor, Halka zorbalıkla davranılıyordu; ama bugün, Vergilerini ödedikleri takdirde bir Eziyet görmeyeceklerinden emin haldedirler. Ve bugün bütün Avrupa’yı Türklere teslim olmaktan alıkoyan şey, Halkın değil, Prensler ve Asilzadelerin Menfaatidir.”

İslâm’ı bu sözlerle övmüş olan Stubbe’in kitabının neşredileceği yönünde neredeyse hiç ümidi ve beklentisi yoktu. Kendisi başka birkaç kitap yayınlamıştır, ama bu kitap 1911’e kadar müsvedde halinde gizliden gizliye süründükten sonra, o tarihte Londra’da yaşayan bir grup Osmanlı Müslümanı onu izbelerde çürüyüp gitmekten kurtarıp neşretmişlerdir.

Bununla birlikte, en azından altı müsvedde, şu veya bu derecede gizli bir surette, elden ele dolaştı. Onlardan en az üçü Saygıdeğer Rahip John Disney’nin özel kütüphanesinde korundu. Disney, 19. yüzyılın başında, açıktan açığa Üniteryanizme dönmekle, yerleşik kiliseyi şoka uğratmıştı. Bazı tarihçiler Gibbon’un da bu eserden haberdar olduğunu düşünürler. Sözgelişi, Stubbe şu mütalaada bulunur:

“Hıristiyanlık herkes tarafından kabul edilen bir din haline geldiğinde, beraberinde, hakim olduğu her yeri istila eden genel bir Barbarlık ve Cehalet baskınını getirmiştir.”

Gibbon ise, bundan kırk-elli yıl sonra yazdığı Decline and Fall of the Roman Empire (Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Düşüşü) adlı eserini şöyle bitirir: “Ben barbarlık ve dinin zaferini tasvir etmiş bulunuyorum.” Bizzat Gibbon’un Teslis akidesi hakkında özel bir kuşkusunun olduğu bilinmektedir.

Stubbe’nin kitabı, söylemiş olduğum üzere, cesur bir öncünün eseridir. Ama aynı zamanda, fetret devrinin dinî istikrarsızlıkları üzerine dikkate değer bir tefekkür niteliği de taşımaktadır. Stubbe, İsa Mesih’in ve Hz. Muhammed’in hayat ve öğretilerini yeniden inşa etmek için modern bilimi kullanmakla, eski akidenin müşkilatlı ve karışık noktalarını sarsan ve son derece iyi yetişmiş bir İngiliz aklı sergilemektedir. Burada, egzotik birşey yerine, kendini dışavuran son derece İngiliz türü bir din görüyoruz. Stubbe maneviyatçıdır, ama hurafeci değildir. O, sadeliği sevmekte; Katolikliğin süslü taş metaforları veya Kral Charles’ın başdöndürücü yüksek Anglikanizmi yerine, caminin sade, Püriten duvarını beğenmektedir. O, sorumsuzluk derecesinde idealist olmaktan ziyade pragmatik olan yararlı bir ahlâk anlayışına değer verir: bu sebeple çok kadınla evliliği tavsiye eder; kanunun dayatmasıyla uygulanan tek-eşliliğin ahlâkî tehlikelerini gösterir. ‘Ten’ hakkındaki geleneksel Hıristiyan kınamalarını tiksintiyle karşılar. Ondan bir asır önce, İngilizler, rahiplerin ömür boyu bekâr kalmaları lehindeki argümanları reddetmiş ve manastır hayatını hem gayrifıtrî hem de asalakça bularak esaslı bir biçimde çürütmüşlerdi. Stubbe’ye göre, Hz. Peygamberin yaklaşımı fıtrata uygundu: kadına duyulan aşk, Allah’a yönelik aşk kadar fıtrî idi. Hz. Peygamber, aynen büyük İbrânî peygamberler gibi, kutsal ve lâdinî aşkın beraberce yürüyebileceğini ve aslında yürümesi de gerektiğini göstermişti.

Bir nesil önce, John Donne hem kadına hem de Allah’a yönelik tutkuların ızdırabını çekmiş, ve nihayetinde, mensup olduğu dinin bu ikisini uzlaştırmaya muvaffak olamayacağını görmüştü. Donne’nin ilk şiirleri İngiliz dilinin en dokunaklı, aynı zamanda duygusal aşk şiirleri arasındadır. Daha sonra, St. Pauls Katedralinin Başrahibi olarak, Cennetten yeryüzüne indiriliş vasıtası ve aslî günahı işleyen unsur olarak tenden feragat etmesi gerektiğini anladı. Bundan dolayı, onun ızdırap verici, trajik manevî kariyeri Allah’a ibadet için tenden feragat ederek, kefene sarılı şiirler kaleme almak suretinde tecelli etti. Donne’nin yüce Müslüman kalbi, ruh ve bedeni ezelden beri savaş halinde kabul eden bir teolojinin kırık diyalektiği içerisinde esir kaldı.

Stubbe, cihadı ele alırken de, özelde İngiliz pragmatizminin izlerini tasvir eder. Kendisi İslâm’ın adil savaş müessesesini bir yaklaşım olarak kabul etmenin de ötesinde, meçhul Yeni Ahid yazarlarının yavan ve sorumsuz pısırıklığı olarak kabul ettiği şeyle karşılaştırarak, onu övmektedir. Stubbe savaşı yaşamış olan; dünyada pasif ızdırap yoluyla, vurana öbür yanağını çevirme yoluyla çözülemeyecek olan bazı adaletsizliklerin bulunduğunu bilen bir nesilden gelmiş bir İngiliz beyefendisiydi. O, İç Savaşta, haklı bir insanın bazen kılıcın yükünü adil bir biçimde çekebileceği kanaatine ulaşarak, Cromwell ile birlikte Parlamentonun yanında yer almıştı. Cromwell’in hayranı olan bu adam, Hz. Peygamberin de hayranı olmuştur. Ona göre, Hz. Muhammed yabancı, egzotik bir şahsiyet değildi. Hz. Muhammed’in mutedil Allah’ın hakimiyetindeki insan hayatı vizyonu, onyedinci yüzyıldaki medenî bir İngilizin elzem ve uygun olduğunu düşündüğü şeye tamıtamına uyuyordu. Başka bir deyişle, Stubbe’nin eserinde biz, Hz. Muhammed’in bir İngiliz Peygamberi olarak müdafaasını görüyoruz.

İslâmî itidal ve sağduyunun İngiliz mizacına yakın oluşu hakkında söylenebilecek daha çok şey var. Ne acıdır ki, İngiltere’de Muhalefetin doğuşu, sarhoş edici zirvesine Kraliçe Victoria ve Edwardyenler döneminde ulaşan milliyetçilik ve yabancı düşmanlığının doğuşu ile aynı döneme tevafuk etmektedir. Böylesi Anglo-merkezli ve açıkça ırkçı prensiplerin zirvede olduğu bir çağda, İslâm’a duyulan sempati daha da geriye çekilen bir imkân halini almıştır. Ancak, bunun istisnaları vardı. Bunlardan, hemen hemen bütün İngiliz entellektüelleri içindeki en meşhuru, Carlyle idi. Carlyle, iki asır önceki Stubbe gibi, ne Teslis takıntıları ile ne de maddî ilerlemenin insan mutluluğunu temin etmedeki yeterliliği hususundaki modern vehimlerle aklını meşgul etmemiş hür ruhlu biri idi.

8 Mayıs 1840’da Portman Meydanındaki sıkıcı, havasız bir konferans salonunda, Londra’nın entellektüel eliti Carlyle’ın Hz. Muhammed’in hakkındaki konuşmasını işitiyorlardı. Onlar Carlyle’dan alışıldık türde bir hakaret ummuşlardı; ve bu yüzden, onun Hz. Peygamberi bir kahraman; fedakârlıkları kavmine fıtrî bir deizm getirmiş olan, maddeci Victoria Çağı İngiltere’sine öğretecek çok şeyleri bulunan bir kahraman ve maceracı bir şahsiyet olarak yücelttiğini gördüklerinde, hayrete düştüler. Konuşmanın en can alıcı noktası ise, şu sözlerin haykırıldığı andı:

“Kâr ve Zarardan başka fazileti olmayan Benthamcı Yararcılık, Allah’ın arzını ölü bir vahşî istim makinesine indirgemektedir ... eğer bana, bu Kâinatta İnsanla ve onun Akıbeti ile ilgili daha sefil ve daha bâtıl görüşü kimin, Muhammed’in mi yoksa onların mı dile getirdiğini sorarsanız, ben ‘Hayır, Muhammed değil!’ diye cevap veririm.”

Bu sözler zehir gibi içine işleyen John Stuart Mill aniden ayağa kalktı ve bağırdı: “Hayır!”

Carlyle “Peygamber olarak Kahraman” üzerine konferans veriyordu; ve tekrar edelim ki, burada İngilizlerin, İslâm Peygamberinin daha müsbet bir biçimde takdir edilmesine ilham veren, Britanya İmparatorluğunun oluşumunu mümkün kılmış olan güç kullanımına yönelik İngiliz realizmini görüyoruz. İslâm’a yönelik bu büyük Hıristiyan körlüğü, yalnızca tek tip bir mükemmelliğe; yani, insanlara ‘vurana öbür yanağını göstermeyi’ öğreten ve “Şerli birine direnmeyiniz” diyen pasifist İsa’nın mükemmelliğine inanmış olmalarıydı. Böylesi bir imaj ile beslenen zihinler için, kahraman-Peygamber, kavranılması güç bir şahsiyettir. Tabiî ki Uzak Doğuda böylesi bir zihinsel engel yoktur. Savaş sanatlarının geliştirilmesi ve maneviyat, elele gitmiştir. Kadınları yönelik aşk, bu ahlâk manzumesinin elzem bir parçası olarak görülüyordu. Özelde, dürüst bir kılıç silahşörü ve bir düşünür olmakla kadınlara karşı büyük bir aşk duymayı birleştiren samuray geleneği, meselâ bir Japonun, İslâm Peygamberinin özgün dehasını ve büyüklüğünü anlamada fazla zorluk çekmemesini sağlar. Oysa Hıristiyanlar için, Orta Çağların ilk dönemlerindeki, İspanya ve Filistin’deki Müslümanlardan öğrenilmiş bulunan şövalyelik etiği bunu hayal meyal ima etse de, böylesi bir model mevcut değildir. Ne var ki, Haçlı şövalyeleri için bile, bekârlık ideali çoğunlukla kabul edilmiştir: Bunun bir örneği, Kutsal savaşçılığın önemini kavramada İslâm’dan yeteri kadar etkilenmiş bir keşişler tarikatı olan, ancak İslâm’ın bekârlık noktasındaki duruşunu hiçbir zaman anlayamayan Tapınak Şövalyeleridir.

Carlyle ile birlikte, Peygamber olarak Kahraman, veya Kahraman olarak Peygamber, kendisini İngiliz aklı için güvenilir tip olarak ifşa eder. Halkı için savaşmak maksadıyla silahlanmak için pasifizmi aşmış olan Hz. Peygamberin ahlâkî yüceliği hususundaki ısrarı, daha sonraki dönemde en azından bir İngiliz yazar tarafından anlaşılmıştır: George Bernard Shaw. Shaw’a göre, aynen Carlyle’da olduğu gibi, Hamlet’in şu sorusuna verilecek doğru cevap konusunda hiçbir şüphe yoktu:

“Mantıken, insafsız talihin sapan ve oklarından sıkıntı çekmesi mi, yoksa bela denizine karşı silahlanması ve onların karşısında durması mı daha asil bir davranıştır?”

Edmund Burke, “Kötülüğün başarılı olması için iyilerin birşeyler yapmamış olması kâfidir” demişti. Shaw, Carlyle gibi, bu prensibin İncil’in sıkıntıya tahammül etme ve adaletsizlik karşısında sessiz kalma ahlâkını sorgulamaya tâbi tutuyordu. Size, Hesketh Pearson’ın genel olarak post-Hıristiyan Shaw’a dair biyografisinden birkaç söz okuyayım:

“Nice yıllardır (denilen tarih, 1927 idi), Shaw bir peygamber hakkında bir oyun yazmayı düşünmekteydi. Hep sempatiyle baktığı ve bundan dolayı da hatasız bir içgörü ile tasvir edebileceği bir tip olan savaşçı bir aziz tipi, onun tabiatına, başka herhangi bir tipten daha yakındı. Bütün bir insanlık tarihinde, onun taleplerine tam olarak cevap veren, Shaw’ın mükemmel kahramanı haline gelmiş bulunan tek kişi, Muhammed idi.”

Günlüğüne 1913 yılında düştüğü bir notta, Shaw şunları yazmıştı: “Uzun zaman önce, Muhammed’in hayatını dramatize etmeyi arzu etmiştim. Ne var ki, Lord Chamberlain’in böyle bir oyuna izin vermeyi reddetmesine yol açan, Türk Büyükelçiliğinden bir protesto gelme ihtimali—veya bundan duyulan endişe—beni vazgeçirdi.’ Shaw, bu yüzden, Pearson’ın nakline göre, bunun yerine Saint Joan’ı yazdı.

İngiliz savaş teorisi ve gelenekleri ile İslâm arasındaki yakınlığın istitrad kabilinden kısa özetini, son bir görüş ile kapatabiliriz belki; bu görüş ise, Kuzey İrlanda’da BBC’nin eski başkanı olan Colin Morris’e ait: “Sahte peygamber bir ahlâkçıdır; dünyaya, eşya ve hadiselerin nasıl olması gerektiğini söyler. Gerçek peygamber ise bir realisttir; dünyaya, eşya ve hadiselerin gerçekten nasıl olduklarını söyler.”

Şimdi de, yukarıdaki argümanları özetlemeye gayret edelim. Evvelâ, İslâm evrensel bir dindir. Kökenleri yedinci yüzyıl Arabistan’ında olmasına rağmen dünyanın her yerinde yaşanır, ve tek başına bu, onun mucizevî ve ilâhî kaynaklı olduğunun bir işaretidir. İkincisi, Britanya Adaları birkaç yüz yıldır dinî ve ahlakî mizaçları İslâm’ınkine çok yakın olan fertlerin yurdu olagelmiştir. Bundan dolayı, bir İngiliz erkek veya kadını için, Hıristiyanlıktan İslâm’a geçmek yabancıların zannedebileceği şekilde dev bir sıçrama değildir. Bilakis, halkımızın destansı öyküsünde mantıklı bir yeni adımdan ibarettir. Evvelce fıtrî kanunlara karşı duran bir ahlâkî yasayı savunan bir Yunanlı gizem dini olarak Hıristiyanlık, aslında bizim millî mizacımıza yabancıdır. Hıristiyanlık, bizim için egzotik bir akidedir, ve şimdilerde, seküler moderniteye dair olumlu bakışı tarafından ölümcül biçimde tavizkârlığa zorlanmaktadır. İslâm, onunla aşina hale geldikçe ve gönül rızasıyla onda sükûnet buldukça anlayacağız ki, İngilizler için en uygun dindir. Onun değerleri, bizim değerlerimizdir. Onun mutedil, kendini ispatlama gereği duyma-yan, ama sular gibi derinden işleyen takvası; tevazu ve belirli bir ihtiyat üzerindeki ısrarı, ve sağduyu ve pragmatizme yönelik vurgusu, halkımız için en fıtrî ve en kolay dinî tercihi sunmak üzere mezcolmuş haldedir.

Söylediklerimin hiçbirinin şovenist bir mânâ kastedilerek dile getirilmediğini belirterek sözlerimi noktalamak istiyorum. İngilizlerin İslâm’a olan yakınlığının, halkımız için bir saygınlık ve şeref vesilesi olduğuna kesinlikle inanıyorum. Ancak, İslâm kabile zihniyetini ilga etmek için geldiğinden dolayı, kesinlikle kendisinden gurur duyan bir etnosantrizmi tavsiye ediyor da değilim. İslâm, bu dağınık, cahil ve trajik çağda, varoluşunun ilâhî kaynağına odaklanmış halde kalmak isteyenler için ortak bir bağ olan Hak Bir Allah’a inananların gerçek akrabalığıdır. Ancak, o cömert ve kucaklayıcıdır. O, hususiyetlerimizi, mirasımızın dehasını daha büyük ve daha kalıcı iman kardeşliği ile çatıştırmak yerine, onun içerisinde bereketlendirmemize imkân vermektedir.

  29.10.2007

© 2021 karakalem.net, Abdülhakim Murad