“Dokuzuncu mukaddeme” nazarıyla

Metin Karabaşoğlu

BU HAFTA İÇİNDE YAPABİLDİĞİM BELKİ en hayırlı iş, ‘enfüse dönüş’ü henüz pek beceremeyen biri olarak, hiç olmazsa ders müzakerelerini sürdürmem oldu. Her taraftan pis kokuların geldiği müteaffin bir ortamda, böylesi oksijen çadırları da olmasa, manevî ciğerlerimiz herhalde nefessiz kalacak yahut zehir soluyacak.

Bu ders müzakereleri içinde, yaşadığımız günlerin ruhumu daraltan ruh-u habis taaffünlerine en acil deva getireni ise, Muhâkemât üzerine devam edegelen müzakeremiz oldu. Nihayet geldiğimiz "Dokuzuncu Mukaddeme"de, bugünkünden çok daha karanlık bir zamanda bu eseri yazan Bediüzzaman’ın, biiznillah akıl ve kalbine nakşettiği hakikat zincirine dayanıp ne kadar rahat, ne kadar sakin ve ne kadar da huzur içinde olduğunu görmüş oldum. Kavramaya çalıştığımız bütün mânâlarını şu kısa yazıya dökemeyeceğim; ama yalnızca işaret etmekle yetineceğim bu "mukaddeme"de, Bediüzzaman "Ukûl-ü selîme yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir" diye başladığı enfes bir muhakeme dahilinde, o karanlık atmosferde, "İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor" gibi aydınlık bir sonuca ulaşıyor. Ve, bu sonuca, elbette, bir ‘zan’ veya bir ‘temenni’ suretinde değil; bir kez daha belirtelim, enfes bir muhakeme dahilinde ulaşıyor.

Zaten, daha ilk cümlede, bu sonuca hangi temeller üzere gidileceğinin ipuçlarını görüyoruz: ‘ukûl-u selîme’ ve ‘hilkat.’ ‘Ukûl-ü selîme,’ yani ‘selîm akıllar’ Risale-i Nur’un umumuna yayılan ama derli-toplu tahlilini henüz hiçbirimizin ortaya koymadığı akıl-kalb ittifakı, akıl-vahiy ilişkisi, nur-u kalb ile nur-u fikrin birleşmesi gibi konular bağlamında anlaşılması gereken, en özet ifadeyle ‘nur-u fikrini kalbden alan’ akılları temsil ediyor. Ve, bu birinci cümlede vurgulandığı üzere, vahyin önerisine kulağını tıkama bedbahtlığına uğramamış, kendini küfre şartlandırmamış her akıl hilkate, yani kâinata baktığında, aslolanın hayır ve hüsün ve hak ve kemâl olduğunu; şer ve kubhun ancak ‘tebeî’ kaldığını görebilecek durumda bulunuyor. İlginçtir, hayrın asıl, şerrin ise tebeî olduğunu Bediüzzaman, dinli-dinsiz herkesin iştigal ettiği bir alanı, kâinatı inceleyen bilimleri şahit göstererek vurguluyor. Buna göre, fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi, şu-bu derken gitgide dallanıp budaklanan; her biri kâinatın belli bir veçhesini veya cüz’ünü incelemeye adanmış bu kadar bilim var ise, demek ki, ortada bir nizam ve intizam var. Çünkü, bilim, ‘kavâid-i külliye’den ibarettir. Yani, kâinatı inceleyip belli genelgeçer hükümler çıkarır. Moleküllerin birbiriyle reaksiyonundan, yumurtadan civcivin çıkışına, yerin katmanlarının diziliş biçiminden galaksiler arası uzaydaki hadiselere.. her bir şeyi inceleyip "Şu şöyle olur" "Bu bu şekilde gerçekleşir" diye sonuçlar çıkarır bilim. Bunu yapabilmesi ise, incelediği alanda bir ‘düzen’in ve ‘düzenlilik’in varlığına bağlıdır. Rastgeleliğin olduğu bir yerden ‘genelgeçer’ sonuçlar çıkaramazsınız! Dolayısıyla, bizatihî bilim dalları diye birşeyin varlığı kâinatta ve kâinatın her bir nev’inde bir düzenin varlığına işaret eder. Bu düzenden ise, denge, mizan, ahenk hakikatleri üzerinden ‘hüsün’ ve ‘hayr’ hakikatine ulaşırız.

İmdi, âlemde aslolan hayır ve hüsün olduğuna göre, âlemin bir cüz’ü, üstelik ‘eşref-i mahlukat’ olan insanlık âleminde hayır ve hüsnün tebeî, şer ve kubhun ise asıl olacağı düşünülemez. Şer ve kubuh galip de görünse, bu zahirîdir ve de geçicidir. Çünkü, şer ve kubuh fıtrata ve hilkate zıttır; fıtrat ve hilkate zıt olanın âlemde kalıcı bir hâkimiyetini düşünmek ise imkânsızdır. Bediüzzaman’ın ifadesini kullanırsak, "Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeiyye ve mağlûbe ve mağmûredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır."

İnsanlık âleminde en eşref grubu ise, ‘ehl-i hak ve hakikat olan doğru Müslümanlar’ temsil eder. İslâm ve iman hakikatleri bunun şahididir. Asr-ı Saadet misali, geçmişin İslâm’ın hükümferma olduğu asırları da buna şahittir. Dolayısıyla, kâinatta da, insanlık âleminde de asıl olmayan; galibiyeti ancak zahirî ve muvakkat olan şerrin ve kubhun İslâm cemiyetinde mütemadiyen hükümferma olması hiç mi hiç mümkün değildir.

Hem, insanlar ve mü’minler içinde de, mükemmeller mükemmeli, her bakımdan mükemmel olan zât, ‘ekmel-i küll’ olan Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’dır. Hal böyle iken, onun getirdiği ve hayatıyla temsil ettiği hayr-ı mahz ve hüsn-ü mücerredin ve mutlak hakikatın şerre ve kubha ve bâtıla mağlup düşmesi de imkân haricindedir. Şer ve kubh ve bâtılın temsilcileri bir dönem galip görünseler bile, bu görünüştedir ve geçicidir.

Böylece uzayıp giden ve "İslâm’ın istikbali uzaktan gayet parlak görünüyor" müjdesini veren bu nefis tahlile muhatap olunca, deprem gibi bir büyük uyarı âyetine rağmen hâlâ inat ve temerrüd ile hevasının hükmettiğini tatbike çalışan mütegalliplerin pişkince tavır ve sözlerinin üzerimdeki ağırlığı birdenbire hafifleyiverdi. Öyle ya, âlemde hayır ve hüsün ve hak asıl iken, insan da hayır ve hak ve hüsne talip bir fıtratta yaratılmış iken, üstelik Muhammed-i Arabî (a.s.m.)’ın dost ve düşmanın ittifak ettiği o güzelim ahlâkı ve icraatı da ortada iken; üstelik bir mü’minler cemiyetinde şer ve kubuh ve bâtıl nasıl kalıcı olabilir?

Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın sahip olduğu bu enginlik ve derinliğe hiç olmazsa bir derece talip olabilsek, bizi meşgul eden, şevkimizi kıran, himmetimizi dağıtan densizlik ve dinsizliklere yalnızca gülüp geçecek; "İdfa’ billetî hiye ahsen" sırrını, yani "Fenalığı en güzel şekilde sav" ilahî fermanını galiba ancak bu takdirde tatbik edebileceğiz.

O zaman da, densizlerin densizlikleri bize gam vermeyecek, kafamızı meşgul etmeyecek, şevkimizi kırmayacak, himmetimizi dağıtmayacak, vazifemizden şu veya bu şekilde alıkoymayacak.

Denemeye değer doğrusu...

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu