Aşk-ı Hakîki

Murat Kazancı

İNSAN BİR BAHAR ÇİÇEĞİNİ SEVER. Nâzenin, san'atlı, güzel mi güzel, rengi gözünü, zerâfeti kalbini, letâfeti ruhunu okşayan bir çiçeği. Ve bu çiçek çok geçmeden soluverir. Sevilen her bir şeyden ayrılığın acısı gibi bu ölümle de kalbine bir ağırlık çöküverir.

Sonra o çiçek gibi her baharda yeryüzüne gelip, kısa bir süre görünerek giden sayısız çiçekler düşer zihnine. Bu müthiş ve dâimi faaliyet içindeki mevt ve zeval levhaları ona çok hazin görünür. Bu durum rikkatine çok dokunur ve herhalde onu ağlatır.

Bu dünyada kısa bir zaman kalarak giden bu kadar bitkicik ve hayvancıklara, bütün bu güzel zihayat mahluklara yazık değil mi? diye sorgular. Ve o anda, kalbini yakagelen bu sorgulamanın altındaki ruhunun derin feryadını hisseder. Bu âkibete uğrayan hayatı, ölümden beter bir azap görür.

Bunlar mâdem ölecekler, neden bu kadar çok güzel, sevimli ve san'atlı yapılmışlar?, Bu kısa ömür için bu masraf israf değil mi? diye düşünür. Bu hâli gördükçe ciğerleri sızlar, feryât etmek ister ve "bunlar neden geliyorlar ve hiç durmadan gidiyorlar?" diye feleğe karşı kalbi dehşetli sorular sorar.

Bu kadar şirin ve güzel masnucukların bu kadar özen, dikkat, san'at, terbiye, tedbir ve çeşitli donanımlarla bu kadar kıymetli bir surette icat edildikten sonra hiç değersiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçliğe atılmalarını gördükçe kemalatı ve güzelliği seven, kıymetli şeylere aşık bütün latifeleri ve duyguları feryat edip, bağırır.

Neden bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval gelip bu çaresiz mahluklara musallat olmuş? Yazık değiller mi? Niçin bunlara merhamet edilmiyor? gibi sorgulamalarla hayatın dış yüzündeki görüntülere bakarak kadere karşı müthiş itirazlar başladığı zamanda, insan artık bir yol ayırımına da gelmiştir...

Evet, hepimiz dünyayı ve içindeki güzellikleri seviyoruz. Hem bekâya âşık ve hakiki aşkı arayan, fâni ve geçici olanın sevgisi ile yetinmek kendisine çok ağır gelir bir fıtratta da yaratılmışız. Öyle ise, dünya fâni olduğundan çelişkili görünen bu durumda kendimize nasıl bir yol bulmalıyız? Sevilen şeylere karşı olan mecâzi aşkın hakiki aşka dönüşmesi gerektiği gibi, acaba çoğumuzda bulunabilen dünyaya karşı olan mecâzi aşkı nasıl hakiki aşka dönüştürebiliriz?

Sevgili üstadımızın güzel tefekkürüyle Risale-i Nur'da ifâde ettiği şekli ile dünyanın üç yüzü var. Birincisi kendine bakar, fâni ve kararsızdır. İkincisi Esmâ-i Ìlahiyeye bakar, onun âyinesidir. Üçüncüsü ise âhirete bakar, onun tarlası ve fidanlığıdır. Birincisi zâhiri ve mecazidir, mânâ-i ismi ile bakmaktır. Diğer iki yüzü ise bâtıni ve hakikidir, mânâ-i harfi ile bakmaktır.

Bu yol ayırımında dünyanın birinci yüzüne bakmaya, dünyanın fâni yüzüne karşı geçici ve mecâzi aşkını bâki ve hakiki zannederek yaşamaya karar veren kimse esasında bu çelişkili ruh halini ve duygularının isyanını yaşamaya devam kararı vermiştir. Yani bütün latifelerinin ve hislerinin bekâya ve bâki olanı sevme ihtiyacına rağmen, kadere itiraz ederek, menfi ve iç dengeleri karışık bir halde, geçici, elemli, azaplı, fâni ve mecâzi olan bir karşılıksız aşkı yaşayacaktır. O, geçici olan bir dünyayı sevecek, kendisi fâni olan o dünya ise bu sevgisine karşı onun kalbini mutmain edecek kalıcı hiçbir karşılık veremeyecektir. Ve bilakis, dâimi fenâ ve zeval tokatları ile onu tekzip edecektir. Yedirdiği bir üzüm tanesine mukabil on elem ve firak tokadı vuracaktır. Bu hâl, o kimseye cehennemlerin kavurucu harâreti olacaktır.

Velhasıl fâni dünya kendisini değerinden çok pahalıya, ebedi bir hayatın fedâ edilmesi pahasına satacaktır. Dünyanın hakiki olan diğer iki yüzüne nazar etmeye, dünyanın fâni yüzüne karşı geçici ve mecâzi aşkını bâki ve hakiki olan aşka çevirmeye karar veren insan ise esasında iç çelişkilerini giderecek bir huzur ve sükunet halini yaşamaya ve kendisi ile barışık olmaya karar vermiştir. Yani bekâya ve bâki olana karşı duygularının şiddetli ihtiyacını gözardı etmeden, kaderin hükmüne râzı olarak, müsbet ve iç dengeleri yerinde bir halde, saf ve elemsiz, memnuniyet verici, hakiki ve karşılığı mevcut bir bâki sevgi yaşayacaktır.

O, bu fâni dünyada zatında bâki olan ve kendisine çok muktaç olduğu bekâyı verebilecek bir Rahim-i Mutlakı bütün isim ve sıfatları ile tanıyacak, Onu çok çok sevecek ve bu muhabbetinin bekâsını O'ndan isteyecektir. Ve yine bu dünyada âhiretin delillerini görecek, onun tahakkukuna şehâdet edecek ve Sâdık-ul Va'd-ul Emin olan Rabbinden Cennet-i Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar edilmeyi isteyecektir.

Dünyayı Esma-i Hüsnânın tecelli yeri ve âhiretin tarlası ve fidanlığı olan çok mânidar bir sergi ve kârlı bir ticârethâne bilecektir. Fâni dünyada bir üzüm tanesi yiyecek, elhamdulillah diyecek, bu memnuniyet hâli onun için bâki cennetlerin ferahlatan serinliğine dönecektir. Velhâsıl, bu fâni dünyada ondan sonsuz kere kıymetli olan bekâyı kazanacaktır.

Bu noktada bir yol ayırımına gelen insan tercihini bahsi geçen iki yoldan birisi için kullanıyor. Birbirinden cennet ve cehennem kadar farklı iki yoldan birisi için. Öyle de, acaba bizler bu tercihimizi neye göre yapıyoruz? Bu noktada yine Risâle-i Nur'da dikkat çekici bir şart mevcut ki bu, insanın zâyi olucu ve kendi hayatı ile bağlı kararsız dünyasını dış dünya ile karıştırmaması şartıdır. Yani hakikatte birbirinin aynı, fakat bizim tasarrufumuzda birbirinden farklı iki dünya var. Birincisi, biz doğmadan önce var olan ve ömrü bizim ömrümüzle sınırlı olmayan bir umumi dünya. İkincisi ise, bizim hayatımızla kâim olan ve ömrü bizim ömrümüzle sınırlı bir hususi dünya.

Meselâ; dört duvarı ayna olan bir odada herbirinin yüzü bir aynaya dönük dört kimse olsa, orada birisi umumi dördü ise hususi beş oda bulunur. Herbirimiz kendi aynamızı boyayarak orada yansıyan hususi odamızın rengini, görüntüsünü değiştirebilir, güzelleştirir, çirkinleştirir, hatta bir darbeyle tahrip edebiliriz. Fakat harici ve umumi olan odada ise kolaylıkla tasarruf ve değişiklik yapamayız, hatta taşını bile kımıldatamayız.

Aynen bunun gibi, içinde yaşadığımız bu umumi dünyada kendi hayatımızın aynasında yansıyan birer hususi iç dünyamız var. Dünyanın kendisine bakan birinci yüzüne mukabil gelen ve umumi olan bizim dışımızdaki dünyayı değiştirmeye ne gücümüz ne de iktidarımız yetiyor. Hem zaten kendini unutup, hayatının bitişini düşünmeyerek, hususi ve kararsız dünyasını ona göre bir derece sabit olan umumi dünya gibi kalıcı bilip, kendini ölümsüz zannederek bu gaflet ile dünyaya saplanan, şiddetli hırslar ve hislerle sarılan kimse onda boğulup gidiverir.

Dünya aşkını hakiki aşk bildiği için, hakiki aşka dönüşecek bir mecâzi aşkı da aramaz ve elbette ki bulamaz. O aşkında ebedi cehennemin nihayetsiz azabını tadar. Ölümlü olan her şeye çok acır, güzel ve nâzenin bütün mahlukata derin bir rikkat hisseder, her sevilenin gidişi ve yitişi sanki yüreğini parçalar ama elinden birşey gelmez. Bu gafletten gelen derin bir karamsarlık içinde elem ve azap çeker durur.

Dünyanın ikinci ve üçüncü yüzüne karşılık gelen ve herbirimizin bu umumi dünyayı algılayış ve yorumlarımızdan oluşan ve hususi olan iç dünyamızı ise değiştirebilmemiz ve imân ile güzelleştirebilmemiz ise elbette mümkün. Umumi dünyayı hususi dünyamızla karıştırmadan, kendimizi unutmayarak, hayatımızın bitişini düşünerek, kendi hayatımızla kâim olan hususi ve kararsız dünyamızın, umumi dünya gibi kalıcı olmadığını bilerek, kendimizi ölümsüz bilme gafletine düşmekten kurtulabiliriz.

Ve böylece üzerinde tasarrufumuz bulunan kendi hususi dünyamıza karşı olan mecâzi aşkımızı bir hakiki aşka dönüştürebiliriz. Eğer dünyamızı sevdiysek anlarız ki; dünyamız hayatımız üzerine kurulduğu için, hayatımız gibi fâni ve kararsızdır. Bunun için dünyamıza ait muhabbetimiz, onun aynası olduğu Esmâ-i Hüsnanın nakışlarına ve oradan da Esmâ-i Hüsnanın cilvelerine yönelir. Bu gafletten kurtuluş şuuru ile ölümlü cesetlerin bâki olan ruhları üzerinde tecelli eden bir Zât-ı Bâkinin bâki esmasının cilvelerini görürüz. Evvelki acımalar, sevinmelere dönüşür. Ve dünyaya ait şiddetli hırs ve hislerimiz, yine dünyamızın âhiretin tarlası ve cennetin fidanlığı olduğunu anlamamızla, bu tarlanın mahsulü ve fidanlığın sünbülü olan uhrevi faydalara çevrilir. İşte o zaman ebedi cennetlerin nihayetsiz mutluluğunu hissederiz ve o zaman aşk-ı mecâzi, aşk-hakikiye dönüşür.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Murat Kazancı