Mevlana bu zamanda gelseydi Risale-i Nur’u, Bediüzzaman onun zamanında gelseydi yine Risale-i Nur’u yazardı

Levent Bilgi

İNSANLIK VAR OLDUĞU MÜDDETÇE ONUN ezeli gerçekleri bitmeyecek. Hayatın ve kainatın cilveleri de birbirini izleyecek varoluş devam ettikçe. Bambaşka şartlarda ve bambaşka amaçlarla yazılan nice eser bugün de insanları aydınlatmaya devam ediyor, yüzyıllar boyunca yaptığı gibi. Biz Mesnevi’yi okurken de, Risale-i Nur ile muhatap olurken de aynı ilahi titreşimleri duyuyoruz. Ezeli gerçek çağlar boyunca değişmedi ve de değişmeyecek. İnsanın bu temel arayışının özü aynı, ihtiyaçları aynı.

Nerede olduğunu ve niçin olduğunu anlama ihtiyacı hiç bitmedi insanın. Bu uçsuz bucaksız kainatta bir toz zerresi bile etmeyen varlığını anlamlandırmak bin yıllar öncesi insanının da derdi oldu, bu günün şehir insanının da. Dünün soruları önceden kabullenilen cevapları bugünün bir arayışı olmuşsa eğer, bu soru sorma cesaretinden geliyor biraz da günümüz insanının.

Dünün sormaması bana göre bir fazlalık değil bilakis eksiklikti. Bunu tarihin görmek istemediğimiz sayfaları anlatıyor bizlere. Çocuk yaşta analarının sıcak kucağından kaçırılıp İstanbul meydanlarında kurulan esir pazarlarında satılan kızlar anlatıyor. İktidar uğruna öldürülen kardeşler, şahsi hırslar uğruna sömürülen köylüler anlatıyor. Payitahtta ibret-i âlem için ağaçlara asılan ve günlerce cesetleri orada sallananlar anlatıyor. Üçyüzellibin kişilik dünyanın en güçlüsü olan Osmanlı ordusunun yirmibeşbin kişilik Viyanayı bir türlü alamamasından anlatıyor.

Ben Mesnevi’nin de insanın ezeli gerçeğini anlattığına inanmakla beraber Risale-i Nur’un çok farklı bir noktada o ezeli gerçeği ortaya koyduğuna inanıyorum. Bir defa Osmanlı kitaplı bir toplum değildir. Halk sadece yüzünden Kur’an okurdu. O’nu anlamak, yorumlamak, diğer ilmi, dini ve edebi eserlerle muhatap olmak halkın harcı değildir. İlim, din ve edebiyat Medrese gibi bir form içinde gelişen kesimin tekelindeydi. Zira Osmanlı’da ilim ve din dili Arapça, edebiyat ise Farsçadır. Bunlar ise formel, uzun bir eğitim alınamadan vakıf olunacak lisanlar değillerdir. Bu noktada Osmanlıda ilim, din, edebiyat bir havas sınıfın tekelindedir. O çok sevdiğimiz, yaygın olduğunu düşündüğümüz Mesnevinin aslı Farsçadır ve ancak 19. yüzyılda Türkçeye tercüme edilebilmiştir. Yine Gazali’nin İhya’sı gibi eserler ancak ikinci Abdülhamit döneminde tercüme edilmişlerdir. Kur’an’ın Türkçe tercümesi ise (farklı gayelerle de olsa) var olmak için Cumhuriyet’i beklemek zorunda kalmıştır. Yani Osmanlı’da halk dinini öğrenmek için hocalara, medrese tahsili yapan insanlara muhtaçtır. Ya buralara intisap ederek yıllarca tahsil görerek kendisi de bir hoca olacaktır, veya, hocaların anlattıkları ile iktifa etmek zorunda kalacaklardır.

Asr-ı saadette ise durum tamamen farklıdır. Avam, havas, ümmi herkes Hadis ve Kur’an ile birebir muhatap olabilmektedir. Onun içindir ki her sahabe dini eğitimi devlet veya bir kurumdan beklemeyip kendisi sahip çıkmış, ta Hindistan’a kadar İslamı götürmeyi kendisine vazife telakki etmiştir.

Bediüzzaman da Risalelerle yapmak istediği şeyi yüzyılların üstünden atlayarak asr-ı saadet metodu olarak ortaya koyar. Münazaratta dinin Padişaha, memurlara ve askerlere bırakılamayacak kadar umumun malı olduğunu anlatır. Asr-ı saadetten sonraki dini tekelleşme avam olan çoğunluğun cehlini netice vermiştir. Bu, yüzyılların uygulamasıyla gelenek halini almış ve artık “ağam bilir, şeyhim bilir” tarzında halkın fikri tembelliğini kabullenmeye kadar gitmiştir.

Said Nursi Risaleleri ile bu bin yıllık tozlanmanın üstündeki kiri, pası atmak, İslamı özdeki çıplaklığı ile ortaya koymak istemiştir. Bunu da halkın anlayabileceği, konuşulan dil ile yapmaya çalışmıştır. Bu noktada Risaleler ilçelere, köylere kadar yayılarak asr-ı saadetten bu yana yapılamayan bir ilki gerçekleştirmiştir. Artık din herkesin anlayabileceği, bir hocaya, bir şeyhe ihtiyaç duymadan muhatap olabileceği bir tarza dönüşmüştür.

Geçenlerde Turgutlu’da bir arkadaşımızın iş yerine uğradık. Orada dağ köylerinden birinde yaşayan bir arkadaşımızla ile tanıştık. Arkadaşımız köylüyü tanıştırırken ekledi, “Gazetelerde yazı yazacak kadar Risalelere vâkıf, âlim bir arkadaşımızdır.” Doğrusu Risalelerin avamın en uç noktasına kadar götürdüğü bu devrimle duygulandım. Aslında şehirlerde günlük keşmekeşler, koşuşmalar arasında ilme, okumaya vakit bulamayan bizler de en az o köylü arkadaşımız kadar avamız dini noktada. Bugün, tüm bu avam insanlar arasında her şehirde her gün en az onlarca evde Risale sohbetleri, müzakereleri yapılıyorsa bu tek kelime ile bir devrimdir.

Tarihçe-i Hayat’ta hapse götürülen ilk Nur Talebelerinin resimleri var. Bunlar avam olup, dini tahsil görmeyen belki ilk okulu da okumayan kimselerdir. Bu resimlerde biz Risale-i Nur hareketinin bir halk hareketi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Risaleler avamın omuzları üzerinde üniversite kapılarına dayanmış, doktoralara, sempozyumlara, konferanslara, kongrelere konu olmuştur. Bu, yer yüzünde görülen en sağlam İman, Kur’an devrimidir. Anadolu’ya öylesine mal olmuştur ki, hiçbir güç onu Anadolu’nun bağrından çıkaramamıştır.

Risalelerin temel prensibi, insanın gerçeğini inkar etmeden, varlığını ve duruşunu sorgulamaktır. Said Nursi bunun içindir ki kendi gelgitlerini, değişimlerini, insani zaaflarını çok açık yüreklilikle ortaya koymuştur. Kur’an’ın bu ihtiyaçlarına nasıl cevap verdiğini irdelemiştir. Kopuşlarımızı, çıkmazlarımızı, bilinmezlerimizi, gözyaşlarımızı sorgulamıştır. Bu, insanın ezeli gerçekliğinin ifadesidir. Nerede, niçin, nasıl olduğunun beyin zonklamasıdır. İnsanın çıkmazları bin yıl önce de, beş yüz yıl önce de, geçen asırda da hep aynıdır. Biraz şekil ve elbise değişikliği söz konusudur.

Son söz: Bediüzzaman Mevlana zamanında, bin yıl önce de gelseydi Risale-i Nur yazardı. Çünkü iman zaafı her dönemde vardı, insanların imanlarını takviyeye her zaman ihtiyaç vardı. Risaleler esma talimi ve marifetullah nurları ile cihanşümul bir eserdir. Onu sadece yaşadığımız asırla sınırlandırmak ona haksızlık etmek demektir. Çünkü Risale-i Nur çok insan, hep insan, daima insan… Ne zaman insan fıtratı değişir, imana, Kur’an’a ihtiyaç kalmaz, o zaman Risale-i Nur’a da ihtiyaç kalmaz. Bediüzzaman bugün de gelse, bin yıl önce de gelse sadece Risale-i Nur’ları yazardı.

  11.09.2006

© 2021 karakalem.net, Levent Bilgi