TERKETMEDEN TERKETMENİN YENİ YOLU !

Halil Köprücüoğlu

RİSALE-İ NURLARLA İLGİLİ FİKİRLER beyan ederken, yanlış yapmaktan çok korkuyorum. Ancak hakkın hatırı âli olduğundan; belki çoğumuz için “netice-i hayatımız, sebeb-i saadetimiz, vazife-i fıtratımız olan”, Risale-i Nurun yanlış anlaşılmaması için bazı hususları O’nun en küçük ve aciz bir talebesi olarak da olsa, beyan etmeye mecbur olduğumu hissediyor, çekinerek de olsa konuşuyor, yazıyorum. Ancak, bunu yaparken :

  1. R.Nurun bütünüyle muhatap olarak, öyle değerlendirme yapmaya çalışıyorum.

  2. R.Nurları okurken, değerlendirilirken, kendi paradigmalarımı değil O’nun metinlerini esas almaya çalışıyorum.

  3. B.Said Nursi Hazretlerinin, R.Nurda, Kur’an’ın Talimiyle, R.Ekremin ASM. dersiyle diyerek efkarının kaynaklarını belirtmesini çok önemsiyorum. R.Nurun, “Vahye ihtiyaç duymadan hakikati arayan ……’lara , meselelere sadece kalp gözüyle bakan mutasavvıflara benzemediğini; ancak, tasavvuftan, matlup olan, Sünnette bulunan güzel şeylerin, farklı ama, Kur’anî bir tarzda R.Nur mesleğinde bulunduğuna inanıyorum.

  4. R.Nur’un hemen her konuda, şarkın ulumundan, garbın fünunundan oldukça farklı bir tarz ortaya koyduğuna inanıyorum.

  5. Her şeye rağmen, yinede, BSN. Hazretlerinin yaptığı gibi; anladığımı sandıklarımın, mutlak mânâ olmadığını, olamayacağını açıkça söylüyorum.

  6. Acizane, yazarak iddia ettiklerimle ilgili olarak, fikir beyan etmek isteyen arkadaşlarla, fikirlerimi paylaşmak ve onlardan istifade etmek istediğimi de açıkça ifade ediyorum.

Manisa’da yazın, akşam üstüleri, saat 18.00-19.00 arası yapılan ve 3-4 ay süren Yaz Sohbetleri vardır. Tahkikli olarak yapılan bu sohbette kitap takip edilir. Okunan bölümle ilgili olarak dinleyiciler de derse katılabilirler. Sorular sorabilir, cevaplar verebilir, izahlarda bulunabilirler.

Bu zeminde, sadece, okunan bölümün dışına çıkmamak, konuyu dağıtmamak, değiştirmemek; Kutsî Kaynakların, Onlar’ın asrımıza adaptörü olan R.Nurun ve bunlarla ölçü kazanmış ilmin ve aklın muvazenelerine tâbi olmak şarttır.

Bu hafta, Mesnevi takip edilirken Habbe’de bir bölüm okunuyordu.

“Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür'at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.........

Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.”

Arkadaşlarımızdan bir kaçı “lezâizi terk etmek evlâdır” mânâsını nazara vererek Bediüzzaman Hazretlerinin bu cümlesini farklı yorumlayanlar olduğunu belirterek cevap arayalım dediler. Adeta bir lokma-bir hırka diye ifade edilebilecek bir tarzın ifade edildiğini anlatmaya çalıştılar. Hatta, BSN. Hazretlerinin, Yıldız şehriyeden bile birkaç kaşık yediğini, yamalı cüppe giydiğini, Cızlavet mest lastiği ile gezdiğini de nazara vererek, bu fikirlerini genel bir yaşayış tarzı olarak örnek verenler bile olduğunu belirttiler.

Ben, son zamanların çok tehlikeli bir hastalığı gibi gördüğüm Post modern anlayışın özündeki; lezzetlerin, hazların peşinde koşuşan, narsist insanların karşısına böyle sofiyane bir anlayışla çıkmanın yanlışlığını, üzülerek çok düşündüm. Farklı düşünen bazı müminlerin, bu konudaki düşüncelerini, uzun zamandır, gerçekten, kendi dünyamda ciddi değerlendirdim. Fakat, çok üstün varlık olarak yaratılan insanın, bu tarzdaki bir dünya ve onun lezzetlerini terk anlayışı ile karşı karşıya kalmasını “Lâ yukellifullahü nef’sen illâ vüs’eha” (İnsanların gücü yetmediği vazifeler, onlara verilmez) sırrına aykırı gibi gördüm. Halbuki teklif-i mâlâyutak yoktur.(379)

Farklı düşünen arkadaşlar benim bu meseledeki heyecanımın sebebini inşallah anlarlar.

Biz, değişik zeminlerde, Ashab-i Suffe dışındaki sahabelerin normal bir hayat yaşadığını, bazı büyük evliya ve asfiyanın özel hallerinin, takvadan da öte genellenemeyeceğini; böyle yapanların, Ashab-ı Suffe gibi yaşayanların, imrenilerek tebrik edilebileceğini, fakat onların umuma örnek ve ölçü olmadığını; Kebairi terk edip feraizi yapanın kurtulacağını anlatan Bediüzzaman Hazretlerinin, eserleriyle, yaşanabilir bir İslâm’ı ortaya koyduğunu, arkadaşlarla anlatmaya çalıştık ise de, farklı düşünenleri iknaya gücümüz yetmedi. Hatta BSN. Hazretleri‘nin yukarıda belirtilen yaşama şekline uymayan, bunu aşan bizlerdeki yaşayış hallerinin, dünyevileşmenin tezahürleri olduğu bile, ifade edildi.

Daha önce de BSN. Hazretlerinin iktisat, şükür, dünya ile ilgili farklı ve YENİ bir tarzı ifade eden tavrıyla ilgili olarak, oldukça farklı görüşlerle karşılaşmış, mümkün olduğu kadar, farklı olan düşüncemi ortaya koymaya çalışmıştım. Ancak konunun açıldığı zeminlerde fazla vakit bulunamadığından konu hep tamamlanamıyordu. Artık bu konuyu elden geldiği kadar yazmaya çalışmak zaruret oldu. Farklı düşünen arkadaşlar benim bu meseledeki heyecanımın sebebini inşallah anlarlar.

Ders konusu olan Habbe’deki metne biraz dikkat edilirse, dünya lezaizi ile ilgili olarak : “aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez” ifadesi konuya açıklık getiriyor. Yani fani olan dünya ve lezaizi gibi şeyler kalben terk edilir. Talep edilmez. (Asıl hedef değildirler) Ancak dünyanın bir çok işlerinde, 5. Sözde ifadesini bulan “devletin angaryası”’nı çekmek mecburiyeti vardır. Yani Allah insanı yeme-içmeye muhtaç yaratmıştır. Bunun temini için insan çalışır, çabalar. Ancak bu onun hakiki hedefi ve vazifesi değil, angaryasıdır. Halk tabiriyle mümin, yaşamak için yer; yemek için yaşayan asla değildir, olamaz, olmamalı.

Bediüzzaman Hazretleri, bir çok yerde dünya ile ilgili harika izahlari yapar.

“Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.

İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasten ve bizzat kendi kendine bakar.

Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.

Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, mânevî bir cennet gibi olur.

Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zatî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.” der.(285-1309)

O’na göre, dünyanın, ahiretin mezrası olma ve Esma-i Hüsnâ’ya bakma yönleriyle manevî cennet gibi olması söz konusudur. Terki gereken kısmı ise, sadece, bizzat kendi kendine bakan, fani hevesât ve keyiflere ait kısmıdır.

Ayrıca insan BSN.’ye göre çok üstün bir varlıktır. Bediüzzaman Hazretleri :

“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.”(1215) der.

Hem “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız say ve cidaldedir “(1958):

Bu mizaçtaki insanın fitrî durumunu siz tahmin edin. Veya kendinizi dikkatle dinleyin. Bu hali kolayca anlayacağınıza eminim.

Zaten Bediüzzaman Hazretleri, bununla da iktifa etmez. Yine İ.İcaz’da, Sırat-ı müstakim bahsinde, yeni açılımlar yapar.(1164) İnsanın yaşayabilmesi için verilen üç kuvveti anlatırken “kuvve-i akliyenin, kuvve-i şeheviyenin ve kuvve-i gadabiyenin” normal halleri olan vasat mertebeyi ortaya koyarrken; helâle şehveti olmamayı ve de o duygunun füruatinden olan yemek, içmek, uyumak meselelerinde de nasipsiz kalmayı, bunları terk etmeyi, yanlış bir davranış olarak anlatır. Böyle yapmanın, dinin emrettiği Sırat- müstakim olmadığını çok açıkça ortaya koyar.

Hatta Şükür Risalesinde her şeyin hayata, insana ve rızka göre dizayn edildiğini anlatarak, insanın rızka taaşşuk edildiğini, bütün bunların ise şükre sevk etmekle alakalı olduğunu, ifade eder.(521)

“…Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz edilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır.

Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nev'inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat'ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde

• en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır.

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, halen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor.

• Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir.

• Ve zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu

teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir.” sözleri her şeye yeter.

(Ancak, R.Nurlar canlı varlık gibidir. Samimi olmayana sırrını vermez; mahreme peçesini açmaz nadide bir güzeldir O. İhlasla davrananlara, O da samimi yaklaşır; kendisine suhuletle ulaşma imkânı veren bir dostluk kuruverir. O’nu paradigmaları için kullananlar, O’nu kolay kolay anlayamazlar.)

Şükür Risalesinde, hep şükretmeyi nazara verir. Her şey insana göre ayarlanmıştır. İnsan da rızka muhtaç yaratılmıştır. Rızıklardaki şekiller, kokular, tatlarla, bütün duyu organlarımıza hitap eden lezzetlerle insanlar şükre davet edilmiştir. Yani burada Allah’ın nimetlerini, O’nu tanımak, sevmek ve O’na şükretmek için yiyebilirsiniz mânâsı ortaya koyulur, hatırlatılır. Yememek, içmemek, burada da söz konusu değildir. Rezzak tanınıp sevildikçe, O’na hamd edildikçe, hiç bir tehlike de yoktur

İslam fıkhı, yenemeyecek şeyleri belirlemiştir, Haramlar azdır, helal daire keyfe kâfidir. Anlatıldığı, iddia edildiği gibi, helâl dairedeki lezzetleri, kesben terkle ilgili bir durum yoktur.

Bu arada bazı müminlerin tutmasına rağmen, Peygamberimizin, aralıksız üç ay süreli oruç tutmadığını İlahiyatçı arkadaşlarımın bilgilerine istinaden söylemek istiyorum. Ayrıca, Bediüzzaman Hazretlerinin, devamlı oruç tutup bitkin olan bazı talebelerine ders sonrası ders baklavası hükmündeki lokumu yedirerek, nafile oruçlarını bozdurduğunu, iyi ve doğru haber veren kaynaklardan duyduğumu da ifade etmek lüzumunu hissediyorum.

Bunları söylerken haftanın belli günlerinde oruç tutan, teheccüte kalkan, asla fazla yemeyen, dünyevî hiçbir şeye, çok önem vermeyen, onları kalbine koymayan imrendiğim hâlis arkadaşlarımı asla bu kategoride düşünmediğimi de açıkça ortaya koymak lüzumuna inanıyorum.

Dinî yayın yapan bir TV. kanalında, üzülmeme sebep bir film seyretmiştim. Beyninde tümör olan babasını hastaneye getiren bir evlat var. Hastanede babasının başında sıkıntılarla beklerken yorgunluktan uyuyup kalıyor. Rüyasına sakallı bir pir-i fani, ona, “Babanı eve götür, oku.” filan diyor.O da babasını eve getiriyor. Başında Kur’an okuyor. Babası iyi olup kalkıyor.! Şaşırmamak elde değil.

Mübarekler (!), şifayı sadece Allah’ın vereceğini anlatayım derken, maalesef İslâm dışı bir şeyleri ortaya koyduklarının farkında değiller.

Müminler galiba, tevekkülü yanlış anlıyorlar. Mülk alemindeki Allah’ın koyduğu, uyulması zorunlu olan kevnî kanunlara riayet etmeyerek dünya hayatında perişan oluyorlar. İnançsızlar ise mülk aleminde perde olarak yaratılan esbabı, hakiki güç sahibi gibi kabul edip onlara riayet ettiklerinden, dünyada muvaffak oluyorlar ama, bu şirklerinin cezasını başka bir alemde elbette çekecekler. Bu konunun “dîn” kelimesinde detaylı izahı vardır. (İ.İcaz-1162)

Bizler, mesela, arabamızı sürerken trafik kaidelerine uyup, hızımızı makul tutup, bakımlı ve iyi arabalara binerken de Bismillah deriz. Çünkü sebeplerin arkasında muhafaza eden hakiki Hafîz O’dur. Hıfzı, O’na vermek, imanımız ve akıl gereğidir.

En iyi yerde bulunan iş yerimizde, iktisadın kaidelerine azamı riayet ederek iyi bir esnaflıkla, en iyi malı, en iyi fiyata satıp para kazanınca da yine perdeler, sebepler arkasında, Rezzak-ı Hakikinin elini görmeliyiz.

En iyi doktorlarla, en iyi ilaçlarla tedavi olurken de esas şifa verenin O olduğunu, Şafi-i Hakiki O’nun olduğunu, hiç unutmayız. Bu davranışların doğruluğuna inanırız.

İyi niyetler için de olsa hakikati saptırarak, İslâm’ın anlatılması elbete yanlıştır. Dünyanın ve lezâizin terkinde de böyle bir durum istemeden de olsa söz konusu oluyor galiba.

Bediüzzaman Hazretlerinin, Avrupa ve Felsefe ile alakalı da çok menfi söylemleri vardır. Ama bu, bazı müminlerin düşüncelerinden çok farklıdır. BSN. her şeyde olduğu gibi bu meselelerde de analizci-sentezci bir yaklaşım sergiler. O’nun eserlerini bir küll olarak görebilenler onun Avrupa’yı da felsefeyi de ikiye ayırdığını, müsbet ve menfi taraflarını açıkça ortaya koyduğunu, müsbet yönlerine taraftar olduğunu kolayca görürler. Müzikte de, ayni şekilde toptancı bir davranış sergilemez.

İktisat Risalesinin girişinde de”(657) “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.” denilerek yine ayni mânâ te’kit edilir. Yani, kuvve-i zaika kapıcı görüldüğü ve ona fazla bahşiş verilmediği sürece insan lezzetini takip edebilir.

Arkadaşlarım da benim gibi, birazda Manisa’nın, oldukça hür bir zemin olmasından da olsa gerek, inandıkları fikirlerinden hemen kolay vazgeçemiyorlar. Bir defa da, İktisat Risalesinde bahsi geçen, Şeyh Geylânî' Hazretlerinin’nin (KS) terbiyesinde evladı bulunan, nazdâr ve ihtiyâre hanım’dan bahsederek; o hanımın evladının kuru ekmek, şeyhin ise kızarmış tavuk yemesine itiraz edişi üzerine, şeyhin o hanıma söylediklerini davalarına delil olarak sunanlar olduğunu belirttiler.

Şeyh Geylânî'nin : "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." dediğini; yenmiş tavuğu yürütmenin bizler tarafından mümkün olamayacağından da, bizlerin öyle tavuk falan yiyemeyeceğimiz, dolayısıyla “ lezaizi terk etmek” anlamının çıkacağı, söyleniyor, dediler.

Halbuki BSN. bu hikayeden çıkarılacak ders için, olayı, özü ayni kalmakla beraber kendi tarzında, çok farklı bir şekilde açıyor ve:

“İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki:

Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.(658)” diyerek bu asrın fehmine ve akla çok daha fazla uyan İslâm’ın görüşünü ortaya koyuyor. Mümin olursan, mânâ-i harfiyle bakabilirsen, şükür için yersen, olur; sen de yiyebilirsin diyor.

Evet bir başka yerde de:

“Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hüdâbin isen, O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde.
Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.”(78)

diyerek, yine terkin zaruretini anlatıyor; ancak hemen arkasından da, bunun ne anlama geldiğini de açıklıyor:

“Terki demek: Hüdâ mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta .”

Bir arkadaş da, aşağıdaki satırların “Dünyanın ve ona ait her şeyin berbat ve kötü olduğunu” anlatmak için delil olarak sunulduğunu ifade etti.

“Beni dünyaya çağırma,Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu,Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat-Birer fâni muzır gördüm.
Vücut desen, onu giydim,Ah, ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen onu tattım-Azap-ender azap gördüm”(84)

……..diye devam eder. Evet her şey kötüdür. Çünkü imansızlık her şeyi ters yüz eder. İnsan, 23. Sözde, köprü başındaki cep fenerine güvenen şahsın durumuna düşer. Kurtulmak için onu yere çarpmalı, vahye kulak vermelidir ki bu yanlış ve farklı bakıştan, realite dışı görüşten kurtulabilsin.(84)

“Akıl ayn-ı ikab oldu,Bekayı bir belâ gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu,Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu,Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zeval oldu,Devâyı ayn-ı dâ gördüm.
Bu envar zulümat oldu,Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar nây-ı mevt oldu,Bu ahyâyı emvat gördüm.
Ulûm evhâma kalb oldu,Hikemde bin sakam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu,Vücutta bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum,Ah, firakta çok elem gördüm.”(133) der feryat eder.

Halbuki bu levhanın başında :

“Birinci Levha-Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır” diye yazmaktadır.

Ayrıca bize, ehl-i imana ait bakış açısı, doğru görüş ise 2. Levhadadır (85):

“Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder bir levhadır.
Demâ gaflet zeval buldu, .....
Vücut burhan-ı Zât oldu,Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör.
Akıl miftah-ı kenz oldu,Fenâ, bâb-ı bekadır, gör.
......Ömür nefs-i amel oldu…..
Bütün eşya enis oldu,Bütün asvat zikirdir, gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat-Birer zâkir, müsebbih gör.………
Eğer Allah'ı buldunsa-Bütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen-Onun mülkü senindir, gör.” (85)

Fakat İman gözüyle bakamazsan, emaneti O’na satamazsan:

“Eğer hodbin ve kendi nefsine mâliksen-Bilâ-addin belâdır, gör,
Bilâ-haddin azaptır, tad, Belâ gayet ağırdır, gör.” mânâsı;
İman gözüyle bakabilirsen, emaneti O’na satabilirsen:
“Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen,Hudutsuz bir safâdır, gör,
Hesapsız bir sevap var, tad,Nihayetsiz saadet gör.” mânâsı söz konusu olur.
Yine, 17.Sözün arkalarında ayni konuyu detaylandırır (78):

“Kur'ân'ı dinleyen insana,…Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyleyse mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.

"Hem bir mezraadır. Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet verme.

"Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen aynalar mecmuasıdır. Öyleyse onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev….

"Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyleyse alışverişini yap, gel;.....

"Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyleyse nazar-ı ibretle bak ve zahirî, çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren....

"Hem bir misafirhanedir. Öyleyse, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. ....

“İşte Kur'ân şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur'âniye işaret ediyor. …..

Arkadaşlarımızın muhatap olduğu başka bir iddia da şöyle ifade edildi :

-“Lezzetin zevali elem” olduğu için, lezzetleri terk etmek evladır.

Ancak aşağıdaki metne dikkat edildiğinde, ayni eksik görmenin söz konusu olduğu anlaşılır:

“Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.”(1326)

Evet lezzetin zevali elemdir; amma bu, küfür saikasıyla, her şeyin akıbetinin adem olduğunu vehmetmekten kaynaklanır. Ehli iman olanlar için bu söz konusu bile değildir.

Ayrıca, Mesnevi’deki bu fikir biraz ileride yine tekrarlanır :

“Evet; olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in'am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir. (1328)

Ayni eserde, birkaç sayfa daha ilerlesek hem, eksik anlayışları tamamen reddeden “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek” cümlesiyle karşılaşır; hem de ayni i’lemin son paragrafında, 6.Sözdeki temel fikrin, fidanlarını görürsünüz:

“İ'lem eyyühe'l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır:..............

“Fesübhanallah, Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ve keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü, arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.”(1329)

O’na satılan (O’nun adına ,O’nun istediği şekilde kullanılan) her şey muhafaza edilir, bâkileşir. Ana mesele O’nun adına tasarruftur. O’nun istediği tarzda istifade etmektir. Terk yoktur. Esas olmadan, mânâ-yı ismiyle bakmadan onlardan istifade edilebilir. Terk, kalben yapılacaktır, kesben değil.

Bu konuyla ilgili 32.Sözde şöyle bir temel bir soru vardır :

“Diyorsunuz ki: "Muhabbet ihtiyarî değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâtlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim ? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"(292)

Sevmemek, adeta mümkün değildir. Hatta muhabbet fıtrî bir ihtiyaçtır. O zaman sevmenin ölçülü hali nasıldır, nasıl olmalıdır ? Buna da cevap çok açık ve nettir:

“Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir.

…Tâdât ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.”

Bütün nimetlerden Cenab-ı Hakka gitmek, onları O’nun hesabına sevmek belirtilir: diğer örneklerle de, sevgilerin nasıl ölçülü olacağı izah edilir :

“Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ı Rahîmin in'âmı cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün'im isimlerini sevmektir; hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahmân namına olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkârâne kazanmak ve mütefekkirâne, müteşekkirâne yemektir.” der ve arkasından, evlâtların, dost ve ahbabın, hanımımızın, hayatın, gençliğin, baharın, dünyanın, ölçülü ve dine aykırı olmadan nasıl sevileceğinin izahları yapılır.

“Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.”

“İşte, bütün tâdât ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa,

• hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir.

• Hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir.

• Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.”(292-93)

Daha sonra da, öyle izahlar yapılır ki, nimetlerle muhatap olmanın adeta zaruretini kabul eder ve bu muhatabiyetin getirdiklerinin büyük farklılığını kavrarsınız :

“Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âli,sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.(Mânâ-yı harfiyle sevmek)

İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifâtın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir.

• İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir.

Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştah ile lezzet alsa,

• hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.”

Muhtelif muhabbetlerimizin, Kur'ân'ın emrettiği tarzda nasıl olacağı; olunca da, neticelerinin, faydalarının neler olacağı net olarak ortaya konur.

Ayrıca yaratılanlar, madem, gizli bir hazine gibi olan Allah’ı tanıtmak için ise; yaratılanlar da Kur’an ayetleri gibi, ama, kevnî ayetler ise ve onların okunmaları da bazen dille, bazen gözle veya kulakla oluyorsa; hatta onları tam anlamıyla, bütün incelikleriyle, okuyacak, algılayacak (güzelliklerini, lezzetlerini ölçecek) cihazlar-adeta- sadece bizde varsa; yukarılarda anlatılmaya çalışıldığı gibi; O’nun hesabına, mânâ-yı harfiyle bakabilince ve onlar asıl hedeflerimiz olmadıkça, tebeî olarak kaldıkça; onlara bakmak, muhatap olmak anlamındaki; istifade etmek, onlardan lezzet almak ve hatta O’nun adına onlara aşık olmak, telaş edilecek bir hal değildir ve dahi güzeldir.

Bediüzzaman Hazretleri, 6.Sözde “Emaneti sahibine satmak” mânâsını açan hikayecikle, ifade etmeye çalıştığımız fikri çok daha kesin bir şekle sokar.

Sultanın emaneti, sultan tarafından satın alınmak istenmektedir. Bu satın almaya rağmen, mülk muharebe süresince hizmetkarın elinde kalacak ve Sultan tarafından korunacaktır.. Ayrıca ona büyük fiyat verilecektir. Muharebe sonunda da mülk, tamaman emaneti satan hizmetkara verilecektir. O’na satmak ise O’nun adına kullanmaktır.

Yani Allah, vücudumuz dahil her şeyi bizlere emanet olarak vermiştir. Bu nimetlerle (dünya ve lezzetleriyle) O’nun istediği tarzda, Sünnete uygun, muhatap olursak; her şeyden, bu dünya hayatında da istifade etmemiz, lezzetleri de artırılarak sağlanacak, daha sonra da her şey ebediyen bize mülk olarak verilecektir. İş bununla da kalmayacak, bu davranışlarımız neticesi ayrıca cennet bile bize mükafat olarak verilecektir.

1. Sözün sonunda da nimetlerle muhatabiyetteki fiyat olarak zikir, fikir, şükür anlatılır. Çünkü onları terkten ziyade onlarla ölçülü muhatabiyet söz konusudur.(4)

Sonuç olarak; Bediüzzaman Hazretleri sofiler gibi dünyayı kesben terk etmeyi söylemez; ehl-i dünya gibi de muhatap olmaz. O, terk etmeden, terk etme denebilecek, harika bir Yeni Yolu, Kur’andan çıkarmıştır.

“Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk /
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk"dememiş.
"Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz /
Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz."(354 )diyerek;

acz, fakr hissedilerek şükür ve şevk içinde olmayı, bir tarz olarak ortaya koymuştur.

Mânâ-yı harfîyle bakmak şartıyla, buna adeta Mehmet Fırıncı ağabeyin dediği gibi:

“Celbi dünya, celbi ukba, celbi hesti , celbi celp” denilebilir.

Bediüzzaman’in, dünya ve lezâizinin terkiyle ilgili ortaya koyduğu esaslar olarak;

  1. Onların, hayatımızın asıl hedefi olmaması;

  2. Kalben onlara meyledilmemesi, bağlanılmaması;

  3. Onların kesben değil, kalben terk edilmesi;

  4. Kimin tarafından verildiklerinin muhakkak bilinmesi;

  5. Bütün nimetler için O’na şükredilip teşekkür edilmesi;

  6. Sadece helal olanlarla muhatap olunması ;

  7. Onlar yüzünden, asli vazifelerimizin terk edilmemesi, aksatılmaması;

  8. Başkaların, bilhassa muhtaçların imrendirilmemesi, tahrik edilmemesi;

  9. Bütün, lezzetlerden; onları veren Allah’a gidilip, onların O’nun hesabına sevilmesi;

  10. Dünya ve mahlûkatının, mânâ-yı harfiyle sevilmesi, mânâ-yı ismiyle sevilmemesi;

  11. Ruhumuzun cesedimize, kalbimizin nefsimize, aklımızın midemize hâkim kılınması ve lezzetlerin şükür için istenmesi .....ölçülerini çıkarmak doğru olacaktır..

Cenab-ı Hak, hepimize, İslâm’ı doğru anlamayı, doğru yaşamayı nasip etsin.




* Verilen sayfa numaraları, 2 Ciltlik Risale-i Nur Külliyatına aittir

  21.06.2006

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu