Yerüstünden notlar

Nihat Dağlı

I/ DÜŞMEMEK MÜMKÜN MÜ?

İnsan, hayatı ve kendisini kontrol edebilir mi, olup bitene söz geçirebilir mi? Sahiden insan, hayatı(nı) düzenleyebilir mi? Çok şey yapsak bile, hayat yine bir yerden sarkmaz mı?

Bu soruların peşine düştüğümüzde, cevap diye zihnimize üşüşecek olanlar; ‘düşmek, insanın kaderidir’ dedirtecektir. Evet, çoğu kez aynı deliğe düşebiliyoruz. Genel doğru olarak şekillenen önermelere verdiğimiz anlam statik (değişmez) değildir. Yer/zaman farkı, hayatı yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Bizi saran hayatta eski bir şey yok. Çünkü hayat hep yeniden yaratılıyor. Ne diyordu filozof: insan aynı nehirde iki kere yıkanmaz. Yıkanmaz çünkü, ikinci seferinde nehir başkalaşmıştır. Önceden yıkandığın nehir akıp gitmiş, yeni biri evinin önünden geçmektedir.

Hep düşüyoruz. Çünkü unutuyoruz, güç yetiremiyoruz hayata... Muhtacız, açız, zayıfız, ve hayat dört koldan üzerimize geliyor. Kötü olan düşmek değildir, iyisi, bunun farkında olmaktır; düştüğümüzü, niçin düştüğümüzü, yeniden ayağa kalkmamız gerektiğini bilmektir.


II / ‘İyi’nin ırkı var mıdır, abi!

Eğer biz, 'güzel' namıyla meşhur bir dilberin peşine düşmüş insanlarsak, bütün 'güzel insanlar'ı, insanlarda bulunan 'güzel olanı' severiz. Aşkımızın hatırına... Değil mi yani, sevgilinin evinin önünde bekleyen köpek, ağaç, demir kapı da sevilmez mi?

Bir şey söylemek istiyorum size. 'Kötü', 'güzel', 'çirkin', 'iyi', 'dostluk', 'düşmanlık', 'acı', 'coşku', 'gözyaşı', 'tebessüm'... Daha da uzatabiliriz... Bunların coğrafyası yok; hiçbir ulusun tekelinde değiller. Hepsi insana dairdir, insanın olduğu yerde bunlar vardır.

Devam ediyorum. Milliyetçiliğin zerre kadar olumlu bir tarafı yoktur. Varsa da, her zaman bu, 'kötü' olana dönüşme meylindedir. Evet sonuç da, insan bir yere aittir; aidiyet duygusu, bağlanmayı ve sevmeyi getiriyor. Aileyi-vatanı-kavmini seversin mesela... Bu biraz insanın açlık duygusuna benzer; biyoloji, biraz da sosyolojiyle ilgilidir. Ama siz eğer bu sevgiye odaklanıp onu geliştirirseniz, beraberinde içinizde bir faşist de büyütürsünüz. Çünkü bu sevgiyle kendinizi ‘mutlak doğru’laştırırsınız. Ve Zizek usta işte tam da burada o sözü ediyordu: ‘Mutlak doğru mutlak kötüyü kurduğu için, kötü dediği şeye düşmanlık besler.’ Meâlen böyle bir şey diyordu. Bu faşizmin ortaya çıkmaması adına, ırk-vatan-aile sevgisini çok da fazla masaüstüne taşımamalıyız.

Abi, var mı acımızın birbirinden farkı? Gözyaşlarımızın rengi ne? Kahkahalarımız ne kadar birbirine benziyor, değil mi? Sevi(li)nce hissettiğimiz şey, gözlerimize aynı şekilde yansımıyor mu?


III / Onaylanmanın diktatöryenliği

‘Yol arkadaşım! diyorum size, çünkü aynı patikaya yazılmışız. Kalbimizin iyiliği adına çıktığımız yolculukta, bizim kim olduğumuz önemli değil; 'kim olduğumuz' konusundan çok, 'neyi aradığımız' sorusu bizi birbiriyle ilgili kılıyor.

Birisi veya birileri için anlamlı hale gelmek, başta insanın başını döndürüyor. Bir anlamda 'ben'in on(ayl)anmasıdır, birisi için önemli olmak. Ve on(ayl)anmak/kabullenilmek, öteden beri insanın aradığı şeydir. Ancak bu çok tehlikelidir de... Kendinizi, 'başkası için önemli hale gelmek' gibi, hafiften diktatöryen duruma terkederseniz, başkasına teslim olursunuz.

İlginç bir durumdur bu. İlk başta başkası için önemli hale gelerek onlar üzerinde iktidar kuruyorsunuz. Sonra bu iktidarı sağlama almak adına, hep başkasının önemli gördüklerini yapar hale geliyor, onları üzerinize geçiriyorsunuz. Hissetmiyorsunuz belki ama, başkasının iktidarında köle oluyorsunuz.

Şimdi başkası için çok önemli hale gelmişsiniz ya... 'Vaayy beee! ben neymişim!' diyor, narsistleşiyorsunuz. Kendinizi doğru olarak gördüğünüz için de, boşluklarınızı ıskalıyorsunuz. Çünkü kendinizden emin olmaya başlamışsınızdır; yanılabileceğinizi düşünemiyorsunuz. Kendinizi biliyor hissettiğinizden sorularınız kalmıyor. Sorularınız kalmayınca, yoldan düşüyorsunuz. Zihinsel bir tatil dönemi içinde uyuşuyorsunuz.

  3.12.2005

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı