Kalbin direnişi

Kemal Sayar

HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMIŞ, HAYATLARININ HEBA edildiğini düşünen insanların kolayca uçlara savrulabildiğini biliyoruz. Hayatından memnun olan ve kendisini gerçekleştirdiğini düşünen kişi dünyayı temelde iyi olarak algılar ve verili olanı korumak isterken, sukut-u hayalin ürperten kâbuslarıyla yolu kesilen adam, dünyayı radikal bir biçimde değiştirmenin hülyasına kapılır.

Köktenci hareketlerin pek çoğu, bugünü resmederken, onun bozulmuş ve enkaz halindeki bir portresini sunarlar. Bugün aşağılanırken geçmiş yüceltilir ve şanlı mazinin diriltileceği saf ve temiz bir yarın düşü çoğaltılır. ‘Kendi olma ümitsizliği’ni iyileştirmek için dünyayı değiştirmeye soyunan ‘kesin inançlı,’ bugünü aşağılamakla hayatı aşağılamış olur, kıymetsiz bir şimdi yerine muhayyel bir zaferi yeğ tutar. Kitle toplumunun sahici kimliğini yitirmiş ve kendisine yabancılaşmış insanı; bugünü kirleten bir düşman, bir öteki yaratarak ona savaş ilan eder.

O düşmanın varlığı ile kendi varlığı bir anlam ve yön kazanacaktır. ‘Onlar’ olmalıdır ki, ‘biz’ olabilsin.

Bugünün darmadağın olmuş dünyasında, kötü niyetli kimilerinin hokus-pokusuyla İslâm ve terör giderek daha fazla birlikte anılmaya başlandı.

Bu tür bir el çabukluğunun, sömürgeleştirme ve işgal için elverişli bir psikolojik zemin meydana getirdiğini görebiliyoruz. 1970’lere kadar esamisi okunmayan, ciddiye alınmayan, hiçbir etkileri bulunmayan marjinal gruplar, tedhiş eylemleriyle dünya sahnesine çıktılar.

Bu grupların kimi gizli servislerin laboratuvarlarında imal edilmiş Frankenstein’lar olduğu uzun zamandır biliniyor. Benim merak ettiğim konu şu: Nasıl oluyor da egemen güçler tarafından kolaylıkla yönlendirilebilen ve hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen bu gruplar, İslâm coğrafyası içinde kendilerine az da olsa sempati toplayabiliyorlar? Modernitenin getirdiği yersiz yurtsuzluk ve aşağılamaya bir cevap mıdır bu? Yoksa ‘kendi olma ümitsizliği’ni ‘öteki olma arzusu’yla tedavi etmeye çalışmak mıdır? Yahut mazlumluğu yüzyıllardır bir bayrak gibi sarınmış kimilerinin ‘mazlumun zalimle özdeşleşmesi’ savunma düzeneğine seğirterek ‘efendi’lerle özdeşleşmesi mi? Ne oluyor da dünyadaki geniş Müslüman çoğunluğun bir esenlik ve barış kaynağı olarak algıladığı bir din, bir grup bağnazın zihninde ölüm ve yıkım emreden bir tedhiş aygıtına dönüşüyor?

‘Kutsal savaşçı’nın asıl derdinin yaşadığı aşağılanmanın intikamını almak olduğunu düşünenler var. Batı toplumlarının asırlarını alan toplumsal değişimler Müslüman toplumlarda iki nesil gibi kısa bir süre içinde gerçekleşiyor ve bu durum genç insanları kimliksiz ve güvenliksiz bırakıyor.

Eylemci ona bir ev, bir yurt hissi vermeyen, bozulmuş ve tersine giden bir dünyayı kendi kesin inançları istikametinde düzeltmek ister. Grup kimliğini bir zırh gibi kuşanarak, kendisinin dışında saydıklarına nefret yağdırır. Grup kimliği onun modern dünya karşısında tuzla buz olmuş, realpolitikle iyiden iyiye çiğnenmiş kimliğini sözümona ulvî bir amaç için diriltir ve güçlendirir. Kendi kendisini sevme ihtiyacını bu aidiyetle sağlar ve kendisine böylece değer verir.

Bu psikolojik mekanizma dünya yüzeyinde her tür aşırılıkçı oluşum için sözkonusudur. Bu görüşün ideologları yahut ‘kimlik pazarlayıcıları,’ bütün bir söylemi ‘dışsallaştırma’ üzerine oturturlar. Acının sebebi tarihsel süreç olarak görülür, suçlu dışarıda aranır. “Kötü adamlar geldi ve bizi baştan çıkardı” der kutsal mazlumlar. Kişisel sorumluluk duygusu iptal edilirken, mazlumiyet ve mağduriyet âdeta yaşama biçimi haline getirilir. Egemen güçler de kötü adam rolünü doğrusu hakkını vererek oynar ve yeryüzünü haksızlığın, kötülüğün, zalimliğin fideliği haline getirmek suretiyle dünyanın kalan kısımlarında acziyet ve çaresizlik hislerini körüklerler.

Terörist için din ve ideoloji son kertede kullanışlı vasıtalardır. Onun amacı Tanrının sözlerini yüceltmek değil, ne pahasına olursa olsun kendi gücünü göstermektir. Yakıp yıktıklarını iştiha içinde seyreden bir sapkındır o; ölüme sürdüğü insanların üzerinden şehre yağan kâbusu zevk içinde izler. ‘Soylu bir biçimde yaşayamamış’ genç insanları ‘soylu bir ölüm’e davet ederken, onlara bir yeni zaman tanrısı gibi büyüklenerek cennet vaad eder. Bu vaade kanarak bedenini patlatan ve böylece cennetin pasaportunu aldığını düşünen genç adam, yaşayamadığı bir hayatın intikamını, ölümünün amaç ve biçimini seçebilmek suretiyle aldığına inanır.

Modernleşmenin özü itibarıyla insanın önündeki seçenekleri arttırmak olduğunu söyleyen bir ABD’li akademisyen, terörün seçenek bolluğuna ve modernleşmeye bir tepki olduğunu yazabilmektedir. Ona kalırsa, İslâm modernlikle barış(tırıl)madan hiçbir askerî operasyon sonuç vermez. Tuhaf bir görüş; zira ‘siyasal İslâm’ın uç bir yorumu içine yuvalanan tedhiş eğilimi, geçmişle ve gelenekle bir bağ üzerine temellenmiyor, oradan bir rüzgâr alıp bugüne getirmiyor. Tam aksine, bu, çok modern bir gelişme. Bu terör tarzı geçmişle bütün bağlarını yıkmakla kalmıyor; dini kişiselleştiriyor, dünyevîleştiriyor ve onu politik bir vasıtaya indirgiyor. Yani, kelimenin bütün anlamlarıyla, dibine kadar modern bir hareket. Yine tuhaf bir biçimde, bu eylemlerde kullanılan kişilerin, genellikle sömürge geçmişi olan ülkelerden devşirildiğini, özellikle de diasporada, geleneksel etnik cemaatlerinden ve yurtlarından uzakta yaşayan gençlerin hipnotize edildiğini görüyoruz.

Güdülenme kaynağı olarak İslâm’ı öne sürseler de, teröristlerin en büyük zararı İslâm’a ve onun inananlarına verdikleri çok açık. Bu kıyamet ideolojisi, sözümona karşısına aldığı hegemonik düşünceyi, aslında birebir taklit ediyor. Geçmişe ve geleneğe saygı duymuyor, uygarlığın düşünce ve irfan uğraklarında hiç soluklanmıyor. ‘Biz ve onlar’ üzerinden paranoid bir imgelemi yeniden üretiyor. “Onlar saf kötüler ve biz saf iyileriz, onlar bizim yaşama biçimimize saldırıyor” tarzı bir düşünce, bu asimetrik savaşın her iki tarafındaki fanatiklerin ortak sloganı.

İktidarsızlık da, tıpkı iktidar gibi, insanı bozuyor. Müfritler, din bezirgânları utancı iyileşmez bir gölge olarak sadece kendi yüzlerinde taşısalar iyi; onlar ‘orta yol’da yürüyen ve aşırılığa asla gönül indirmeyen sayısız Müslümanı da kendi utançlarına ortak ediyorlar. Kıyamet gününde insana tanıklık edecek yegâne şeyin ‘iyi bir kalb’ olduğunu söyleyen bir din, kalbi ayaklar altına alan cânilerin tehdidi altında.

Bu arsız tehdide karşı kalbi yardıma çağırmak gerekiyor. Kuru bir nehir yatağını coşturan yağmurlar gibi, ancak o insanın bu kuraklığını giderebilir. Sadece kalbi olanlar içlerinde olup biten mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe direnebilir.

  18.11.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar