‘Çırak’ın düşündürdükleri

Metin Karabaşoğlu

AHİR ZAMANA DAİR HADİSLER, BİZE bir ahir zaman alâmeti olarak ‘değerlerin tersyüz olması’ olgusunu bildirir. Peygamber Efendimizin (asm) sırdaşı Huzeyfe b. Yeman’ın rivayet ettiği şu hadis, bu tersyüz oluşun en ibretâmiz örneklerinden biridir:

“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meye razı ol)sun. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” (Buhârî, Fiten 26, Enbiyâ 50; Müslim, Fiten 105; Ebu Dâvûd, Melâhim 14)

Yine ahir zamana ilişkin başka bir hadis, “Dünyanıza şerirleriniz varis olmadıkça kıyamet kopmaz” haberini vermektedir. (Tirmizî, Fiten 9)

Etrafımıza baktığımızda, gördüklerimiz, bir ahir zaman ortamında olduğumuzu ve bir ‘tersyüz’ oluşun içinde olduğumuzu açıkça gösteriyor. Cehennemî ortamların cennet gibi, cennet-misal ortamların cehennem gibi sunulduğu; ayakların baş, başların ayak olduğu; ateşe su, suya ateş denildiği; şerirlerin baştacı, hayırlıların tukaka edildiği ortamlar az değil, azalıyor da değil. Çıplaklığın giyim, arsızlığın cesaret diye sunulduğu; faiz veya zina gibi azgınlıkların sıradanlaştığı, faizin haram ve zinanın günah olduğunu söylemenin zorlaştığı günleri yaşıyoruz.

Böyle bir ortamda, yaşayışları başkalarınca örnek alınan birer ‘nümune-i imtisal’ olarak, Batılıların deyimiyle ‘role model’ olarak öne çıkan kişiliklere baktığımızda da, bir tersyüz oluş manzarası çıkıyor karşımıza. Hz. Peygamber (asm), haline gıpta ettiği insanı “dünyadan nasibi az, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde gizli kalmış ve kendisine iltifat edilmemiş mü’min” olarak tarif ederken, bu zamanın insanları bunun tam aksi bir tabloya imreniyor. “Dünyadan nasibi fazla, namazsız, şöhretli, her yerden iltifat gören bir dünyevî,” bırakalım herhangi bir insanı, ehl-i dini dahi imrendiriyor, birçok ehl-i dini dahi kendi hayat biçimine özendiriyor.

Ve böylesi bir ortamda, ‘başarı’ kavramında da bir tersyüz oluş yaşıyoruz. Bedeli ne olursa olsun kazanan ‘başarılı,’ insanî değerlerin ve imanî ölçülerin çiğnendiği bir kazanca hayır diyebilenler ise ‘başarısız’ sayılıyor.

Bu ‘değerlerin tersyüz oluşu’ olgusunun yakın zamandaki bir göstergesi, biri diğerinin taklidi iki televizyon programı idi. İlki, Amerika’da birkaç yıldır devam eden “Apprentice” adlı yarışma; ikincisi, onun bu yıl içinde ilki gerçekleşen “Çırak” adlı versiyonu.

Kendisine ‘çırak’ seçecek usta olarak programın merkezine yerleşen kişiyi son on yıl içindeki performansıyla yeterince tanıdığımı düşündüğüm için, ikincisini hiç izlemedim. Neticede, ‘çırak’ seçecek kişi, en büyük cirosunu bira satışıyla gerçekleştiren bir holdingin başındaydı. Dolayısıyla, ona ‘çırak’ olmak için yarışmak, daha fazla bira satıp daha fazla insanın aklını uyuşturmaya, daha fazla aileyi bedbaht etmeye ve daha fazla kazaya sebebiyet vermeye talip olmak anlamına geliyordu. Ayrıca, bu kişinin 28 Şubat sonrası dönemde TÜSİAD başkanı olarak sergilediği çizgiyi de anlamak kolay değildi. Açıkçası, daha en başta, ‘usta’ seçimiyle, “Çırak” programı ‘başarı’dan neyi anladığını ortaya koymuş oluyordu.

Bu taklit programın ‘orijinal’ini ise, final bölümü dahil, beş-altı bölümüyle izleme imkânım oldu. Her halinden firavunluk akan bir müstekbir; ve onun önlerine koyduğu sınavlarda başarılı olmak için gereğinde cinselliği öne çıkarmaktan, bedenini sunmaktan yahut birbirlerine saldırmaktan kaçınmayan insanlar... Ve en sonunda, kazanan adayın önüne sunulan birkaç seçenekten biri: Modern firavunun Las Vegas’ta inşa edecek olduğu yeni kumarhane inşaatına nezaret!

Bu programın özellikle son bölümünde, taklit versiyonunu da akılda tutarak düşündüğüm iki şeyden ilki ‘değerlerin tersyüz oluşu’ ise, ikincisi ‘Usta’ adlı bir yarışma düzenlemek oldu. Şöyle düşündüm: Son derece yetenekli, ama yeteneğini imanî ve insanî değerlerin hizmetine sunmuş, ahlâklı ve erdemli bir grup genç, kendileriyle çalışılmaya değer ‘patronlar’ arıyorlar. Öyle patronlar ki, insanların zaaflarını kendileri için kazanca dönüştürme gibi pes ahlâklardan uzak duracaklar, Mustafa Özel’in nefis tesbitiyle gerçekte ‘piyasa düşmanı kapitalizm’in piyasada tek olmak için rakibini öldürmeye çalışma gibi tekelci dürtülerine prim vermeyecekler, emeğin hakkını verecekler, faize bulaşmayacaklar, kadını veya erkeği metalaştırmadan, kadın bedenini ticaret aracı yapmadan ürün pazarlayacaklar, fabrikalarında insan sağlığını tehdit eden maddeler kullanmayacaklar, sattıkları ürünün insanların bedenlerini veya ruhlarını hasta etmiyor olmasına özellikle dikkat edecekler, ürün tanıtımlarını çocukları anne-babalarıyla, kadınları kocalarıyla kavga ettirmeyecek şekilde tasarlayacaklar, devletten ayrıcalıklar koparma çabasına girmeden iş görecekler...

Bu yetenekli gençler, bu özelliklere sahip patronları ‘kendileriyle çalışılmaya değer’ ve insanî anlamda gerçekten ‘başarılı’ patronlar olarak seçecek; bu vasıflara uymadığını tesbit ettiklerini ise, birer birer eleyecekler...

Bugün ortada ‘usta’ diye dolaşanlardan, ‘başarı abidesi’ gibi kasım kasım kasılanlardan kaç tanesi böyle bir yarışmaya katılmaya razı olur ve de elenmekten kurtulur?

Ne diyordu Hz. Peygamber: “Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meye razı ol)sun. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.”

  21.07.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu