Yüz aç adamın huzurunda

Metin Karabaşoğlu

Yoksulluğun yaygın olduğu, açların dahi bulunduğu şu diyarda, ‘bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm’ün ‘lezzeti acılaştıran’ sadâsı duyulmuyor ortalıkta. Neden böyle oldu? Nasıl oldu da, ehl-i din içinden dahi niceleri, ‘yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yer’ hale gelebildi?


YİRMİALTI YIL ÖNCE, ONBEŞ YAŞINDA bir genç olarak yaz mevsimini Risale-i Nur’u baştan sona okuyarak geçirmiştim. Risale’yi, ilk kez okuyordum. O ilk okumamdan, onbeş yaşında bir gencin alabileceği kadarını aldım; alamadıklarımı alma çabam ise hâlâ devam ediyor.

Risale’yi bu ilk okumam esnasında, uzun bahislerin içerisinden, birer vecize gibi, kısa ama özlü cümleler devşirip kaydettiğimi hatırlıyorum. Yazıp tekrar tekrar okuyarak hafızama kaydettiğim bu cümlelerden biri, Lem’alar’da, İktisat Risalesi’nde geçen, “Yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez” cümlesi idi. Sonraları, “Hakikat Çekirdekleri”nde, aynı mânâya işaret eden başka bir sözü de keşfedecektim: “Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.”

İlk cümle, o ilkgençlik yıllarımda bir hayat düsturu olarak zihnime ve vicdanıma nakşolduğu gibi, zaman içinde keşfettiğim ikinci cümle de zihnime yerleştiğinde, elindeki nimetle başkalarını imrendirme gibi pest ahlâklar lillâhilhamd semtime yaklaşmayacak; dahası, ‘lüküs hayat’a, ‘telezzüz’ ve ‘tereffüh’e karşı iç dünyamda bir direnç oluşacaktı. Zaten, yine Bediüzzaman, ‘bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden’ ehl-i vicdanın ‘rikkat-i cinsiye vasıtasıyla’ duyacağı hüzün ve elemden söz edip, bu teellümün o nimetlerden gelen lezzeti ‘acılaştırdığı’na da dikkat çekmiyor muydu?

Gelin görün ki, 80’ler, 90’lar ve 2000’ler derken, gözlerim, birbiri ardısıra gelen dünyevîleşme dalgalarının, aynen Bediüzzaman’ın 1930’larda gözlemlediği üzere, ‘dünyayı dine tercih rejimi’ dahilinde, ehl-i İslâm’ın dahi ‘hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye bilerek ve severek tercih edişi’ne şahit oldu.

Bu süreç, el’an devam ediyor. Rakamların gösterdiği üzere bu ülkede ve bir bütün olarak dünyada gelir adaletsizliği artar, zenginler ile fakirler arasındaki uçurum genişlerken, ehl-i din içerisinde de belli ilişkilerin rantını devşirerek zenginleşen bir zümre zuhur ediyor. Öte yandan, hemen belirtelim, elbette böylesi şaibeli ilişkiler yoluyla değil, helalinden kazanan, helalinden kazanarak zenginleşen insanlar da yok değil; ve onların kazancı için bize ancak ‘helal olsun’ demek düşüyor.

Ancak, orada dahi, kazancın helalliği kadar önemli bir husus, haram kazanç yasaklandığı gibi, helâl kazancın israfla harcanmasının yasaklandığı gerçeği kısmen ihmale uğruyor. Gitgide, zenginleşen ehl-i din aileler arasında, hem ehl-i dünyaya karşı, hem kendi içlerinde bir rekabet halet-i ruhiyesi, bir ‘kendini gösterme’ merakı boy gösteriyor. Açık yüreklilikle söyleyelim: Nice ehl-i din var ki, ehl-i dünya ile ve iman kardeşleriyle, aldıkları evin fiyatı, aldığı arabanın markası ve modeli, giydiği elbisenin markası ve fiyatı, gittiği lokantanın ‘karizması’ üzerinden yarışıyor.

Ve bütün bunlar olurken, bu diyarda, nice insanın açlık sınırında yaşadığı; nice ailenin bütün efradı çalışırken dahi zorlukla geçindiği; büyükşehirlerin varoşlarında ve de giderek yoksullaşan kırsal kesimde Bediüzzaman’ın “Şimdi ekser İslâm açtır” gözlemine ve ‘yüz aç adam’ teşbihine denk düşen manzaraların azalmayıp arttığı gerçeği gözardı ediliyor. Daha dün İstanbul’un göbeğinde gördüğüm üzere, çöp tenekesinden çıkardığı kirli ekmeği açlığın zoruyla yiyen insanların yaşadığı bir diyarda, İslâmî hassasiyeti öne çıkan bir yazar İslâmî hassasiyeti bilinen başbakanın davetinde yedikleri yirmi küsur yemeği anlatıyor. Ülkedeki yoksulluk ve yoksunluğun boyutlarını gözler önüne seren kimi programlar, ağızların suyunu akıtarak izleyenleri dünyaya, daha fazla tüketmeye sevkeden ‘reklam araları’ vererek yayınlanıyor. Ana sayfasında fakirlerin durumuna dikkat çeken bir haber yayınlayan dinî çizgide bir gazetenin, başka bir sayfasını dört kişilik bir ailenin yüzbin lira ödemeden çıkması imkânsız lüks bir lokantanın tanıtımına ve yemeklerinin tarifine ayırdığını; ve bunu bir kere değil, sürekli yaptığını görüyoruz.

Velhasıl, yoksulluğun yaygın olduğu, açların dahi bulunduğu şu diyarda, ‘bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm’ün ‘lezzeti acılaştıran’ sadâsı duyulmuyor ortalıkta.

Neden böyle oldu sahi? Nasıl oldu da, ehl-i din içinden dahi niceleri, ‘yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yer’ hale gelebildi? Vicdanlar mı karardı, kalbler mi katılaştı? Yoksa, “Ekser İslâm açtır” gerçeğinin artık geçersiz olduğunu mu düşünüyor birileri? Yoksa?

Oysa, bir Bediüzzaman gerçeği var bu zamanda mü’minâne hayatın bir nümune-i imtisali olarak.

Haydi diyelim ki Bediüzzaman’ı ‘bir nümune-i imtisal’ olarak görmeyenler var ehl-i din içerisinde; ya rahmet peygamberi kudsî nebinin hayatına ve Asr-ı Saadet hatırasına ne demeli? Ya “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” emrinin yanısıra, “İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir” de buyuran (bkz. İsrâ sûresi, 17:27) Kur’ân’ın apaçık beyanına ne demeli?

Dün, Şeyh Sâdi’nin Gülistan’ını okuyordum. Şu cümleler özellikle rikkatimi ve dikkatimi celbetti:

“Yusuf Peygamber, Mısır’ın kuraklık yıllarında, açları unutmamak için, doyunca yemezdi. Üzümün tadını dul kadın bilir, meyve sahibi değil. Nimetin içinde rahat yaşayan, açın hali nedir, nasıl bilecek?”

  5.07.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu